Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

Ankara Radyosu
17 Ağustos 1939, Perşembe
saat : 21.30

KLASİK OPERA

Muhterem dinleyenlerim, müzik faaliyeti 17. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa’da bilhassa güney ülkeleriyle sınırlı kalmış ve Batının öteki sanat merkezlerini bile uzun yıllar güney sanatı ve sanatkârları beslemişlerdi. Metne, yani lisana bağlı olduğu için müzik türlerinin en millîsi olarak kabul edilen opera formu, Fransa’da da yıllarca İtalyanlar eliyle idare edildiği gibi, Fransa’ya millî operasını kazandıran bestekâr Lully aslen Floransalı olduğundan, İtalyanlar millî Fransız müziğinin kurucusunun bile bir İtalyan olduğunu her fırsatta ileri sürmekten çekinmediler.

Ne gariptir ki Fransız millî operasını kuran kişinin Fransızlığının su götürmeyecek kadar gerçek olması karşısında İtalyan operası 18. yüzyılın başlarında İtalyan operasını gerçek reforma kavuşturan kişinin aslen Alman olan besteci Gluck olduğu görülür. Gerçi 18. yüzyıl sonlarına kadar Batı sanat âlemine en çok İtalyan müziğinin hâkim olduğu ve bu dönemin bütün sanat merkezlerinde millî sanatçı yerine İtalyan sanatçıların veya Gluck gibi İtalyan sanatını yenileyen yabancı sanatçıların bulunduğu inkâr edilmez.

18. yüzyılın son yarısından sonra bütün sanat merkezlerinin ve hattâ sanatkârların dikkati bir şehre yönelmişti ki o da Viyana idi. Orta Avrupa sanatının merkezi olan bu şehir az zamanda bütün sanatkârlar için bir ideal olmuştu. Fakat Viyana daha çok İtalya’da doğan ve gelişen müzikli sahne eserlerine karşıt bir kutup oluşturan “mutlak” müziğin, yani tamamiyle enstrümantal olan “senfonik” müziğin vatanıydı. İlk önce 18. yüzyılın ortalarında Mannheim’lıların elinde yaratılan bu saf enstrümantal tarz az zamanda o derece hızla gelişmişti ki bu tarz Viyana klâsik müziğinin üç büyük temsilcisi olan Haydn, Mozart ve Beethoven’in de eline geçtikten sonra, opera karşısında gerçekten zıt bir kutup oluşturmayı başararak tutunabilmiş, hattâ vakit vakit opera sanatını tehdit bile etmişti. Bununla beraber klâsik dönemin, daha doğrusu Viyana stilinin özellikleri iki karşıt yön olan opera müziğiyle senfonik müzik türlerinin bazen özellikle Mozart gibi bir bestecinin elinde kuvveden fiile geçmesiyle ortaya çıkmıştır ki bu durum sırf Viyana’yla sınırla kalan “klâsik opera” türünün çok kere enstrümantal, hattâ senfonik bir temanın üzerinde gelişmesini gerektirmiştir. Dolayısıyla asıl karakteristiği mutlak bir enstrüman stilinden doğan Viyana klâsik müziğinin as temsilcileri olan Haydn, Mozart ve Beethoven gibi üç büyük dâhinin de opera konusuna temas ettikleri bilinmekle beraber, Mozart müstesna olmak üzere Haydn’la Beethoven’deki opera uğraşının daha çok bir merak ve geçici bir heves niteliğinde olduğu görülüyor.  Bestekârlık faaliyetlerini tamamiyle senfonik müzikle sınırlı bırakan Haydn’la Beethoven’in Viyana klâsikleri döneminin başı ve sonu olarak görüldükleri ve bu iki bestecinin arasında yer alan Mozart’ın ise opera müziği ile senfonik müzik gibi iki farklı tarza hâkim olarak her iki alanda da kudret ve yeteneğiyle eser yarattığı kesindir. Hatta 18. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa saraylarını İtalyan sanat ve sanatkârlarından temizleyen Mozart’ın millî Alman operasının ilk kurucusu olduğu da inkâr edilemez. Bu nedenle klâsik opera deyince ilk önce Mozart’ın hatırlanması doğaldır.

Müzikte Klasisizm her şeyden önce içerik ile formun bütün dönemlere kalacak bir örnek olacak şekilde yaratılması demektir ki bunun tersini ancak içerik ile formu yıkan eseri öne çıkaran Romantizm’de bulmak mümkündür. Dolayısıyla varlığını tamamiyle enstrümantal forma borçlu olan klâsik sanatta opera bile gerek Mozart’ın gerek Beethoven’in elinde yine senfonik bir kaynaktan beslenmiştir.

Klâsiklere gelinceye kadar Orta Avrupa’da İtalyan operası rağbetteydi. Alman saraylarını İtalyan bestekârları işgal etmişti ve şurada burada sivrilmeye yeltenen Alman sanatçılar İtalyan operasını taklit etmekle beraber İtalyan rekabetine tahammül edemiyorlardı. Nitekim bu yerli sanatkârların Alman lisanıyla bestelemeye çalıştıkları eserler yapıları itibariyle İtalyan operalarının aynıydılar.

Viyana klâsik stilinin kurucusu olan Haydn bile elde var olan örneğe göre bir opera bestelemekten geri kalmamış ve 1752 yılında “Topal Şeytan” adlı eserini bestelemiştir. Bu nedenle en çok senfoni ve oda müziği besteleyen Haydn’ın bu eserini Orta Avrupa operasını temsil eden bir sanat eseri olarak kabule imkân yoktur.

Oysa klâsik dönemin önemli senfoni bestecisi olarak tanınan Mozart’ı aynı zamanda söz konusu dönemin ilk ve son opera bestecisi olarak anmak da mümkündür. 1791 yılında Viyana’da 36 yaşında hayata veda eden Mozart, daha önce İtalyan operasını yenileyen Gluck’un kurduğu prensiplere uymak suretiyle operaya ve bilhassa opera tekniğine klâsik bir form ve içerikle belirgin bir karakter kazandırmıştır. Bu durumda Gluck yoluyla önce İtalyanlara nüfuz eden Mozart’ın bile başlangıçta İtalyan operasının etkisi altında kalarak İtalyanca operalar bestelediği, ama olgunluk çağında bestelediği Almanca metinli operalarla da Orta Avrupa ekolünü kurduğu görülür. Bu nedenle Viyana klâsikleri arasında klâsik operanın kurucusu olarak tanınan Mozart’ta yaratma etkinliğine göre ayrı ayrı iki kişiliğin saptanması mümkündür. Bunlardan biri “İtalyan Mozart”, öteki ise “Alman Mozart”tır. 1769 yılında 13 yaşındayken İtalya’ya yaptığı seyahatte büyük İtalyan üstatlarını tanıyan ve İtalyan sanat çevrelerinde hayret ve saygı uyandıran bu harika çocuk, sırf bu etkiyle Orta Avrupa’daki modaya uyarak İtalyanca metinli İtalyan operaları bestelemiş, nihayet ölümü tarihi olan 1791 yılında bestelediği “Sihirli Flüt” operası ile Orta Avrupa ekolünü kurmuş ve bu suretle İtalyan operası yanında klâsik operaya belirgin bir karakter vermeyi başarmıştır. Esasen Mozart Figaro’nun Düğünü, Don Juan ve Sihirli Flüt adlı üç eseriyle klâsik opera edebiyatına ölmez şaheserler kazandırmıştır.

Klâsik dönemin son büyük üstadı ve dramatizmin müjdecisi olan Beethoven’in klâsik operayla olan ilgisine gelince: Tam bir senfoni bestecisi olan üstadın, ruhsal eğilimleri bakımından kendini bir türlü enstrümantal müzikten uzaklaştıramadığı ve yorulmaz bir yaratma aşkıyla bestelediği ilk ve son operası olan Leonore-Fidelio adlı eserinde bile, yaratısındaki espriye karşıt bir işe başlamış olması itibariyle, yine bir senfonici olmaktan kurtulamadığı hayretle görülür. Nitekim bu eser opera seyircisini tatmin edememiş olmalı ki sırf duyduğu fakat düzeltemediği eksiklikleri telafi maksadıyla sanatkâr bu eserine ayrı ayrı beş uvertür bestelemiş ve kendine opera bestekârlığını lâyık görmeyen felekten hiç olmazsa bu kadarcık olsun intikam almak istemiştir. Beethoven’in 1805 yılında tamamladığı Fidelio operasındaki şan partilerine çok kere bir âlet gözüyle bakılmış olmaları da gerçek bir senfonici olan Beethoven’in opera karşısındaki durumunu belirtmeye yeterlidir. Gerçi varlığını Viyana klâsiklerinin enstrümantal karakterine borçlu olan klâsik operaya Beethoven’in hiç de hizmet etmemiş olduğu söylenemez.

Muhterem dinleyenlerim, İtalyan ve Fransız operası yanında daha çok klâsik bir form ve içeriğin bir araya gelmesi halinde gelişen Orta Avrupa klâsik opera ekolünün 18. yüzyıl sonlarına doğru sanat dünyasının dikkatini kendine çekmiş olduğu ve Mozart’la beraber tamamiyle Orta Avrupa’ya geçen yaratma esprisinin ise yeni zamanlara kadar bu son yerleştiği yörelerden pek de ayrılmak istemediği görülmektedir.