Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİMAKALELER

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

BÜYÜK DEVLET ADAMI KOCA REŞİT PAŞA'NIN KİŞİLİĞİ VE İCRAATI ÜZERİNE

            Osmanlı topluluğu, Cumhuriyete kadar padişahlık ile halifeliği kişiliğinde birleştiren tek otoritenin mutlakiyetçi teokratik yönetim iradesine boyun eğerek varlığını sürdürebilme zorunluluğu içindeydi. Durum böyleyken, Abdülmecit’in (1823-1861) 16 yaşında tahta çıkar çıkmaz ilan etmiş olduğu Tanzimat Fermanı’nda (1839) olduğu gibi, 1856 Islahat Fermanı’nda da aşağıdaki anlam ve kavramların, padişahın ağzından halka ve yönetimde önemli mevkiler işgal eden devlet ricaline duyurulduğunu görüyoruz:

            1839 Tanzimat Fermanı’nda:
 “…Emniyet-i can ve mahfuziyet-.i ırz ve namus ve mal…”

1856 Islahat Fermanı’nda:
“…Hatt-ı Humayunum ile ve Tanzimat-ı Hayriyyem mucibince her din ve mezhepte bulunan kâffe-i taba-i Şahanem hakkında bilâ istisna emniyet-i can ve mal ve mahfuziyyet-i namus için…”

            Görülüyor ki, her şeyden önce kişinin öz hayat sahasını emniyet altına alan bu unsurlarla, padişah devleti, esas kuruluşa düzen getiren bir insanseverlik ilkesi üstüne oturtma yolunda millete söz veriyor ve bu söz, Türkiye’de ilk olarak “mutlakiyetçi” yönetimden kendine özgü bir şartlı yönetime geçişin, hattâ ve hattâ daha sonraki yıllarda (1876/1908) gelen iki Kanun-u Esasi’nin [anayasanın] müjdecisi sayılması gereken bir hükümet yemini olmanın niteliğini taşıyor; ama yönetim gene de bir tür mutlakî yönetim olmaktan ileri gidemiyor.

            Devletin binbir dert ve imkânsızlık içinde kıvrandığı 1856 yılında yeni bir düzenlemeyi daha harekete geçirmek zorunda kalan padişah, yönetimde yasalaşmayı öngören inisiyatiflere de el atıyor ve 1856 Fermanı’nda şu ilkelere yer veriyor:

            “…Asar-ı medeniyet ve malumat’ı müktesebenin icabettirdiği ıslahat…”
“…Meclis-i Valânın azası gerek adi ve gerek fevkalâde vukubulan içtimalarında rey ve mütalâalarını doğruca beyan ve ifade etmeleri ve bundan dolayı asla rencide olunmamaları…”

            Bütün bu idealist, hattâ bir bakıma pragmatist reform isteklerinin, alışılmamış olmasına rağmen, 1839 yılında henüz 16 yaşında olan Abdülmecit’in Islahat Fermanı’na konabilmesini acaba hangi kafa, hangi el başarıyor? Hiç şüphe yok ki, sadece ve sadece Sadrazam Koca Reşit Paşa’nın (1800-1858) azimli kararı, her iki Fermana da insan sevgisine yönelik ilkeler katabilmede başlıca etken oluyor.

            Devlet yönetiminde, mümkün olmayanı mümkün kılan devlet adamlarımız arasında, yükümlendiği hizmetin boyutlarına göre bir de Sadrazam Koca Reşit Paşa’nın bulunduğunu unutmamak gerek. 58 yıl gibi oldukça kısa bir ömrün gel-gitleri içinde Reşit Paşa neler yapıyor? Her yani delik deşik bir devlet gemisini selamet kıyısına ulaştırma yolunda cesaretle göze aldığı manevralarda, Reşit Paşa’nın devleti tehlikelerden koruma yolunda sarsılmaz bir inançla giriştiği politika eylemleri nelerdir? Şimdi bu sorunları çözümleyebilmek için, II. Mahmut döneminin sarsıntıları içinde yönetime el koyan bu gözüpek devlet adamının hayat grafiğine eğilelim:

            Beyazıt camiinin yanı başındaki, kendisi gibi alçak gönüllülüğü simgeleyen küçücük türbede, 127 yıldır sonsuzluğa terk edilmiş olan Sadrazam Koca Mustafa Reşit Paşa, Gazi Sultan Beyazıt Evkafı Ruznamesi’ne göre 1800 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş ve 1858 yılında ölmüştür. Mustafa Reşit Paşa, 1837-56 yılları arasında sık sık meydana gelen kesintilerle Hariciye Nazırlığı sorumluluğunu üstlenmiş, 1838 yılında mülki paşalığa yükseltilerek Paris ve Londra elçiliklerine atanmış, 1840-45 yılları ile 1852 ve 1855 yıllarında, yalan ve iftiralarla padişahın gözünden düşürülerek devlet gemisinin dümeni elinden alınmış; her şeye rağmen, oldukça kısa sayılabilecek bir ömür içinde yedi kez Sadrazamlığa getirilmiştir (1846, 1848, 1852, 1852, 1854, 1856, 1857).

            Koca Mustafa Reşit Paşa, 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile, Türkiye’de ilk olarak devlet yönetiminde reform hareketinin öncüsü olmuştur. Reşit Paşa, 1840 yılında da devlete karşı kafa kaldıran, düzenlediği bir ordu ile Suriye’yi ele geçirip Nizip bozgununa sebep olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’ya, İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya’yı, dörtlü bir anlaşma halinde, Türkiye ile birlikte Mısır’a karşı yaptırım uygulama yolunda birleştirmeyi başarmıştır; ve İbrahim Paşa’nın, Osmanlı ordusunu Nizip’te yenmesinin yarattığı büyük acı, ancak böylesine bir anlaşma ile kısmen olsun giderilebilmiş, devletin şeref ve haysiyeti bu yoldan korunabilmiştir.

            Mustafa Reşit Paşa’nın, kısa bir ömür içindeki ikinci büyük başarısı da, Mehmet Ali faciasından 13 yıl sonra patlak veren Rus saldırısına karşı, İngiltere, Fransa ve Sardunya devletleri ile bir antlaşma aktederek, İngiltere ve Fransa’nın savaşa fiilen katılmaları suretiyle, Kırım Savaşı’nı başlatması ve savaşı zaferle sona erdirerek devleti gene korkunç bir felaketten kurtarmış olmasıdır (1854-56).

            Mustafa Reşit Paşa’nın büyük hizmetlerini yeterince anlayabilmek için, Türkiye’mizin ve Batının yüz yıl önceki durumunu iyi bilmek gerekir. Yeniçeri Ocağı’nın dağıtılmasından sonra (1828), kötü ve tutarsız yönetimin doğurduğu tehlikeli sonuçlar göz önüne alınırsa, o dönemin önemi açıkça belirtilmiş olur. Yeniçeri Ocağı’nın yeniden düzenlenebilmesinin mümkün olmadığını iyice anlamış olan Sultan Mahmut, bir yandan ocağı zorla ortadan kaldırmış, bir yandan da dıştan gelen sınırsız güçlüklerin giderilmesi için olağanüstü çaba harcamıştır.

            Mora isyanı ve bunun sonucu olarak Yunanistan adıyla bağımsız bir devletin kurulması, Yeniçerilerin isyanı ve ocağın silah zoruyla dağıtılabilmesi ve nihayet Ruslarla savaş gibi önemli olaylar, Türk ulusunun maddî manevî gücünü bir hayli sarsmış, devletin bu korkunç olayların etkisinden bir an önce kurtulabilme yolunda yoğun çaba harcadığı sıralarda ise Mısır Valisi Mehmet Ali’nin isyanı ortaya çıkıvermişti. Ne var ki bu derece karmaşık bir dönemde, kaderin cilvesi, Sultan Mahmut’un, bir süredir gözden düşmüş olan Mustafa Reşit Paşa’ya ister istemez elini uzatmasını gerektirmiş ve Paşa yeniden iş başına geçmiştir.

            Şimdi biraz da gerilere dönelim ve Mustafa Reşit Paşa’nın henüz çocuk denilecek yaşlardayken karşılaştığı olaylardan edindiği izlenimleri gözden geçirelim:

            Mustafa Reşit, eniştesi Ispartalı Ali Paşa 1815 yılında Seraskerlikle Mora’ya gönderildiği zaman henüz 15 yaşındaydı ve eniştesi onu Mora’ya yanında götürmüştü. Küçük Reşit, Mora karışıklıklarını yakından görmüş ve bundan doğacak kötü sonuçları daha o yaşlarda gereğince anlamıştı. Altı yıl sonra 21 yaşını da arkaya atmış olan Mustafa Reşit’i, eniştesi Ali Paşa, Sadrazam olduktan sonra da gözden uzak tutmadı. O tarihlerde Reşit Bey, Davut Paşa civarında eski ve harap bir evde oturuyor, hele çevrenin yoksulları, hastaları, kimsesizleri onu yakından ilgilendiriyor, herkesin derdini dinleyip gücü yettiği kadar yardımcı olmaktan büyük haz duyuyordu. Ne var ki geçim zorluğu kendisini de oldukça etkiliyordu.

            Mustafa Reşit beyin yardımseverliğine örnek olarak şu olayı anlatırlar: Davut Paşa’da, Ali Baba diye anılan bir komşusu, 20 kuruş borcunu vaktinde ödeyemediği için, kapısına zaptiyenin geleceği Reşit beye duyurulur. Reşit bey buna çok üzülür; gözü gibi sevdiği bir yazı takımını gizlice rehine vererek sağladığı 20 kuruşla Ali Baba’nın borcunu öder ve bunun neden sonra farkına varılmış olmasına da fena halde canı sıkılır. Görülüyor ki Sadrazam Koca Reşit Paşa, insen sevgisine yönelik “altruist” (yani başkalarının derdiyle ilgilenme) felsefesine daha o  yaşlarda başlanmış bulunuyor

            Mustafa Reşit bey 1828 yılında 28 yaşında Bab-ı Âlî Mektubî Kalemi’nde kâtip olarak göreve başlamakla devlet hizmetine girmiştir. Tam bu sıralarda Rusya, Yunanistan’ın bağımsızlığa kavuşmasını bahane ederek Türkiye ile savaşa girmiş, iki yılı aşmayan bir süre içinde savaş aleyhimizde neticelenmiş ve Yunanistan bağımsız devlet statüsünü elde etmişti. İşte Sultan Mahmut’un, bu savaşın sorunlarıyla yükümlü kılmış olduğu Sadrazam Selim Paşa, cepheye giderken Reşit beyi de Mühürdar olarak yanına aldı. Sultan Mahmut, Sadrazamın savaşla ilgili raporlarını, Bab-ı Âlî Mektubî Kalemi’nde görevi icabı inceleyen kalem sahibinin, olayları görüş, anlayış ve yorumlayıştaki isabetine hayran olmuş ve raporları tanzim edenin kim olduğunu Sadrazama sormuş; padişahın dikkatini çeken kalem sahibinin Reşit bey olduğu anlaşılmıştı. Nitekim bir süre sonra Reşit beyin siyasal olaylar karşısındaki isabetli görüşlerinin devleti yıkılmaktan kurtaracağına inanan padişah, Reşit beyi Fransa Devleti nezdine, 34 yaşında, elçi olarak göndermekte tereddüt etmedi.

            Reşit bey Paris’e giderken Viyana’ya da uğrayıp Başbakan Prens Metternich ile görüşmeye önem verdi. Metternich, Reşit beyi olağanüstü ilgiyle karşıladı ve bu karşılaşmanın sonucu Türkiye için yararlı oldu.

            Reşit beyin Paris elçiliğine atanmış olması, iki önemli amaca yönelikti. Bunlardan biri Mısır sorununun çözümü, öteki de devlet yönetiminin bir düzene sokulmasıyla ilgili tedbirleri alma amacıyla araştırma ve incelemeler yapmak, gerekli bilgileri toplamak ve padişahın üstünde önemle durduğu Fransız dilini iyice öğrenmekti.

            Bası siyasal sorunlar üzerinde İngiltere ile karşılaşmayı zorunlu gören Sultan Mahmut, Paris elçisi Reşit beyi kısa bir süre sonra Londra’ya elçi gönderdi. Reşit bey, İngiltere kralı William’ı, Türkiye’nin Batıdaki siyasal prestijinin korunmasının Avrupa için ne derece yararlı olacağını kanıtlar nitelikteki görüşlerine iyice inandırdı. İşte Reşit beyin bu başarısı, kendisinin Hariciye Nazırlığı’na getirilmesi düşüncesine yol açtı; o sıralarda Avrupa devletleriyle ilişkilerin önemini özellikle ele alan yönetim, Reşit beyin Hariciye Nazırlığı sorumluluğunu üzerinde kalarak, paşalık unvanı ve büyükelçilik payesiyle gene Fransa’ya elçilikle gönderilmesini uygun gördü. Hattâ Paşa Paris’e gitmek üzereydi ki kendisinin Bab-ı Âlî’de bulunmasının Paris’te olmasından çok daha yararlı olacağı göz önüne alındı ve Mustafa Reşit Paşa böylece gene İstanbul’da alıkonuldu. Bir müddet sonra Reşit Paşa’nın, Hariciye Nazırlığı üzerinde kalmak suretiyle Londra’ya gönderilmesi zorunlu görüldü ve Paşa Londra’ya gitti. Görülüyor ki Mustafa Reşit Paşa, devletin işlerine gereken düzeni verme yolundaki tereddütlü çabalar içinde bir türlü paylaşılamıyor!

            Koca Mustafa Reşit Paşa’nın sorumluluk anlayışındaki sürekli gelişimin de kısmen neden olduğu bütün bu iniş çıkışlar, yönetimde sözü geçen bazı kimseler arasında kıskançlık ve iftira türünden kötü tutkuları kamçılamaktan geri kalmıyordu. Nitekim Abdülmecit’in tahta çıkışında (1839) İstanbul’a gelen Mustafa Reşit Paşa, Bab-ı Âlî’ye giderek Sadrazam Hüsrev Paşa’ya, devlet umuru ile ilgili çalışmaları üstünde bilgi vermek istemiş ve Sadrazamla bir hayli görüşmüştü. Hüsrev Paşa, genç elçiyi görünürde güler yüzle kabul ettiği halde, onun yoluna engel olmamasını sağlayacak planları için için geliştirmeyi de ihmal etmedi; Hüsrev Paşa’nın, eşine rastlanması güç bir entrika olan planı şuydu:

            Yaşlı Sadrazam Hüsrev Paşa, Abdülmecit’in cülus töreninde İstanbul’a gelip kendisini ziyaret eden Mustafa Reşit Paşa’ya şöyle der: “İstanbul’a geliş sebebinizi ve üzerinizde bulunan Hariciye Nazırlığı görevini de yürütmeye başladığınızı, padişah hazretlerine, yazılı olarak (ariza ile) arz ediyorum. Bu arizayı saraya siz kendiniz götürürsünüz; durumu kendiniz arz edersiniz; hem de padişaha bağlılığınızı, zat-ı şahaneye bizzat arz etme görevini de kendiniz yerine getirirsiniz”. Akıllılığı nispetinde ruh temizliğinden gelen bir saflığa da sahip olan Mustafa Reşit Paşa, yaşlı vezirin sunduğu arizada neler olduğunu bilmez ve yazıyı saraya götürerek Başmabeyinci eliyle padişaha arz eder.

            Henüz 16 yaşında olan padişah Abdülmecit, yazıyı okur okumaz hiddetinden kâğıdı fırlatıp atar ve Reşit Paşa’yı çağırtır. Reşit Paşa, huzura girer. Abdülmecit ondan, Türkiye’nin Batı ile olan ilişkileri ve zamanın nezaketi içinde Batılı devletlerin Türkiye’ye yönelik tutumları üstünde geniş bilgi alır. Bu arada Mustafa Reşit Paşa, padişaha, devletin selamete kavuşması ve yönetimin ıslahı için ne gibi tedbirlerin alınması gerekeceği üstündeki görüşlerini düşündüğü gibi açıklar. Bunun üzerine padişah, Sadrazam Hüsrev Paşa’nın Reşit Paşa hakkındaki arizasına lâyık olduğu cevabı gene yazılı olarak verir. Padişahın düşündükleri ile Hüsrev Paşa’nın yazdıkları arasında büyük bir tezat vardır. Genç padişah, Hüsrev Paşa’nın gönderdiği yazıyı, Mustafa Reşit Paşa’ya okutmakta sakınca görmez; hattâ Paşa’yı teselli eder ve hiçbir endişeye kapılmamasını tavsiye eder. Meğer Hüsrev Paşa, üstelik Reşit Paşa’nın eline vererek padişaha sunmasını istediği arizada, Hariciye Nazırı’nın, memleket örf, adap, âdet ve gelenekleriyle bağdaştırılamayacak tutum ve davranışlarından ötürü, vücudunun ortadan  kaldırılması için padişahtan ferman istirham ediyormuş!

            Mustafa Reşit Paşa, padişahın davranışına şükranını arz ederek saraydan ayrılır ve görevini yürütmeye devamının uygun görüldüğü hakkındaki yazılı emir ve fermanı, Sadrazam Hüsrev Paşa’ya, sanki hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi verir; Sadrazam ise, böyle bir sonuç karşısında büyük hezimete uğramış ve ne yapacağını bilemez hale düşmüştür.

            Koca Mustafa Reşit Paşa’nın ilk girişimi, Suriye’yi savaşla ele geçiren asi Mehmet Ali ile Mısır sorununu halletmek oldu (1839). Bunun için Londra’da, Rusya, İngiltere, Avusturya ve Prusya’nın katılmasıyla toplanan konferansta (1840), o ünlü protokol imza edilerek şu yolda sonuçlandı: Mehmet Ali, bu protokole, anlaşma gereğince on gün içinde olumlu cevap vermediği için, kendisine Osmanlı sultanının himayesi altında sadece Mısır eyaleti Valiliği verildi ve Mehmet Ali böylece Suriye’den çekilmek zorunda kaldı. Bu durum hiç şüphesiz kaybedilmiş bir savaştan sonra Mustafa Reşit Paşa’nın devletin itibarını tamir yolunda elde ettiği olağanüstü bir zaferdi.

            Padişah Abdülmecit, bu başarısından dolayı Reşit Paşa’nın göğsüne murassa nişanı kendi eliyle taktı. Böylelikle Koca Reşit Paşa’nın, Türkiye’nin Avrupa devletleri arasında lâyık olduğu önemi yeniden elde etmesinde ve bağımsızlığının zedelenmemesinde büyük rolü oldu. Tarihimizin o dönemlerinde de çoğunlukla aleyhimizde olan Batı, sırf Mustafa Reşit Paşa’nın insanüstü gayretiyle, Türkiye’nin varlığının kendi yararları gereği olduğunu er geç anladı ve Mısır faciası da ancak bu yoldan lehimizde sonuçlandırılmış oldu.

            1849 yılında Macaristan’ın bağımsızlığı için meydana gelen başkaldırmada Türkiye’ye sığınan Macarları, Avusturya ile Rusya’nın sürekli baskısına rağmen, Reşit Paşa, devler hukukuna aykırıdır diye iade etmedi; ve bu konuda verilen notalara kesinlikle ret cevabı verdi. Reşit Paşa’nın hele o tarihlerde göstermiş olduğu bu derece güçlü direnç, birçok yabancı ülkenin takdirine neden olmaktan geri kalmadı. Nitekim Mustafa Reşit Paşa’nın, Batıda etkisini gösteren büyük başarıları sayesindedir ki zamanın İngiltere, Fransa gibi güçlü devletleri, Avrupa’da siyasal dengenin Türkiye’siz bozulacağı gerçeğini önemle göz önüne alma zorunluluğunda birleştiler.

            Ne var ki Kırım savaşı’na neden olan Rus teklifleri, Viyana Konferansı’nda görüşülürken, Türkiye’nin ileri sürdüğü değişiklikleri Rusya kabul etmemekte ısrar edince, önce Batının dört büyükleri, Bab-ı Âlî’ye ortak bir nota vererek, Rus teklifinin kabul edilmesi hususunda baskı yaptılar; hattâ aksi takdirde herhangi bir yardımda bulunamayacaklarını açıkça bildirmekten de çekinmediler. Bunun üzerine, yönetimde ileri gelenlerin bu baskıyı kabulde birleştiklerini üzülerek gören Reşit Paşa, bu tehditlerin ciddi olmadığını inandırıcı kanıtlarla ortaya koydu ve baskıyı kabul edenlerin oylarını kendi anlayışı doğrultusunda değiştirmelerini sağlayarak, selamet yolunu bulmakta gene de başarılı oldu.

            Koca Reşit Paşa’nın cesareti ve ileriyi görmedeki isabeti sayesindedir ki Kırım Savaşı başlar başlamaz, İngiltere ve Fransa işin ciddiyetini anlayarak Türkiye’nin yanında savaşa katılmışlar, hattâ o tarihlerde siyasal varlığını henüz kanıtlamaya çalışan Sardunya devleti, yani bugünkü İtalya bile, bu konuda diğer iki devletle aynı görüşte olduğunu açıklamış, konuya fiilen de yardımcı olmayı kabul etmiştir. Görülüyor ki Koca Reşit Paşa’nın devletin bekasına yönelik tedbirlerindeki isabetle, Batı, para ve can kaybını göze alarak, Türkiye’yi savunmuş ve savaş kazanılmıştır.

            Sadrazam Koca Reşit Paşa’nın uluslararası nitelikteki başarılarından başka, yurt içindeki başarıları da o kadar çoktur ki, saymakla bitirilemez. İlk Maarif-i Umumiye Nezareti’ni, yani Millî Eğitim Bakanlığını kuran ve memleketimizde ilk olarak Rüşdiye okullarını (orta okulları) açan da yine Mustafa Reşit Paşa’dır. Devletin  yönetiminde yapılması gerekli düzenlemelere engel olan eksikliklerin en başında, yetenekli devlet adamlarının yetiştirilememiş olmasını gören Reşit Paşa, görgü, bilgi ve ahlâk üstünlüğünü yakından izlediği kişileri bulup yetiştirmede örnek bir devlet adamı olmuş, Âlî Paşa, Fuat Paşa, Mithat Paşa ve Cevdet Paşa gibi güçlü vezirlerin yetişmelerinde ilgi ve yardımını esirgememiştir.

            Sadrazam Koca Mustafa Reşit Paşa, 1858 yılında 58 yaşında hayata gözlerini kapamıştır. O zamanki adıyla Encümen-i Daniş’e, yani bugünkü Danıştaya benzeyen bir kurula üye tayin ettiği Şinasi, Reşit Paşa’nın ölümüne son derece üzülerek, devrin edebî anlayışı bakından büyük önemi olan şu beyitle Mustafa Reşit Paşa’nın büyüklüğünü dile getirmiş, böylece Paşa’nın ölüm tarihi de Ebcet hesabiyle saptanmıştır:

Sadrazam idi fevt oldu Reşit Paşa vah,
Altıdır almış idi cah-ı sadaret ile şan,
Mustafa ismi idi aynı kerem cismi idi,
Ukalâ kısmı idi aklına dembeste heman.
Fevtine tam bu tarihi Şinas yazdım,
           Sadr-ı m’evada reşid-ül vüzera buldu mekân!