“Radyo” Dergisi
1 Ekim 1946
Sayı: 58
I.
Cevad Memduh Altar
Sanatın, baba ile oğlu kendine bağlaması, az görülen olaylardan değildir. Bu böyle olunca, bazen oğul babaya yaklaşabildiği nispette kendini bahtlı sayar, bazen de oğul babayı fersahlarca geride bırakabilir. Kısaca, sanatçılar arasında olduğu gibi, baba ile oğul arasında da eşit başarı pek o kadar bahis mevzuu olamaz. Bach’ın kabiliyetli oğullarından hiçbiri, babaları büyük Bach’ın yaratma dehasına bir an için olsun ulaşamamış, fakat 35 yaşında hayata yüz çeviren Mozart, delikanlılık çağlarına henüz yaklaştığı sıralarda, babası Leopold’ü çoktan gölgede bırakmıştı. Sanatın hemen her alanında bu türlü misallerle karşılaşmak mümkün olduğu için, bu seferki etüdümüzü, müzik tarihinin dikkate değer “Baba-Oğul” münasebetlerinden birine hasredeceğiz.
1820 yılına doğru, Kuzey-Orta Avrupa’nın önemli bir sanat şehri olan Viyana, Napolyon felaketinin acılarını unutmaya çalışıyordu. Viyanalıları teselli edecek, onlara çekilen acıyı imkân nispetinde unutturabilecek bir şey vardı, o da müzikti; hem de kalp yoluyla ayakları harekete getiren, mustarip Viyanalılara aradıkları huzuru sonsuz bir raks [dans] girdabı içinde sağlayan bir dans müziği. Onun için, Avrupa’ya yeni bir çehre vermek, dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla, gene bu şehirde yapılan kongrelere, konferanslara uzak ülkelerden gelen siyasal heyetlerin karşılaştığı manzara, Viyana’nın sabahlara kadar süren dans eğlenceleri olmuştu. Halk, Viyana’nın içinde ve dışında bulunan sayısız eğlence yerlerine koşuyor, lokantalar, birahaneler çeşit çeşit insanlarla dolup boşalıyor, açık, kapalı bütün lokallerde okunan şarkıların, hep birden yapılan valslerin gürültüsü, uzak mesafeleri tutuyor, ne pahasına olursa olsun elde edilmesi gereken neşeye ulaşmak için sarfedilen gayret Viyana’yı ister istemez bir raks fırtınasıyla kasıp kavuruyordu.
İşte böylesine bir mahşerin tam orta yerinde tutunmaya çalışan, ablak yüzlü, siyah kıvırcık saçlı, yuvasına sığmayan gözleriyle etrafı kollayan, 14 yaşına henüz basmış bir çocuk, müzikseverlerin dikkat nazarını az zamanda kendine çekebilmiş, hemen her yerde uzun uzun kendinden bahsettirmeye muvaffak olmuştu.
Bu çocuk, geleceğin meşhur vals kralı Johann Strauss idi. Fakat uzunca bir zaman sonra, Johann Strauss’ın oğlu Johann Strauss, babasının şöhretine tam bir tevarüs etmiş [miras edinmiş] ve adları gibi şöhretleri de vakit vakit birbirine karıştırılmış olan baba ile oğul, hangi valsin bestecisi olduklarının tespiti işinde, müzik meraklılarını çok kere yanlış tahminlere sevk etmekten geri kalmamıştı.
1819 yılında 15 yaşını bitiren bu ateşli genç, devrin tanınmış operet bestecisi Lanner’in bizzat idare ettiği büyük orkestraya üye oldu. Artık Lanner ve Strauss adlarını bir arada anmaktan başka çare yoktu. Her ikisi de az zamanda yakın dost oldular; fakat daha sonra bozuştular; çünkü Lanner’in kurduğu büyük orkestrayı tek başına idare eden Strauss, bir müddet sonra bağımsız bir insan olma hevesine düşmüştü. İki arkadaş arasında birdenbire baş gösteren geçimsizliğin biricik sebebi, mizaçları arasındaki ayrılıktan ziyade, Strauss’ın evlenme ve yuva kurma hususunda verdiği kesin karardı. Nihayet genç Strauss kararını düşünmeden tatbik etti. “Kırmızı Horoz” misafirhanesi sahibinin kızı Anna Straim ile evlendi.
Bir müddet sonra Viyana sanat muhitini Lanner orkestrasından başka, Strauss orkestrası da heyecanlandırmaya başlamıştı; artık Viyana’da Johann Strauss’ın adını taşıyan büyük bir orkestra daha vardı. O tarihten itibaren, ailesine istediği gibi bakabilmek için fazla para kazanmak zorunda kalan Strauss, geceleri saatlerce kemana çalışıyor, gündüzleri orkestra eserleri besteliyor ve orkestrasını yetiştirmeye gayret ediyordu. Diğer taraftan hafta sonları “Çifte Kumrular” gazinosunda orkestra ile konser veren genç Strauss’ın Viyana’da hakiki bir orkestra şefi olarak tanınması için parlak dans eserleri yazması, hele Viyanalıların çıldırasıya sevdiği vals müziği alanında varlık göstermesi lazımdı. Nitekim öyle oldu ve genç Strauss ilk yazdığı valse, ilk çalıştığı yerin adını anmaya vesile olması için “Kumrular Valsi” adını verdi. Bu güzel vals, Strauss’ı az zamanda bütün Viyanalılara sevdirdi.
İşte o tarihlerden sonra, Johann Strauss’ın devamlı olarak gelişmekte ve süratle yükselmekte olduğu görülür. Öyle bir zaman geldi ki, kendi adını taşıyan konser orkestrasının üye adedi tam 200’e yükseldi (1830). İnce, uzun boylu, hafif soluk benizli Strauss, arkasından çıkarmadığı frağı ile kâh keman çalarak, kâh yayıyla ölçüleri vurarak, orkestrasını idare ediyordu. Strauss aynı yıl Viyana’nın erişilmez, münakaşa götürmez müzik şefleri arasında anılmaya başladı. Az bir zaman sonra da, başkentin ileri gelen eğlence lokallerinden biri olan Sperl gazinosuna bütün orkestrasıyla angaje edildi.
O zaman da, Viyana’nın önemli bir tiyatrosu olan Burgtheater’ın direktörü Heinrich Laube, Sperl gazinosunda heyecanla geçirdiği bir geceyi, bakınız ne içten cümlelerle anlatıyor: “Bahçe, binlerce lambanın ışığı altında parlıyor, bütün salonlar açık, Strauss dans müziği idare ediyor, havai fişekler oraya buraya yükseliyor, fidanlar bütün tazeliğiyle ayakta. Hakiki Viyanalılar, Ferdinand köprüsü yoluyla solda, köşe başındaki Lampel’e doğru koşuyorlar. Bahçenin dört tarafını çeviren erkekler ve kadınlar yiyip içip şakalaşıyorlar, gülüyorlar, müzik dinliyorlar. Bahçenin ortasında yer almış olan orkestradan sanki insanı baştan çıkaran Siren [deniz kızlarının] sesleri işitiliyor; bunlar öylesine valsler ki, tıpkı örümcek sokması gibi, gençlerin kanını başa sıçratıyor. Bahçenin ortasında, orkestraya hakim bir yerde, Avusturya’nın modern kahramanı, müzik dünyasının Napolyon’u, müzik direktörü Johannes Strauss ayakta duruyor. Napolyon’un zaferleri Fransızlar için ne idiyse, Strauss’ın valsleri de Viyanalılar için aynı şey; Napolyon zaferleri, topla tüfekle sağlanmışsa, bu valsler de Strauss için zafer anıtları sağlıyor. Babalar çocuklarına, Viyana’nın herkesi kendine bağlayan genç kızları, tanımadıkları sevgililerine, misafir barındırmayı sevenler, yolculara, hep onu gösteriyorlar: “İşte o!” – “Kim?” – “O!” diyorlar. Şimdi önümde duran da o; galiplerin üçüncüsü; bunlardan Napolyon birinciliği, Paganini ikinciliği nasıl almışsa, o da, elindeki kemanla, görülmeyen kuvvetler tarafından zaptedilmişçesine orkestrasını idare ediyor. Zenciler gibi siyah, saçları kıvırcık, âhenkli ağzı, sahibine has enerjiyi açıklıyor, burun ise fazla bir zekâya şahadet etmiyor; esef edilecek bir şey varsa o da, yüzünün beyaz olmasıdır. Hiç olmazsa yüzünün beyaz olduğu iddia edilebilir. Aksi takdirde, doğunun zenci krallarından farkı olmayacak.
“Etrafta rengârenk insan kütleleri dalgalanıyor; genç kızlar, ateş ve neşe içinde kaplarına sığamayan delikanlılara koşuyorlar; sıcak nefesleri, benim gibi kimsesiz, saf bir insanın burnuna, tıpkı kuzey çiçeklerinden yapılmış demet gibi kokuyor; itile kakıla kalabalığın ta ortasına sürükleniyorum. Hiç kimse özür dilemek ihtiyacını duymuyor; Sperl gazinosunda ne pardon diyen var, ne pardonu bilen var. Nihayet müsamere tam bir danslı eğlence halini alıyor…
“Hele danslara başlayış çok karakteristik oluyor. Strauss, o tir tir titreyen, delice bir boşanışa hasret çeken Prelüd’lerini idare etmeye başlıyor. Bu Prelüd’ler, sanki doğum ıstırabıyla kucak kucağa gelişen bir saadetin sesi kadar acı; Viyanalılar, genç kızları kollarından tutuyorlar, harikulade bir sallanışla kendilerini ölçülerin ritmine terk ediveriyorlar. Bülbülün bitmek tükenmez feryadı, bir müddet daha işitiliyor; çiftler, seslerini bu seslere katıyorlar; sinirlerini bu seslerle örüyorlar; birdenbire duyulan triller, ta ki her yeri sarıyor, işte o zaman baş döndürücü bir süratle asıl dans başlıyor ve çiftler, bu girdaba kendiliklerinden katılıyorlar.”
“Radyo” dergisi
1 Kasım 1946
Sayı: 59
II.
1830 yılına doğru, Strauss adını herkes sevgi ve saygıyla anmaya başlamıştı. 1832 yılında Viyana’yı kasıp kavuran kolera salgınının unutulmaz acılarını bile, Strauss valslerinin teselli edici nağmelerinden başka hiçbir şey dindirememiş ve gene bu sıralarda meydana gelen eserler arasında: Sprel galopu, Fortuna polkası, Paganini valsi, Sesilya valsi, Lorelay’ın Ren’den Gelen Sesi adlı dans havaları, Viyana’ya muhtaç olduğu neşeyi süratle sağlayabilmişti. Hele bu eserlerin arasına katılan, hakiki bestecisinin Lanner mi yoksa Strauss mı olduğu o zamanlar kesin olarak bilinemeyen meşhur bir vals, insanoğlunun yaşama enerjisini tek başına açıklamaya kâfi geliyordu: “Hayat bir valstir”.
Bu eserle beraber, şöhreti Viyana dışına taşan Strauss, 1834-1838 yılları arasında, büyük orkestrasıyla beraber, geniş ölçüde konser turneleri yapıyor, her yerde başta taşınıyor. Bu arada bilhassa Kuzey Almanya ile Ren bölgesindeki sanatseverler, sonra da Parisliler, Strauss sanatına hayran oluyorlar. Kısaca, sanatın zafer çelengini o sıralarda tek başına elinde tutan Strauss’ı, Paris’te kral Louis Philippe hayranlıkla takdir ediyor; sanat dünyasının taparcasına sevdiği keman virtüozu Paganini bile, yarı samimi, yarı endişeli birr tavırla Strauss’ı tebrik etmek zorunda kalıyor. Artık Strauss, bir İngiltere turnesinin hazırlıklarıyla meşguldür. Fakat yorgun düşen orkestrası bu seyahat projesini iyi karşılamıyor. Strauss, orkestrası üyelerinden kendini takip edenlerle İngiltere’ye geçiyor; henüz 16 yaşında iken taç giyen kraliçe Victoria için yapılan şenlikleri sanatıyla büsbütün güzelleştiriyor.
Strauss, Fransa üzerinden tekrar vatanına dönüyor; bir kahraman gibi karşılanıyor; ne çare ki, farkına varmadan vücudunu adamakıllı sarsmış olan yorgunluk onu birdenbire yatağa düşürüyor; 1839 yılında ümitsiz bir halde sinir buhranları çeken Strauss, biraz kendine gelince, en küçüğü 3, en büyüğü 13 yaşında olan üç oğlunun yetişmesiyle yakından ilgileniyor. Hattâ Strauss, oğullarının hiçbirini müzisyen yapmamaya karar veriyor, fakat bunların en büyüğü Johann Strauss, iyi kalpli anasının kendisine gizlice temin ettiği kemanla, babasından habersiz çalışmalarına devam ediyor. İşte tam o sıralarda aile içinde tasavvuru güç bir facia baş gösteriyor. Strauss hayranları arasında Emilie Traumpusch adıyla tanınmış olan genç bir kızı her nedense hayat arkadaşına tercih ediyor; bir müddet sonra evdeki geçimsizliklere tahammül edemeyen sanatçı, yuvasını terk edip, ailevi durumu bir hayli karanlık olan genç kızın, şehrin pek de makbul olmayan bir semtindeki evine taşınıyor. O andan itibaren meydanı boş bulan oğulları kendilerini büsbütün müziğe vermekte tereddüt etmiyorlar. Beklenmedik bir anda dul kalan zavallı anne ise, oğullarının yanına yerleşiyor; onların müzik kabiliyetini geliştirme yolunda elden gelen gayreti esirgemiyor.
1844 yılının Ekim ayında, bütün Viyana önemli bir olayla sarsılmıştı. Bu olayın, müzik tarihi bakımından da mânâsı büyüktü. Başkentin önemli gazetelerinde, günün birinde, kalın harflerle yayımlanan şöyle bir ilan herkesi şaşırtmıştı:
“Danslı suareye
davet
15 Ekim 1844 Salı günü Hietzing’de,
hava bozuk olduğu takdirde Dommayer’in gazinosunda
Johann Strauss (oğul)
ilk defa kendi orkestrasını idare etmekle şeref duyacak
ve bu arada .eşitli uvertürleri, opera parçalarını
ve kendi kompozisyonlarından birkaçını çaldıracak.
Çok sayın halkın lütuflarını esirgememeleri rica olunur.
Johann Strauss Jun.
Biletler, 30 Kreuzer karşılığı
Krallık Nota Mağazası Pietro Machetti ve Kumpanyasında
Jögerzeil’deki Stierböch kahvehanesinde,
Mariahilf caddesindeki Gabesam ve Puth kahvehanesinde
satılmaktadır.
Biletler gişeden 50 Kreuzere temin edilebilir.
Konsere saat 6’da başlanacaktır.”
Bu ilanı okuyanlar, aynı gün tasavvuru imkânsız bir kalabalık halinde Hietzing’e akmaya başlamıştı. Salon hıncahınç doluydu. Herkes, sahneye, şef yerine geçecek olan zatı merakla kolluyordu. Nihayet genç Strauss göründü. Tıpkı babası gibi hafif adımlarla ilerliyordu. Arkasındaki siyah frak, babasına verdiği zarafeti oğlundan da esirgememişti. Genç Strauss, babası gibi güler yüzlü idi; aile güzelliğine nişane olan siyah uzun saçları, tıpkı babasında olduğu gibi, arkaya atılmıştı. Genç Strauss da, babası Strauss’ı taklit ederek, kemanının yayı ile orkestrasını sevk etmeye başladı. Herkes hayranlıkla seyre daldığı bu güzel manzaradan “Porticili Dilsiz” uvertürünün başındaki Fortisimo ile birdenbire uyanıverdi. İlk olarak dinlenilen bu vals ile bir kadrilin ve bir polkanın arkasından kopan alkış tufanı, kimseyi tahmininde aldatmamıştı. Artık herkes yaşlı Johann Strauss’ın genç Johann Strauss’a istihale etmek [dönüşmek] üzere olduğuna inanıyordu. Hattâ salonda halkın arasında yer almış olan, devrin tanınmış şairi Johann Nepomuk Vogl, “Sabah Gazetesi”nde yayımladığı bir gazetede, aynı günün heyecanını şu satırlarla anlatmak istiyordu: “… Kabiliyet, yalnız bir kimseye inhisar etmiyor, irsen başkalarına da intikal edebiliyor – tıpkı babasındaki melodi zenginliği, tıpkı babasındaki zarif, tesirli enstrümantasyon – üstelik körü körüne bir taklit de değil! Harikulade bir şey!”
İşte bu ilk konserden itibaren yalnız Viyanalılar değil, oğlunun müzik istidadı hakkında o zamana kadar en ufak bir fikir edinmemiş olan Baba Strauss bile hayretten hayrete düştü. Şimdi artık bütün Viyana’da, Baba Strauss’a bir tek rakip vardı, o da Oğul Strauss idi. İlk konserin, Viyanalıların kalbinde yarattığı sevgi, baba ile oğlun arasını bir müddet için düzeltti. Fakat babanın, genç Johann’ın kendi orkestrasına katılması isteği ve daha bazı sebepler, her ikisinin arasına yeniden bir uçurum sokmaya kâfi geldi. Baba oğul bir müddet daha geniş ölçüdeki konserleri ile birbirlerine rekabete devam ettiler. Hattâ memleketin politik durumu, baba ile oğlu ayrı yollarda yürüttü. 1848 ihtilalinde, eski rejime cephe alanlar safında yer alan Oğul Strauss, Patlayış Polkası, Gençlik Şarkısı, Hürriyet Şarkısı ve nihayet Devrim Marşı adlı eserleriyle, kalbindeki vatan sevgisini artık olduğu gibi açığa vurmuştu. Nihayet bir müddet daha oğluna dargın olarak eski konserlerine devam eden Baba Strauss, memleketinin muhtaç olduğu yeniliğe kendi de inanmış, oğlunun yıllara sadakatle hizmet ettiği vatanseverler cephesine günün birinde kendi isteğiyle katılıvermişti. O tarihten itibaren, Baba Struss’ın da Oğul Strauss gibi vatan şarkıları, vatan marşları yazdığı görülür. Baba Strauss, o sıralarda yazdığı kahramanlık marşlarının halk üzerinde yarattığı heyecana bir yıl daha şahit oldu; Londra’ya yaptığı bir turneden Viyana’ya dönüşte, İtalya’da çarpışan muharipler için yazmaya başladığı bir marşın kompozisyonu ile uğraştığı sırada, 23 Eylül 1849’da tam 45 yaşında hayata gözlerini kapadı.
İşin en hazin tarafına gelince: babalarının ölümü haberini alan üç kardeş, analarıyla beraber, Rumpfgasse’deki eve koştukları vakit, onun ölüsünü bomboş bir oda içinde buldular. Emilie Traumpsch, iki küçük kızı ile, taşınması mümkün eşyaları aldığı gibi ortadan kaybolmuş ve izini yok etmişti. Bir zamanlar, sarayın eğlence müziği direktörü unvanıyla başlarda taşınan, koskoca bir devrin kalbine yer etmiş olan Baba Strauss’ın soğumuş vücudu, şimdi kupkuru bir karyolanın üzerinde yatıyordu.
Dillere destan olmuş bir sanat kahramanının, Baba Strauss’ın hayatı, böylece sona ererken, aynı dehaya hükmeden Oğul Strauss, babasının yerini eksiksiz doldurdu; yeni zaferlere hazırlanmakta gecikmedi.