“İş ve Düşünce” dergisi
1 Mart 1956 (İstanbul)
Cevad Memduh Altar
Geçen 1955 senesi evvelce ilan edildiği gibi “Ziya Gökalp Yılı” oldu. Son bir habere göre bu neviden faaliyetler Türkiye dışına da yayılmıştır. Bu habere ve havadise nazaran Türk sanat hareketlerinin değerli bir araştırıcısı olan arkadaşımız Cevad Memduh Bey 13-10-1955’te Bağdat’ta Fünun-u Cemile Akademisi’nde Ziya Gökalp’e dair bir konferans vermiştir. Konferans Türkçe verilmiş, verilirken Irak Maarif Nezareti Başmüfettişi Aziz Sami Bey tarafından paragraf paragraf Arapçaya tercüme edilmiş, büyük bir alâka toplamıştır. Ziya Gökalp sosyolojisi çığırının bedii kolu şimdiye kadar çok sahipsiz olduğundan, sanatkâr olduğu kadar mütefekkir de olan Cevad Memduh’a bilhassa teşekkür ederiz. Konferansın metnini şimdi neşrediyoruz; ileride imkân olursa Arapçasını da neşredeceğiz.i
İnsanlığı meydana getiren millî toplulukların kuruluşundaki gayeyi, yalnız tarihî bir zaruret olarak izaha çalışmak doğru olmayacağı gibi, ilim ve sanat dünyasında elde edilen gelişmeleri sırf tesadüfe atfetmek de doğru sayılmaz. Tarih karşısında müspet bir hükme varmanın en çetin tarafı, kuru bir “determinizm” ile tehlikeli bir “fatalizm”in meydana getirdiği tezatlar arasında en salim yolu bulup meydana çıkarmaktır.
“Yeni Türk sanatından elde edilen neticeler, tarihî ve tabii bir tekâmüle mi, yoksa fatalist bir tesadüfe mi bağlanabilir?” yollu suallerin kolayca halledileceği tabiidir. Şurası muhakkaktır ki Türk fikir ve sanat hayatında meydana gelen bütün gelişmeler, benzeri hareketlerin çoğunda görülen “tarihî” ve “tabii” zaruretlerin müşterek bir neticesidir.
Türk güzel sanatları, 1839 “Tanzimat-ı Hayriyye Reformu”ndan bugüne kadar, yeni Türk tefekkür hayatının ışığında, tabii bir tekâmülün icaplarına [gelişimin gereklerine] uyarak gelişmiştir. Bu gelişme, son 150 yılın fikir ve sanat hareketlerini doğuran tabii bir inkişafın tarihî realizasyonundan başka bir şey değildir.
Türk cemiyeti ve Batılı cemiyetler arasında öteden beri jeopolitik zaruretler ile tabii bir tekâmülün neticesi şeklinde tezahür eden fikir ve sanat münasebetleri, 1839 Abdülmecit Reformundan önce başlamıştı. Onun içindir ki, Türkiye’de 19. asır ortalarına doğru Tanzimat’ın ilan edilmesi kadar tabii bir şey olamazdı. Hattâ bu hareket, daha evvel girişilen siyasi, içtimai ve kültürel reformların tabii bir neticesi mahiyetinde idi.
İstanbul Fatihi II. Mehmet’in İtalya’daki Rönesans hareketlerine alâka duyması, din hürriyetine görülmemiş bir tahammülle yer vermesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın 16. asır boyunca ilim müesseselerini ıslah etmesi, III. Selim’in hayatına mal olan ıslahat planı gereğince “Nizam-ı Cedid”i tesis etmesi, II. Mahmut’un 19. asrın ilk yarısında Yeniçeri Ocağı’nı dağıtıp III. Selim’den yarım kalan inkılabı tamamlaması, nihayet Abdülmecit’in 1839’da “Gülhane Hattı Hümayunu” ile Tanzimat’ı ilan etmesi nevinden belli başlı hareketler, Türkiye’nin milletlerarası değerdeki standart kıymetlere teveccüh etme bakımından göze aldığı yenileme teşebbüslerinin en mühimlerinden sayılır.
Türkiye ile modern dünya arasında Atatürk inkılabından beri vukua gelen kültürel münasebetler neticesinde, güzel sanatların her sahası için, milletlerarası değerde millî bir sanat inkişafı meydana gelmiştir. Hattâ Türk sanatlarının bütün millî sanatlara temel olması gereken müşterek bir ilim ve teknik üzerine bina edilmesi, Atatürk inkılabıyla beraber, bütün sanatların bir arada ve süratle kalkınmasını mucip olmuştur.
18. ve 19. asırlar boyunca, Batı medeniyeti ile Türkiye arasında başlayan fikir ve sanat mübadelesine gelince: 15. asırda Venedik’te resim sanatı; 17. asırda da Hollandalı büyük ressam Rembrandt yoluyla Türk kıyafetlerinin ve Türk halı desenlerinin Batı dünyasında tanınması, Batının sanat yolunda Doğuya açtığı ilk pencere olma vasfını taşımakta idi. Hele Fatih Sultan Mehmet’in kendi portresini yaptırmak için İstanbul’a davet edip sarayında tam bir sene misafir ettiği Venedikli ressam Gentile Bellini de Doğu sanatı hakkında edindiği geniş bilgi ile Batıya dönmüştü. Fakat bu münasebetlerin hiçbiri, 18. ve 19. asırlar boyunca göze çarpan musiki temasları kadar verimli ve müessir [etkili] olmadı.
II. Mahmut’un 1828 yılında, Türk ordusunu Avrupa sisteminde ıslah edip, Avrupa bandosunu kabul etmesinden çok önce, Batıda Mozart ve Beethoven gibi iki sanat dâhisi, sırf Türk musikisinden mülhem Türk marşları bestelemek hevesine kapılmışlar ve bu tasavvurlarını, kendi anlayışlarına göre pekâlâ realize edebilmişlerdi. Hattâ Beethoven muhtelif Türk marşları kompoze etmişti. Avrupalılara sırf egzotik görünüşleri bakımından Türk marşı tesiri yapan bu eserlerin, hakikatte Türk musikisi ile herhangi bir alâkaları olmadığı muhakkaktı. Fakat bu türlü teşebbüsler, ne de olsa karşılıklı bir yaklaşma ve mübadele zihniyetinin mevcudiyetine şahadet etmekte idi. Hattâ Beethoven gibi bir üstadın, bu fikri gerçekleştirme yolunda giriştiği daha mühim bir teşebbüs, sanatkârın en büyük eseri olan 9. Senfoni’sine tevcih edilmişti. Nitekim Beethoven, bu eser için, not defterinde tespit ettiği ilk planda aynen şöyle diyordu: “…senfoninin son kısmında Türk musikisi ile teganni korosu bulunacak”. Böylelikle sanatkâr, 9. Senfoni’nin son kısmında, insan iradesinin zaferini temsil eden bir cümleyi, kendince tasavvur ettiği bir Türk marşının zafer teranesi içinde ibda edebileceğine [yaratabileceğine] kani olmuştu. Bu fikrin daha önceki asırlarda, Avrupa ordularına musiki birliklerinin katılmasına vesile olan Türk “Mehter” takımından mülhem olduğu [esinlendiği] muhakkaktı.
Türkiye ile Batı dünyası arasında gerek fikir, gerek tatbikat yoluyla vaki olan bu türlü temas ve teşebbüslerin hiçbiri, II. Mahmut’un 1828’de Mehter’in yerine ikame ettiği [koyduğu] Avrupa sistemindeki “bando mızıka” kadar Batı ile Doğu arasındaki kültürel mübadeleyi kolayca gerçekleştirmeye vesile olmamıştı. Bu suretle o zamana kadar değişmez bir anane [gelenek] halini almış olan musiki itiyatlarımıza [alışkanlıklarımıza], devrin modern icra vasıtalarıyla yabancı güzellikler arz ediliyor, mahallî sanatla yan yana ve omuz omuza cereyan eden böylesine bir mübadele Batı medeniyetinin beynelmilelleşen müşterek ilim ve tekniğinden memleketimizi de müstefit ediyordu [yararlandırıyordu]. Çünkü milletlerarası değerdeki müşterek ilim ve tekniğin normalize ettiği musiki âletleri, artık bizim memleketimizde de kullanılmaya başlamış, ileri memleketlerin hepsinde faydalanılan bu tür enstrümanları dinleme zevki zamanla bizde de inkişaf etmiş, böylece diğer topluluklara ait millî musiki ibdalarının beynelmilel sanat piyasası yoluyla geniş bir mübadeleye malzeme teşkil etmesi imkânı sağlanmıştı. Nitekim Türk sanatseveri, Tanzimat’tan sonra bu normalize enstrümanlar ile bunlardan teşkil edilen birlikler sayesinde, Batı dünyasındaki millî topluluklara ait musiki ibdalarını severek dinleme itiyadını elde ederken, Batı dünyası da gene aynı âletlerle Türk musikisinin melodi ve renk muhtevasına nüfuz edebilme imkânına sahip olmuştu. Görülüyor ki, sanat yoluyla da açıklanan millî düşünüş ve duyuşlar, milletlerarası müşterek ilim ve teknikten faydalanarak ifade edildiği takdirde, yalnız mahallî bir sanattan çok daha ileri giderek, bütün bir insanlık için kıymetlendirilmiş oluyor.
Türkiye’de II. Mahmut inkılabıyla, sanatta yalnız musiki sahasında başlayan bu türlü bir yenileme, 1839 Abdülmecit Reformu ile birlikte plastik sanatlar sahasına da sirayet etmişti [bulaşmıştı]. Hiç şüphe yok ki, Tanzimat’la beraber, asırlardan beri tek plan üzerine kurulmakta olan Türk minyatürü, tıpkı musiki sanatında olduğu gibi, yerini üç buutlu [boyutlu], müteaddit planlı, hacimli, yani kısaca perspektifli yeni Türk resmine terk etmişti. Böylelikle resim sanatımız da milletlerarası değerdeki müşterek ilim ve teknikten faydalanmak suretiyle sırf mahallî bir ifade olmaktan kurtulmuş, beynelmilel sanat dünyasına da mal olma yolundaki inkişafını idrak etmişti. Resim sanatında görülen bu hareket, Tanzimat-ı Hayriyye’nin ilanını müteakip başlamıştı. Edebiyat ve mimari için de şüphesiz aynı reform varitti [geçerliydi]. Büyük mimarımız Koca Sinan’a, büyük şairlerimizden Fuzuli ve Nedim’e daime hayran kalacağımız muhakkaktı. Fakat bugünün edibi [edebiyatçısı] ile mimarının, mazinin [geçmişin] üslûbunu taklit ederek, aynı teknik ve anlayışta eser meydana getirmesine de imkân yoktu. Her devrin sanatkârı, geçmişin özlü ananelerinden feyiz alarak, geleceğe teveccüh edecek, böylece tekâmül kanununun hükmü yerine gelecek, sanat ve sanatkâr, tarihî ve tabii bir inkişafın seyri içinde kemale [olgunluğa] erecekti.
Son asrın büyük Türk mütefekkiri [düşünürü] rahmetli Ziya Gökalp’in edebiyatımız için vazettiği formül ne kadar vecizdi! Güzel sanatların bütün şubelerine aynen teşmil edilebilen [kapsayabilen] bu formülde Ziya Gökalp şöyle demekteydi: “…asrın mefhumlarından mürekkep [kavramlarından oluşan] manevi bir lisanı vardır ki, her dil ona intibak etmek [uyum sağlamak] mecburiyetindedir”. Gökalp’in bu formülü, daha çok Atatürk inkılabından beri müzik, resim ve diğer sanatlarımızdaki lisanî bünyenin, yani ifade ve beyanın inkişafı [gelişmesi] bakımından tamamen tahakkuk etmiştir [gerşekleşmiştir]. Nitekim memleketimizde 19. asrın başından beri birbirini takip eden reform ve inkılap hareketlerinde, hep Ziya Gökalp’in bu formülündeki edebiyat için işaret edilen lisanî bünyeye teveccüh edilmiş [yönelinmiş], böylelikle asrın ifade hususiyetini bütün sanatlarda icabı gibi açıklayacak milletlerarası müşterek değerdeki ilimden ve teknikten faydalanma çaresine başvurulmuştur. Fakat asıl Atatürk inkılabıyla beraber Türk sanat zevki, “…asrın mefhumlarından mürekkep…” bir sanat diline gereği gibi istihale edebilmiştir [dönüştürülebilmiştir]. İşte bu nokta, büyük mütefekkirimiz Ziya Gökalp’in diğer bir formülünün realizasyonu mahiyetindedir. Gene Ziya Gökalp’in ifadesiyle: “Hayatın özü, yaratıcı bir tekâmüle boyun eğiyor; hars [kültür] hayatı, bütün kuvvet ve salâbetiyle [gücüyle] medeni hayatın inkişafını benimsiyordu”.
Türkiye’de reform gayretleri, en çok 1923 yılıyla beraber güzel sanatların her koluna şuurlu [bilinçli] bir yenileme imkânını sağladı. Hattâ büyük arkeolog ve ressamımız Osman Hamdi Bey’in gayretiyle kurulan ve bugün 75. yaşını idrak etmiş olan “İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi” de en verimli hamleyi Atatürk inkılabıyla birlikte yaptı. Musiki, tiyatro ve opera sanatları da hakiki doğuş, kuruluş ve yükselişlerini, gene Atatürk inkılabıyla idrak ettiler. 1828 yılında Gaetano Donizetti tarafından kurulan “Musika-yı Humayun” adlı senfoni ve armoni mızıkası birlikleri, Atatürk inkılabıyla beraber millete mal edilerek, vatandaşın musiki zevkini yükseltme hizmetiyle görevlendirilmiş, milletlerarası değerdeki musiki repertuvarının en mühim eserlerini, zamanla sanatseverlerimize tanıtıp sevdirmişti.
Nihayet son 30 yıl içinde Avrupa’nın belli başlı sanat merkezlerinde modern ilim ve tekniği öğrenme yolunda akademik tahsillerini ikmal edip yurda dönen heykeltıraş, ressam, mimar ve kompozitörlerle virtüozlarımız mühim vazifeler almışlar, millî ve modern Türk sanatı yurt içinde olduğu gibi yurt dışında da tanınmaya başlamış; 1935-1936 yılında yerli ve yabancı mütehassısların [uzmanların] yardımıyla Ankara’da ilk “Devlet Konservatuvarı” kurulmuş; İstanbul ve Ankara’daki güzel sanatlar müesseselerinin yüksek devrelerinden mezun olan elemanlar iş başına geçmiş; Ankara’da ilk Devlet Tiyatrosu ve Operası tesis edilmiş; halen 19 yaşını idrak eden bu müessesede, Devlet Konservatuvarı mezunlarına geniş bir çalışma sahası temin edilmiş; milletlerarası opera ve tiyatro repertuvarının tanınmış eserleri, Türk diline ve millî tiyatromuz repertuvarına intikal etmiş; yeni sanat musikisinin muhtelif nevileri ile Türk ressam ve heykeltıraşlarının eserleri, yurt içinde ve dışında tertiplenen sergi, galeri, konser ve festivallerde büyük alâka toplamış; şehirlerimizin imar kalkınmasında vazife alan genç mimarlarımız arasında, memlekete değerli eserler kazandıran sanatkârlar yer almış; yeni Türk kompozitörlerinin eserleri dünyaca tanınmış tabiler [basımcılar] tarafından neşredilmiş; Türk ses ve enstrüman virtüozları Avrupa’nın belli başlı sanat merkezlerindeki konser salonlarında ve sahnelerde, Batılı koleglerinin [meslektaşlarının] yanında şerefle yer almış; akademik tahsil görmüş orkestra şeflerimiz yerli ve yabancı eserleri idare etmek üzere, Avrupa’nın tanınmış orkestraları tarafından davet edilmiş; modern kompozitörümüz Ahmet Adnan Saygun’un XIV. asrın Türk mutasavvıfı Yunus Emre’nin Divan’ını işleyerek meydana getirdiği “Yunus Emre Oratoryosu” ilk olarak 1947 yılında Paris’in en büyük orkestrasıyla korosu tarafından icra edilip büyük akisler yaratmış; modern bestekârlarımızın (Akses, Alnar, Erkin, Rey, Saygun) muhtelif formlardaki eserleri Avrupa konser programlarında yer almış ve milletlerarası musiki manifestasyonları icra edilmek suretiyle sanat dünyasına da mal olmuş; nihayet Saygun’un “Kerem” adlı operası Ankara Devlet Tiyatrosu repertuvarının bir numaralı millî operası olarak ilk önce 1953 yılı kış mevsiminde muvaffakiyetle sahneye konmuştur. Ankara Belediye Orkestrası’yla birlikte, memleketteki büyük senfoni orkestrasının adedi üçe çıkmış olcaktır. Diğer taraftan Ankara’da bulunan millî opera binasından maada, inşaatı 3 seneye kadar ikmal edilecek olan 1700 kişilik diğer bir tiyatro ile İstanbul şehri de yeni bir binaya kavuşacak ve Ankara Devlet Tiyatrosu Umum Müdürlüğü bu binada ayrıca bir “İstanbul Devlet Tiyatrosu ve Operası” kuracaktır. Böylelikle İstanbul’un ananevi sahnesi olma vasfını taşıyan Şehir Tiyatrosu’ndan maada, ikinci bir tiyatro ve opera sahnesi de bu büyük şehrin sanat müesseseleri arasında yer alacaktır.
Bütün bu hareketlerin yanı başında, 1936 yılında Dolmabahçe Sarayı’nın eski Veliaht Dairesi’nde kurulan “Devlet Resim ve Heykel Müzesi” de, 20 seneye yaklaşan hayatı içinde, muhtevasını zenginleştirmiş, Türk resim ve heykel sanatının Tanzimat’tan sonraki bir asırlık inkişafını tanıtacak bir müze olma vasfını kazanmıştır.
Halen 16. yılını idrak eden “Devlet Resim ve Heykel Sergisi” de, her yıl başkentimiz Ankara’da, Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi salonlarında bir ay müddetle açılmakta ve muhtelif sanat anlayışlarına mensup olan ressam ve heykeltıraşlarımıza eserlerini bir arada teşhir edip [sergileyip] sanatseverlerimize topluca tanıtma imkânını sağlamaktadır. Bu yıllık sergi, Ankara’daki teşhiri müteakip, yurdumuzun diğer şehirlerine de götürülmekte ve sanatsever vatandaşlarımıza gösterilmektedir. Bu sergi, ilk olarak memleket dışında Bağdat’a getirilmiştir.
Yukarıda zikredilen gayret ve hareketlerde mündemiç [yatan] ruh ve mânâ, medeni âlemin teknik imkânlarından faydalanmak suretiyle, millî tehassüse [duygulanışlara] milletlerarası değer vermek ve özlü ananelerimizi tazelemek esasına dayanmaktadır. Nitekim Türk mütefekkiri Ziya Gökalp, tekâmüle engel olan ananeleri birer “kısır kaide” olarak vasıflandırmakta ve bu türlü kaidelerle hayatiyetini muhafaza eden ananeleri birbiriyle mukayese ederken şöyle demektedir: “Her biri müstakil ve mutlak bir âlem olan kaideler, oturdukları yerlerde oturdukları gibi kalırlar; bir istikbal [gelecek] vücuda getiremezler. Anane ise, ibda ve terakki [yaratış ve ilerleyiş] demektir. Çünkü anane, muhtelif anları birbirine zeveban etmiş [geçmiş] bir maziye, arkadan muharrik [harekete geçiren] bir kuvvet gibi ileri doğru iten tabii bir cereyana [akıma] maliktir ki, daima yeni inkişaflar, yeni initaflar [katlanarak büyümeler] tevlit edebilir [meydana getirebilir]. Anane, kendi başına velut ve mübdi [verimli ve yaratıcı] olmakla beraber, ona aşılanan yabancı yenilikler de damarlarındaki hayat suyundan feyiz alarak canlanır ve adi taklitte olduğu gibi çürüyüp düşmez”.
Ziya Gökalp’in bu değişmez formülüne göre, Türk sanatındaki özlü anane ile millî ve harsî [kültürel] olan ruhun yabancı yeniliklerde yeşerip feyizlenmesi, ancak günün medeni bünyesinin icap ettirdiği müşterek ilim ve teknikten faydalanmakla mümkün olabilmiştir. O halde ilim ve teknik, ruha daima bir yenilik verecek, dolayısıyla bütün bir anane yepyeni bir hayatı idrak edecek, yeni initaflar doğuracak, böylece güzel sanatlar da, daimi bir inkişafa mazhar olacaktır.
Görülüyor ki, bir taraftan millî ve harsî bünyemizin ruh, mânâ ve ifade hususiyetlerine bağlanan, diğer taraftan medeni dünyanın ilim, fen ve teknik vasıtalarından istifade eden Türk sanatkârı, günün anlayışını ve ihtiyacını icabı gibi karşılaması gereken yeni Türk sanatını yaratma yolunda bütün gayretleriyle çalışmaktadır. Türk sanatkârının biricik gayesi, sanat muhalledatımız [değerlerimiz, varlığımız] ile folklor kaynaklarımızdan mülhem [esinlenen] mânâ ve ruhu, yeni Türk sanatının bütün kollarında değerlendirerek sanat dünyasına mal etmektir. Çünkü sanatın hiç değişmeyen bir düsturu vardır ki, Türk sanatkârı da bu düstura samimi olarak inanmıştır. Asil sanata bağlı bütün sanatkârların hedef bildiği bu düstur, hakiki ifadesini şu küçük cümlede bulmuştur: “Sanatların en millî olanı, en milletlerarası değerde olanıdır”.