Çankaya M. Mah.
11.12.1964 Cuma
Saat: 18.30
Cevad Memduh Altar
Batıda 17. yüzyılın yarısından 19. yüzyılın başına kadar sürüp giden “Aydınlanma Devri”nin iniş çıkışları arasında, insanlığın dikkatini çeken fikir ve sanat kahramanlarından biri de Ludwig van Beethoven biraderimizdir. Hürriyet ve demokrasiye yönelişin temel kaynağı olan Kant’ın bu uğurda ortaya koyduğu şu kesin formül: “İnsanın kendi rüştsüzlüğünü, gene kendi aklı ile yenmesi!” prensibi Beethoven’i de geniş ölçüde tesiri altına almış olacak ki, büyük sanatçı, hayatı boyunca, iradenin, mukadder sanılan bütün olaylardan insanı halâs edeceğine inanamamıştır. Onun içindir ki Beethoven, büyük Grek filozofu Platon’a ve onun “Devlet yahut Cumhuriyet” adlı eserine bütün kalbiyle bağlanıyor ve böylelikle Descartes, Springer, Locke, Leibnitz yoluyla gelen çeşitli yorumları sanatında tek senteze bağlayabilmenin yolunu arıyordu.
Nitekim bu da oldu ve Beethoven 9. Senfoni’si ile, müspet bilime olan inancını seslerin sanatında da abideleştirmiş, böylelikle Hugo Grotius’un, tabiat kanunlarının tesiri altında yepyeni bir sisteme bağladığı “Devlet” telâkkisi [görüşü] de ilk olarak bu senfonide dile gelmişti; çünkü Grotius, haklı olarak şöyle diyordu: “Tahammülle muttasıf olan [nitelendirilen, tarif edilen] devlet, dine nazaran tarafsızdır ve onun için de tolerandır [hoşgörülüdür]”. Bütün bu cereyanlarla birlikte “Aydınlanma Devri” diye adlandırılan bu çağın, Beethoven sanatına da hükmetmiş olan tefekkür esprisini [düşünce yapısını] şu cümle ile özetlemek mümkündür: “Aklın hakimiyeti ve dolayısıyla nefsin her türlü kölelikten kurtuluşu … hürriyete doğru devamlı bir ilerleyiş doğuracak ve böylelikle üstün bir imana ulaşacak olan insan, ruhen de ulgunlaşıp, ruhsal haz ve mutluluğa erişecektir”.
İşte zamanında Beethoven’i, yükseliş yolunda etkileyen Aydınlanma Devri fikriyatı [düşünceleri], böylesine bir sentezle, çağdaş medeniyetin esas karakterini çizmiş oldu. Halbuki bütün bu uyanış hareketi doğuncaya kadar, Beethoven ve çevresini etkileyen “devlet anlayışı” ve “inanç” nasıl bir manzara gösteriyordu? Bir kere, 18. yüzyıl boyunca Fransa ile Reich arasında bocalayıp durmuş olan Ren Piskopos Prenslikleri arasında Beethoven’in doğduğu şehir olan Bonn kadar, hürriyet ve demokrasiye susamış bir memleket yoktu. Bu arada genç Beethoven de, sanatını, yalnız hürriyet ve bağımsızlığın gerçekleşmesi amacına yöneltmiş, aydınlanma ve yükselişe susayan ruhunu, o sıralarda taassup [bağnazlık] yüzünden binbir güçlükle açılabilmiş olan bir üniversitenin takrirlerine [derslerine] çevirmişti. O tarihlerde yalnız Beethoven değil, bütün Ren halkı Bonn’un kurtuluşunu sabırsızlıkla beklemekte, Bonn Üniversitesi’nin kuruluşunu ise fikir, hattâ din hürriyetinin başlangıcı olarak görmekteydi.
Beethoven’in anavatanı olan Bonn’un, Fransa ve Reich gibi iki dev hegemonya arasında bunalıp kalması kadar tabii bir şey olamazdı. Nitekim memleket, milletin seçim hakkı ile değil, Habsburg sarayının tayini ile gelen Avusturyalı Piskoposlar tarafından idare edilmekteydi. Ağır vergilerle elde edilebilen bütçenin açığını, Fransa krallarından aldıkları rüşvetlerle ancak örtebilen Bonn prenslerine karşı, yıllardır halk, büyük bir itimatsızlık, hattâ düşmanca duygular beslemekteydi. Tayinleri Avusturya imparatorlarına, tasdiki Papalara, bütçesinin ıslahı ise Fransa krallarına ait olan Bonn prensleri, seçimlerde oy hakkı olmayan Bonn halkına karşı daima kayıtsız, daima ilgisizdiler.
İşte 1786’da, Beethoven henüz 17 yaşındayken, Bonn’daki Üniversite, böylesine bir atmosfer içinde kurulabildi. Bunun sebebi vardı. 1786’da Bonn’da ilk üniversiteyi kuran hükümdar, bir süre sonra tarihe karışacak olan Bonn’un son hükümdarı Piskopos Prens Maximilian Franz idi. Hükümranlığının, Bonn tarihinin ancak son senelerine isabet edeceğinin farkında bile olmayan Maximilian Franz, tehlikeyi sezdiği için, o zamana kadar tutulan yolun tamamen aksine olarak, hürriyetin ve demokrasinin savunulması şıkkını [seçeneğini] öngörmüş ve onun için Bonn Üniversitesi’ni kurmuştu.
Liberal bir insan olarak vasıflandırılan Prens Maximilian Franz’ın hürriyet anlayışı, Bonn Üniversitesi’nde ilk olarak okutulmaya başlanan eski Grek edebiyatı, estetik ve güzel sanatlar tarihi ile ilgili derslerin uyandırdığı yankılarda da görülüyordu, çünkü Üniversite eğitim üyeleri arasında yer alan Renli ama Fransız asıllı bir bilgin, yani Beethoven’in felsefe hocası müderris [öğretmen, eğitmen, profesör] Eulogius Schneider, Grek edebiyatı ve sanat felsefesiyle ilgili derslerinde, yayımladığı kitaplarda, Hürriyet ve Yükseliş konularını enine boyuna ele alıyor, Platon’un devlet ve demokrasi prensiplerini her şeyin üstünde tutuyor, dini akıl ve mantığın kabul etmediği hurafelerin dışında ve akılcı (rationaliste) bir görüşle açıklıyor, zamanına göre oldukça modern bir din felsefesine ilk olarak yol açıyor ve böylelikle Katolik olan Bonn’da mutaassıplarla [tutucularla] papazların kinini ve nefretini devamlı olarak üzerine çekiyordu. Nitekim bu hal Papa VI. Pius’a kadar duyurulmuş, Bonn Üniversitesi’ndeki bu tarz eğitim ve öğretim, Papalık tarafından şiddetle tenkit edilmişti [eleştirilmişti]. Ne gariptir ki, Eulogius Schneider aslen bir Cizvit papazı olduğu halde, sırf hürriyet ve tenevvür [aydınlanma] aşkı ile tarikati terk etmiş ve üniversite öğretim üyeleri arasında yer almıştı.
Bonn Üniversitesi’nin bu türlü takrirlerini [derslerini] dinleyen binlerce öğrenci arasında, 17 yaşlarında, uçuk benizli, çelimsiz, sakin görünüşlü, mütevazı bir öğrenci vardı ki, bu gencin kalbi yalnız Bonn için değil, Bonn’la birlikte bütün insanlığın kurtuluşu için çarpıyordu. Bu gencin adı Ludwig van Beethoven idi. Ne yazık ki, Üniversite derslerini, ekmeğini kazanma pahasına ara sıra ihmal etmek zorunda kalan sanatkâr, o tarihlerde yalnız ufak çapta eserler yazmakla kalmıyordu, aynı zamanda şair Hölty, Pfeffel, Gleim, Mathison, Schiller ve Goethe’den seçtiği şiirleri besteliyor, toplum, sanat ve hürriyet için Lied’ler de maydana getiriyordu. Böylelikle, kuzey Amerika Bağımsızlık savaşlarını olduğu kadar, Fransa’daki hürriyet mücadelelerini de dikkatle izlemiş olan genç Beethoven’in, 1791 yılında, 20 yaşında iken, şair Konrad Pfeffel’in bir şiirini bestelemek suretiyle meydana getirdiği “Hür insan” adlı Lied, o tarihlerde gittikçe genişleyen mason edebiyatının yeni bir eser daha kazanmasını gerektiriyordu. Orijinali Londra’daki British Museum’da saklanan bu Lied’in metni aynen şöyledir:
“Kime hür insan denir?
Yalnız iradesine dayanan,
Zalimin keyfine uymayan insana,
Hür insan denir.”
Bu Lied’in yazıldığı tarihten iki yıl önce (1789’da) Paris’teki Bastille Kalesinin zaptını ateşli bir şiir yazarak kutladığı için, efendisi olan Bonn Prensi Maximilian Franz’ın gözünden düşen Eulogius Schneider, saray tarafından kollandığı için, 1791’de gizlice Strasburg’a kaçıyor ve ayı tarihten bir yıl sonra (1792’de) 22 yaşına basan Beethoven de, Bonn’dan Viyana’ya göç ediyor. İki sene sonra (1794’te), Fransa’da ihtilal oluyor; bunun tabii sonucu olarak Ren’deki büyük küçük bütün prenslikler birbirinde kopuyor; Reich dağılıyor; Bonn prensliği ortadan kalkıyor; böylelikle Bonn’daki eski ve yaşlı bir birliğe bağlı olan küçük kilise devletlerinin hepsi tarihe karışıyor. İşte bu sıralarda Beethoven Viyana’da bulunmaktadır ve 24 yaşındadır. Hattâ sanatçı, bir müddet sonra Napolyon âfetinin bütün dünyayı sarsacağını aklına bile getirmeden, Bonn’un akıbetini uzaktan özellikle izlemektedir.
O tarihlerde henüz gelişme çağında olan Beethoven’in, ilk hümanist terbiyeyi hocası müderris Eulogius Schneider’den almış olduğu, hattâ gene hocasının önderliğiyle, Bonn’un tek mason locası olan “İradeli Kardeşler Locası”nda tekris edilmiş olduğu bir gerçektir (1790-1791?).
1792 yılında 22 yaşında ikinci defa olarak Viyana’ya gidip yerleşen Beethoven’in, artık bir daha anavatanı olan Bonn’a dönmesine imkân yoktur; nitekim sanatçının bu yoldaki istekleri gerçekleşmemiş, fakat 1727 yılındaki ölümü tarihine kadar geçen son 35 yıl, Beethoven’in gelişme yolundaki gayretini olağanüstü sonuçlara yöneltmiştir. Bununla beraber, gene bu son devre içinde, büyük sanatçının hayatını karartan önemli bir sağlık arızası da gitgide çoğalmaktadır; nitekim Beethoven sağır olmaya başlamış, günün birinde duyma hissinden büsbütün yoksun kalmıştır. Ne gariptir ki, insan sevgisi gibi, masonik idealin ana prensibine yönelen senfonilerinin en önemlilerini ve bu arada o ünlü 9. Senfoni’sini de, büyük sanatçı, hayatının bu devresinde, işitme gücünden tamamen mahrum olduğu yıllarda meydana getirmiştir. Bakın kendisi de, 1802 yılında yazdığı, meşhur Heiligenstadt Vasiyetnamesi’nde yakınlarına ne diyor: “…işitme hissimin bozulduğunu anlamanın bende yarattığı müthiş bir elemle o derece sarsıldım ki, insanlara yüksek sesle konuşun, bağırın, çünkü ben sağırım dememe de imkân yoktu”. Ama bu halinde bile insanlığa ölmez eserler verdi, sanatın ve sanatçının sosyal seviyesini lâyık olduğu mertebeye yükseltti; bir zaman geldi ki, Viyana’da onu halk ve aristokrasi başta taşıdı; ve Beethoven, hükümdarlarla arkadaşlık etti; sanki o da sanat devletinin hükümranı idi.
Her şeyini olduğu gibi sanatındaki başarısını da yalnız Goethe’ye borçlu olan, devrin tanınmış kadın şairi Bettina Brentano, 1810 yılında, sırf Beethoven’le tanışmak için Viyana’ya gittikten sonra, bütün kalbiyle bağlı olduğu Goethe’ye şu satırları yazmaktan kendini alamamıştı: “…nasıl oluyor da bu ıssız çölde gene yeşeriyorum?... –Bana çığ, gıda, hararet, saadet nereden geliyor?- (Şüphesiz) aramızdaki o sevgiden geliyor, esasen bu sevgi içinde ben de kendimi o kadar sevimli buluyorum ki –Eğer yanında olabilseydim… senin için her şeyimi feda edebilirdim. (Fakat) sana şimdi anlatmak istediğim insan Beethoven’dir ki, o’nun yanında dünyayı da seni de unuttum…”.
Bettina, aynı mektubun bir yerinde de, Beethoven’in kendisine şu sözleri söylemiş olduğunu Goethe’ye bildiriyordu: “Gözlerimi açınca feryat etmeye mecbur kalıyorum, çünkü gördüklerim dinime uymuyor, öyle bir dünya ki, müzik sanatının, bütün hikmetlerin, bütün felsefenin üstünde, en yüksek bir gerçek olduğunun farkında bile değil, müzik öylesine bir şaraptır ki, (insanı) yeni yaratışlara çeker götürür; ve ben de, insanlara bu yüce şarabı sunan, ve onları ruhen mest eden bir Bacchus’üm; onlar kendilerine geldikleri zaman, çok şeyler elde ettiklerini görürler…; Goethe’ye benden bahsediniz ve ona benim senfonilerimi dinlemesini söyleyiniz, bu takdirde müzik sanatının insanı ileri bir irfan âlemine yükselten manevi bir merdiven olması bakımından bana hak verecektir, insanı saran bu dünyayı anlamak istemeyen de gene insanın kendisidir”.
İşte kardeşlerim, dünya dünün birinde böylesine bir insanla karşılaşmanın mutluluğuna ermişti. Nitekim bu insan da, sırası gelince fani dünyaya gözlerini yumdu. Fakat o’nun varlığını insanlığa nimet bilenler, herkese söylenemeyecek sözleri o’na yöneltmekten haz duydular. Nitekim Beethoven 1827 yılı Mart ayının 26ncı günü Viyana’da 56 yaşında ebediyet meşrıkine intikal etmiş ve kendini sevenlerin omzunda toprağa verilmişti. Büyük filozof Kant’ın, “İçimizde ahlâk kanunu, üstümüzde yıldızlı gök!” sözlerini hayatı boyunca sık sık hâtıra defterlerinde tekrarlayan Beethoven için, ölümünden 6 ay sonra (Eylül 1827’de) mezarının henüz biten yapısından dolayı uygulanan törende, zamanın tanınmış edibi Franz Grillparzer bakınız neler söylüyor: “Altı ay önceydi, gene burada aynı yerde duruyorduk; dertleşiyorduk, ağlaşıyorduk; çünkü bir dostu gömmüştük. İşte şimdi gene toplandık, sakin olalım, metin olalım, çünkü bir zafer kahramanını kutluyoruz. Fani hayatın dalgaları onu ebediyetin saf ve bakir denizine indirdi. Şimdi o, sonu olan her şeyden uzaklaşmış olarak parlıyor, geceleyin gökteki yıldız kümeleri gibi. O artık tarihindir. O’nu bırakalım, kendimizden konuşalım.
“Biz buraya bir taş diktik. O’na bir anıt olsun diye mi? Hayır, bize bir işaret olsun diye! Torunlarımız, diz çökecekleri, el bağlayacakları yerin ve o’nun kemiklerini örten öpülecek toprağın nerede olduğunu unutmasınlar diye diktik. Bu taş sade bir taştır, tıpkı o’nun hayatı gibi sade, büyük değil, zaten taş ne kadar büyük olursa, bir insanın değerini anlatmak bakımından o kadar gülünç bir şekilde uzaklaşılmış olur. Üzerinde Beethoven adı yazılı, o halde en ulu arma, erguvan renkli hükümdar hil’ati, prens tacı hep bu taş. Hem biz, tarihe mal olmuş bir insandan böyle büsbütün ayrılırken, asıl yaşayan ve yaşayacak olan ruhu bize kalıyor.
“Sizler, buraya toplanmış olan sizler, bu mezara yaklaşın. Gözlerinizi toprağa dikin, bütün duygularınızı bu insanın sizde bıraktığı hatıralar üzerinde toplayın ve tıpkı sonbaharın soğuğu gibi, bu toplantının verdiği titremeyi bütün iliklerinizde duyun, bu ateşi evinize kadar götürün, o’nu can veren, kurtaran bir ateş gibi evinize götürün, o’nu koruyun, o’nu saklayın!
“Fikir hayatının fakir olduğu şu zamanda, heyecan anları ne kadar ender oluyor. Hepiniz, o’nu düşünerek mutlulaşın! Burada yatan, Tanrı nuruna kavuşmuş bir insandı ve bütün hayatını bir ülkü peşinde koşarak, hep o ülküyü düşünerek, o ülkünün bütün dertlerine göğüs gererek, o ülkü için varını yoğunu vererek geçirdi. Ne eşi vardı, ne çocuğu, ancak bir iki dostu; zevk aldığı şeylerse pek azdı. Kendine hor bakan gözü söker çıkarır ve böylece yürür, yürür, ülküye ulaşıncaya kadar yürürdü.
“Eğer bu karmakarışık zamanda, içimizde biraz olsun birleşme duygusu varsa, o’nun mezarında toplanalım. İşte bunun içindir ki, âşıklarla kahramanlar, şairlerle peygamberler, öteden beri zavallı, harap insanlar, kendilerine dönsünler, nereden gelip, nereye gittiklerini öğrensinler diye yaratıldılar.”