Ulus
4 Ocak 1946
Cuma
Cevad Memduh Altar
8.12.1945 tarihli Ulus gazetesinde, sahne hayatıyla ilgili enteresan bir yazı vardı. “Aktör” başlığını taşıyan ve Haydar Ediskun tarafından kaleme alınmış olan bu yazıda, aktörü tarif etmek ve onu güzel sanatların herhangi bir sınıfına sokabilmek için muharririn [yazarın] bir hayli uğraştığı görülüyor. Bu yazının tatlı olduğu kadar da yormayan bir üslûp içinde akıp giden satırları arasında şu cümlelerle karşılaşıyoruz: “Oyuncu yahut sahne eserlerini oynayan… Her iki anlamda da “aktör” (bir iş yapan adam), (bir işçi) olarak karşımıza çıkmaktadır… Bu kadar karışanı, görüşeni bulunan “işçi”ye hemen hiçbir sanatta rastlanamaz. Bunun için “aktör”e hürriyetsizlik içinde hürriyet kazanmaya çalışan bir esir demek yanlış olmaz sanırım… O halde aktör, bir sanat bölümünde yer almamış bir “işçi”dir… Bu bakımdan aktör diğer bütün işçilerin en bedbahtı ve en talihsizidir. Sonra da o karakterden sıyrılıp kendine gelmeye çalışmak… Bu karakter alışverişi acaba başka hangi “işçi”de vardır? Onun için gerçek bir aktöre: (sahnede şekilden şekle girdikçe, seyircilere başka başka ruhlardaymış gibi görünen tek ruhlu bir tabiat örneği) demek yerinde olur… Önce aktör, sonra seyirciler, yahut önce seyirciler, sonra aktör, fakat bir gün herhalde hepsi birden bu dünyadan göçüp gidecekler ve aktörün kendisi hayatta iken sahnede yaşayan eseri de bu suretle sona ermiş olacaktır”.
Sayın Haydar Ediskun’un aktöre olan aşırı sevgisi yüzünden, onu şu veya bu şekilde tarife koyamadığı anlaşılıyor. Fakat ben, faydalı olur ümidiyle düşündüklerimi söyleyeceğim: Aktör, kolektif iş başaran işçi olduğu için, bir müzik solistinden veya bir orkestra üyesinden tamamen farksızdır. Rejisörün aktörü dirije etmesiyle [yönetmesiyle], orkestra şefinin orkestra üyelerini dirije etmesi arasında hiçbir fark yoktur. O halde icra eden sanatçı, sevk ve idare edilen sanatçı olduğu içindir ki, karışandan ve görüşenden hiçbir zaman mahrum kalamaz.
Aktör, fonetik sanatların bir bölümünde önemle yer almıştır; ve ancak sanat mefhumuna kul köle olan diğer tip işçiler derecesinde bahtlı veya talihlidir. Hele büyük besteci Brahms’ın yakın dostlarının fuzuli iltifatına verdiği cevapta “Sanat bir cumhuriyettir ve ben de bu cumhuriyetin mütevazı bir hemşerisi kalabilmekle iftihar ederim” demesi göz önüne alınırsa, bütün sanatçıların Brahms’ın anladığı mânâdaki cumhuriyetin çeşitli kollarında yerleşip ödevlenmiş olduklarını kabul etmek lazım gelir.
Aktör, şüphesiz bütün insanlar gibi “tek ruhlu bir tabiat örneği”dir. Fakat onu her dilediği ruhta muvaffak eden şey, aktörlük sanatının icap ettirdiği yaratıcılıktan başka bir şey değildir. Tevekkeli ismini şimdi hatırlayamadığım tanınmış bir tiyatro tenkitçisi, aktörü: “Hayatta bilmeyerek yaptığını bilerek yapan adam” diye tarif etmemiş!
Hiçbir sınıfa giremeyen, hiçbir tarife sığamayan aktörün ölümü ile beraber, hayattaki eserini de alıp birlikte götürmesi, yani ölünce unutulması keyfiyetine gelince: Şüphesiz ölen unutulur da, fakat her yüksek sanatçı gibi, hayatında başardığı işlerin önemi derecesinde adı sanat tarihine geçmiş sahne büyüklerinin adedi az değildir. Daha geçenlerde, tabanca patlamadığı için pabuç darbesiyle öldürülen hazırcevap bir Napolyon devri aktörünün, “Eyvah, pabucunuz zehirliymiş!” diye yere yuvarlanmasını, yine Ulus gazetesinde okumuş, hakiki aktörün ağzından çıkan tuluat nevinden bir nüktenin bizi yüz yıl sonra bile katıla katıla güldürebileceğine inanmıştık.