Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ANILAR

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

KENDİ AĞZINDAN ANILAR

Cevad Memduh Altar'ın
Ses Kaydı


Cevad Memduh Altar'ın oğlu Ahmet Altar tarafından 1985-1993 yılları arasında yapılan ses kayıtları ve diğer kaynaklardan kitap olarak yayımlanmak üzere hazırlanmakta olan anılardan kısaltılarak alınmış 3 bölüm.

===ÇOCUKLUĞUMDA AİLEM VE MÜZİK SANATINA DUYDUĞUM İLGİ===

1902 yılında İstanbul’da doğmuşum. Ben kendime gelmeye başladığım zaman ki, bu aşağı yukarı bir çocukta dört-beş yaşlarda başlıyor, İstanbul’da Ayasofya semtinde oturuyorduk. Babam İsmail Memduh Bey’in babası, rahmetli büyükbabam Osman Nuri Efendi’nin konağında yaşıyorduk. Kendisi İlmiye Eshabı’ndan ve birçok memuriyetlerde bulunmuştu.

Büyükbabam, Tanzimat’tan sonra kadı (hakim) yetiştirmek için açılan ilk Hukuk Fakültesi olan Medreset-ül Kuzât’tan mezun olmuş, fıkıh okumuş, Şeriye hakimliği vazifesi görmüş (o zaman henüz sivil hukuk yoktu), memleketin bir çok yöresine görevli gitmişti. Gün gelmiş Mekke-i Mükerreme Kadılığına, Mekke’ye tayin edilmişti. Bu, İlmiye Eshabı arasında, hemen hepsinin canla başla beklediği bir memuriyetmiş. Uzun hazırlıklardan sonra, nihayet Büyükbabam Osman Nuri Efendi Mekke’ye hareket ettiler. Kendisi orada üç, dört sene kadar Şeriye hakimliği yaptı. Ben onların 1907 yılında Beyazıt Meydanı’ndan, deve kervanıyla Mekke’ye merasimle uğurlanmalarını hatırlıyorum. Büyükbabam daha önce, bir üç-dört sene kadar da, Kıbrıs Şeriye Hakimliği vazifesini yürütmüş. O zaman Kıbrıs Adası İngiliz idaresi altında imiş.

Çok okuma meraklısı olan ve yeniliği çok seven büyükbabam, uzun seneler İstanbul dışındaki Osmanlı Vilayetlerinde hizmetler yaptıktan sonra, nihayet emekli olup İstanbul’a Ayasofya’daki İshakpaşa Camii’ne bitişik eski ve ahşap üç katlı bir konağa sahip oluyor; yani konak deyince haremli, selamlıklı bir bina. Kaç-göçün dikkatle tatbik edildiği bir dönem, ben bu konak içerisinde, aşağı yukarı bir üç dört sene kadar yaşadığımı hatırlıyorum. Babam İsmail Memduh Bey Osmanlı Hariciye Nezaretinde hariciye memuruydu.

Orta mektebe giderken, aile içerisinde sık sık karşılaştığım kendi musikimizden başka Batı müziği ile de karşılaşmam nasıl oldu? Türk musikisinin en güzel örneklerini kendi aile muhitimde seve seve dinlediğim çocukluk yıllarımdan daha ileri yaşlara geçerken, bende bir Batı müziği ilgisi yavaş yavaş meydana gelmeye başlamıştı. Bu ilgi ben küçük bir çocukken Binbirdirek’teki evimizin yatak odası penceresinden, geceleri yattıktan sonra karşı komşuların birinin penceresinden gelen bir müzik sesiyle başlamıştı. Bu müziği çok çok sevmiştim, temiz bir flüt sesiydi. Flütü kim çalıyordu onu da bilmiyordum. Ama çalınan müzik de kimindi onu da o zaman bilemiyordum. Çok narin, ince bir müzikti. O müziğin İtalyan asıllı Fransız Barok bestecilerinden J.B. Lully’nin bir Gavotte’u olduğunu sonra öğrendim. O müzik tıpkı o yaşta dinlediğim gibi, bu ileri yaşımda bile hâlâ kulağımdadır. Binbirdirek gecelerinin uzak bir komşu evinden gelen Lully’nin Gavotte’u (Fransız halk dansı müziği) beni Batı müziğine çekiyordu. Zamanla yavaş yavaş başka örnekler dinleme olanağına da sahip olmaya başlamıştım.

Bu alanda sahip olduğum ilk olanak ailece çok yakından tanıdığımız bir hanımefendinin ailesi idi. Macide hanımefendi bizi sık sık kendi evine de davet ediyordu. Böylece oğullarıyla yakından bir arkadaşlık kurabilme olanağına da sahip olmuştum, çok güzel piyano çalan Afif Tektaş ve Tıbbiye’ye devam etmekte olan kardeşi Zeki Tektaş. Bu aile ile beraber olduğumuz zamanlarda, bende Batı müziğine olan merakı tahrik eden bir şeyler oluyordu. En büyük oğulları Ekrem Tektaş Almanya’da normal tahsiliyle beraber aynı zamanda Bremen’de keman dersi de alırmış ve kemanda da bir hayli ilerlemiş imiş. Bir süre sonra memleketine geri dönen Ekrem Tektaş bana senelerce keman dersi verdi. Ciddi, ağırbaşlı, sempatik ve güler yüzlü bir genç olan Ekrem Tektaş’tan aldığım keman derslerinin, Batı müziği yönündeki gelişimime önemli bir katkısı olmuştu.

Batı müziğine en büyük bir üçüncü katkı da her gün tramvayla Türbe’den Nişantaşı’na mektebe gitmek üzere geçtiğim, o zamanlar bile Küçük Avrupa olarak nitelenen, Beyoğlu idi. Ben Nişantaşı Sultanisi’nin orta kısmına devam ediyordum. Arada sırada vakit oldukça da, o çevrelerde müzik çalınan yerleri de tanımaya başlıyordum. Mesela Galatasaray’da tramvaydan inerdim ve Tepebaşı’ndaki Petit Chant’ın önünden geçerdim. Burası, yakın geçmişimize kadar mevcut olan bir yerdi, şimdi yerinde belediye bir park yapmış. O zaman, caddeden demir parmaklıklarla ayrılan, içinde uzaktan görülen sahnesiyle, Batıdan gelen orkestraların yer aldığı podyumuyla ve gelen müşterileri için ayrılmış olan masalarıyla, çiçekleriyle, bakımıyla, her şeyiyle Petit Chant beni çok çekerdi. Ne yazık ki benim yaşım bir bilet alarak Petit Chant’a girmeye uygun değildi. Dinlediğim o güzel Macar, Romen müziklerini ve Orta Avrupa’nın operet müziklerini bazen demir parmaklıkların arkasında durur dinlerdim. Sonra da yavaş yavaş, dinlediğim bu müziklerin bir kısmının Romen, bir kısmının Macar müzikleri ve bir kısmının da Avusturya/Alman operetleri olduğunu öğrenmeye başladım. O zaman etrafta çınlayan müzikler arasında en ağır basanı Macar besteci Emmerich Kalman’ın meşhur “Czardasfürstin” (Çardaş Prensesi) operetiydi ve onun da bir güzel aryası vardı. Avusturya’dan onu oynamaya gelen bir artist vardı Miloviç adında, onun plakları da etrafta çın çın öterdi. Güzel bir de melodisi vardı. Ben bunu çalmalıydım, ama nasıl çalacaktım? Bu çok zor olmadı. Beyoğlu’nda  Bonmarşe’den bir ağız armonikası aldım. Armonikam fena değildi, güzel tınlıyordu. Genişçe bir ağız armonikası idi. Dinlediğim melodileri, akşam evime geldiğim zaman odamda başladım çalmaya. Başlangıçta bu işler biraz falsolu gitti, yanlış çaldığımı anlıyordum, ertesi gün Petit Chant’dan geçerken tekrar dinliyordum. Yavaş, yavaş hatalarımı düzelte düzelte “Çardaş Prensesi’nin” o güzel melodisini iyice kapmıştım. İşte benim çok sesli müziğe yönelmem böyle başlamıştı diyebilirim.

 

===BÜYÜK ÖNDER M.K. ATATÜRK İLE TANIŞMAM VE EMRİNDE ÇALIŞMAM===

Ben şuna inanıyorum ki, insan yürekten özlediği bir şeyle, günün birinde muhakkak karşılaşıyor. Hayatımda, yakından tanımayı istediğim bazı büyük insanlarla, çok enteresan tesadüflerle, şahsen de tanışma olanağı elde etmişimdir. Mesela benim için en büyük ideal Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, büyük kurtarıcı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü tanıyabilmekti. Yani, beni hayatımda en çok yakından ilgilendiren kişi, memleketine düşkün, bu memleketin evladı birçok Türk için olduğu gibi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk idi. İstiklal Savaşımızın en ateşli günlerinde ben Almanya’da Leipzig’de okuyordum. Okuyordum, ama Alman gazete sütunlarında büyük manşetlerle verilen ülkemdeki İstiklal Savaşı gelişmelerini de, tüm diğer Türk talebelerle birlikte, günü gününe büyük bir heyecanla takip ediyorduk.  Atatürk, benim için dünyada erişilmesi olanaksız bir Ulu Önder’di. Ancak, Tanrı o büyük insanla tanışma olanağını bir gün bana verecekti, bu bana Tanrı’nın bir lütfuydu!

Benim için Gazi Mustafa Kemal Atatürk bir tabuydu. O nasıl görülebilirdi, ona nasıl yaklaşılabilirdi? Buna olanak olmadığı kanısındaydım. Onu izleyen, memlekete yaptığı büyük hizmetleri yakından kollayan, gazete sütunlarında çıkan haberleri okuyarak onlardan birer netice elde etmeye çalışan bir öğrenciydim. Hattâ çok iyi hatırlıyorum, Alman gazetelerinde büyük manşetlerle verilen “Türk’ler İzmir Önünde” haberlerini gördüğümüz vakit, biz Türk Talebe Cemiyeti’ne üye olan öğrenciler büyük bir yürüyüş yapmıştık, Leipzig sokaklarında. Bir iki gün sonra da Alman Gazeteleri’nde “Türk’ler İzmir’de” manşetini gördüğümüz vakit de, nasıl büyük bir heyecanla, sevgi ve saygıya kapılmıştık Mustafa Kemal’e karşı. O gün hissettiklerimizin derecesini şimdi tarif etmeme pek olanak yok.

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan hemen sonra, ulusal-çağdaş kültüre giden yolu açtı; o her şeyden önce ulusal kültür ve sanatın çağdaşlaşması gerçeğine içtenlikle inanıyordu. Bu sarsılmaz inanca göre, kültürel savaşta da başarılı olmak zorunlu idi. Uygar ülkelerin tümünde olduğu gibi bizde de çağdaş bilimin ortak tekniğinden, kültürümüzün ve güzel sanatlarımızın yenilenmesi yolunda, yararlanmanın çağdaş uygarlık gereği olduğuna Ata sarsılmaz bir inançla bağlanmıştı.  

1927 senesinde tahsilimi bitirdim, ülkeme döndüm, 25 yaşımdaydım. Ankara’da Atatürk’ün özellikle müzik reformlarına ilk ve ortaokul düzeyinde başlamak üzere 1924 yılında kurdurmuş olduğu Musiki Muallim Mektebi vardı. Beni Ekim ayında Ankara’daki bu Müzik Öğretmen Okulu’na “Teori” öğretmeni olarak atamışlardı.

1927 senesinin Ekim ayında Atatürk Avrupa’dan tahsilden dönen üç gencin kendisine getirilmesini istemiş. Almanya’daki resim öğrenimlerinden yurda dönen iki ressamımızın İstanbul’da oldukları ve sadece benim Ankara’da olduğum Reisicumhurumuz Gazi Mustafa Kemal’e arz edilince, “Öyleyse buradakini bana getirin” buyurmuşlar ki, o da bendim. Ben Almanya’da, “Müzik”, “Güzel Sanatlar Tarihi” ve “Estetik” konuları üstünde eğitimimi sürdürmüştüm. Öteki iki sanatçımızdan birinin ünlü ressam Fikret Mualla olduğunu sanıyorum. Diğerinin kim olduğunu ise ne yazık ki hatırlayamıyorum. Ata, öğrenimlerini Batıda yaparak yurda dönen bu üç sanatçının adlarını Ankara’daki Hakimiyet-i Milliye gazetesinde çıkan bir yazıda okumuş ve gazetede bu haberi okur okumaz bizleri tanımak istemiş ve bizleri Çankaya’ya çağırtmış.

Bu davranışının nedenini bir süre sonra anlamakta güçlük çekmedim. O büyük insanın, 1924 yılında Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’ni (Müzik Öğretmen Okulunu) kurdurmakla başlattığı, ulusal kültür ve sanatta çağdaşlaşma hareketi, yirmili yılların sonlarına doğru güzel sanatların tümüne dönüşüvermişti ve bu gerçek artık apaçık ortadaydı! Ata, sanata yönelik reform hareketleri için gönüllüler arıyormuş. Nitekim kısa bir süre sonra onu anlamaya başladık ve emirleri altında kültür reformlarına bir hadim (hizmetkâr) olarak, bir gönül eri olarak ben de katıldım ve bu sayede Ata’yı çok yakından tanıma mutluluğuna da eriştim.

 

 Ekim 1927’de Ankara’daki Musiki Muallim Mektebi’nde Nazariyat (Teori) Öğretmenliği görevime başlamıştım. İstiklal Marşı’mızın bestecisi olan Zeki Üngör Bey, Teori öğretmeni olarak çalışacağım Musiki Muallim Mektebi’nin Müdürü, Riyaset-i Cumhur Senfoni Orkestrasının şefi ve döneminin ünlü bir viyolonistiydi. Günlerden bir gün Zeki Bey bana inanılmaz bir haber verdi ve şöyle dedi: “Cevat Memduh, Gazi Hazretleri, Batıdan tahsilden döndüğünüzü gazetede okumuş, sizi tanımak için Çankaya’ya çağıracakmış, bilginiz olsun, lütfen hazır olun.” Bu beklenmedik habere nasıl şaşırdığımı,  nasıl geceleri uykusuz sabahladığımı sizlere tarif edemem. Almanya’da talebeyken İstiklal Savaşımızın bütün safhalarını günü gününe heyecanla izliyorduk. İzmir’in kurtuluşu, biz Türk talebelerini sevinçten çılgına döndürmüştü. Anadolu’nun kurtuluşu, ülkenin bağımsızlığa yeniden kavuşması, ulusun iradesine, kahraman ordumuza ve önderimiz Mustafa Kemal’e olan güvenimizi sonsuz boyutlara ulaştırmıştı. Onun için Gazi Paşa tarafından Çankaya’ya çağrılmak, akla hayale sığmayan, rüyalarda bile görülmesi ve yaşanması olanaksız bir serüvendi benim için.

Aradan birkaç gün geçmişti ki müdürümüz Zeki Üngör “Cevat Memduh, Çankaya’dan telefon ettiler, Gazi hazretleri sizleri görmek istiyor” dedi. Adeta kulaklarıma inanamadım ve “Efendim ne buyuruyorsunuz” dedim. Zeki Bey, “Gazi hazretleri, Batı’dan dönmüş üç genç varmış, bunlardan bir tanesi senmişsin, sizi görmek istiyormuş, bana getirin kendisiyle konuşacağım diyormuş” dedi. Nasıl heyecanlandım, nasıl büyük bir ruhi heyecanla irkildim, duygulandım bunu size şu anda tarif edemem. Gazi Paşa tarafından Çankaya’ya davet edilmem, mesleğime daha büyük bir şevk ve ilgiyle bağlanmama neden olmuştu.

Zeki Bey , “Bugün öğleden sonra Çankaya’dan bir araba gelecek, seninle beraber Köşk’e gideceğiz, seni Gazi hazretlerine takdim edeceğim” dedi. Büyük bir sevinç ve heyecan içerisindeydim. Günlerden Cumartesi veya Pazar günü müydü tam hatırlayamıyorum, öğleden sonra bej renkli açık bir Mercedes marka araba geldi, Zeki Bey’le beni aldı ve bizleri Çankaya’ya götürdü.

Çankaya’daki köşk, tabii bugünkü Köşk değildi, eski bir bağ evini Cumhur Riyaseti Köşkü’ne çevirmişlerdi, hattâ yanında altı köşeli prizmatik bir de kule vardı. Zengin bir ağaçlık içerisinde, çiçekler arasındaki bu köşk beni çok etkiledi. Saat dört sularında idi, Zeki Bey önde ben arkada kapıdan içeriye girdik. İçerde büyük bir bilardo masası vardı ve masanın etrafında yaverlerin bilardo oynadıklarını gördük. Anladım ki Gazi Paşa henüz orada yoklardı. Yaverler “Buyurun oturun, kendileri istirahat ediyorlar, biraz sonra gelirler” dediler. Müdürüm ve ben salonun bir köşesinde oturmuş, sabırsızlıkla beklemeye başlamıştık. Aradan çok geçmedi, yaverlerin birdenbire ellerindeki bilardo sopalarını yerlerine süratle koyup, kendilerine çeki düzen verdiklerini ve belli bir istikamette yürüdüklerini gördük. Yaverler yukarıdan inen merdivene doğru vaziyet alıyorlardı. Hemen ayağa kalktık, yaverlere ayak uydurarak biz de en arkada oraya doğru yürüdük. Bir de baktım hakikaten, Gazi Paşa çok zarif bir giyimle yavaş yavaş merdivenden aşağı iniyordu. O kadar trandaz, o kadar temiz, o kadar güzel bir giyimi vardı ki, kendi enteresan ve güzel yüzüne o giyimi de ayrı bir güzellik katıyordu. Jaketatay giymişti, ayağında çizgili reyye pantolon, rugan iskarpinler ve yakasının iki ucu kıvrık kolalı bir gömlek, önünde güzel bir kravat, sağ eli cebinde, yavaş yavaş merdivenlerden aşağıya iniyordu. Dizlerimin bağı çözüldü, inanın bana o anda oturacak bir yer arıyordum, ama buna olanak yoktu tabii.

Gazi Paşa aşağıya indiler, yaverler bir köşede duruyorlardı, Zeki Bey ileri yürüdü ve “Paşam emrettiğiniz genci getirdim, Cevat Memduh” diyerek beni gösterdi. Gazi Paşa güler bir yüzle bana şöyle bir baktı ve tatlı bir Manastır şivesiyle “Ha, sen misin çucuk, gel bakalım” dedi o büyük insan (Manastır şivesiyle “çucuk”, arada bir “çucigim” de derdi). Hemen heyecanla koşup elini öptüm. Önüne bir kahvaltı sofrası getirdiler, kaşar peyniri, süt vs. Saat 16.00 mıydı yahut 17.00 miydi tam hatırlayamıyorum. “Otur bakalım çucuk” dedi, karşısına oturdum. Hemen arkasından “Kahvaltı ettinmi çucuk?” diye sordu ve ben de “Teşekkür ederim Paşam ettim”diye çok zor ve nutkum tutularak cevap verdim. “Almanya’da neler yaptın, neler öğrendin anlat bakalım” diye sordu ve kahvaltı ettiği müddetçe Batıda ne yaptığımı, nerede okuduğumu, hocalarım kimdi, ne öğrendim ve daha ne gibi düşüncelerim, fikirlerim var bunların hepsini bana o kadar detaylı olarak sordular ki, bu sorulara cevap verebilmek için insanda yürek olmalıydı! Bütün gücümle toparlandım, bir şeyler anlatabilme isteğiyle bir hayli gayret sarf ettim ve tahsilimle ilgili olarak o anda aklıma ne gelebildiyse anlatmaya çalıştım. Paşa’nın, insanı büyüleyen, olduğu yere mıhlayan o mânâlı gözlerinin içine bakabilmek gerçekten olanaksızdı. Bunu işitmiştim, ama anlatılanın bu derece doğru olduğuna, Gazi’yi ancak Çankaya’da yakından görebilmenin mutluluğuna erdiğim gün inanmıştım. Tir tir titriyordum; bugün yıl 1987, şu anda da titriyorum inanın bana, aradan 60 sene geçmesine rağmen!  

Ata, Almanya’da Leipzig kentinde müzik, sanat tarihi ve estetik üzerine çalışmış olmama özellikle önem verir gibi görünüyordu; ben ise bunu nedenini o sıralarda pek anlamıyordum. Aradan çok kısa bir zaman geçmişti ki, Ata’nın güzel sanatlarımızın ve en ön planda ulusal müziğimizin, çağdaş uygarlık düzeyine erişebilme yolunda, süratle yürürlüğe konacak kanunlarla ele alınabilmelerini sağlama yolunda bazı kesin inisiyatiflere başvurmak üzere olduğunu ve bu hareketlere benim de katılmamı uygun görmekte olduklarını anlamakta çok gecikmedim. Müzik Öğretmen Okulu’na tayinim esasen yapılmış olduğu için, bu çalışmalara ben de fiilen katılmış oluyordum.

Gazi Paşa o gün anlattıklarımı uzun uzun dikkatle dinledi ve bana “Bundan sonra, Salı günleri Marmara Köşkü’ndeki çaya geleceksin; hem müzik programlarının hazırlanmasında, orkestra şefine de yardımcı olursun!” buyurdular. O günden sonra, ben artık Salı günlerini iple çekiyor oldum; Salıları Marmara Köşkü’nde tam vaktinde oluyordum. Çay akşam saat beşten yediye kadar sürüyordu. Bu toplantılarda, viyolonist Halil Onayman’ın yönetimindeki salon orkestrası, davetin havasına uygun düşen parçaları çalmada çok başarılı oluyordu.

Atatürk, kahvaltıyı bitirmişti, ayağa kalktı, tabii hepimiz de ayağa kalktık. Bilardo salonuna doğru yürüdü, bir an durdu, döndü ve bana bakarak,  “Çucuk sen bilardo oynamayı bilir misin?” dedi. O anda ne diyeceğimi şaşırdım; Almanya’da okurken her gün öğle yemeği yediğimiz lokantanın arkasında bir salon vardı, o salonda bilardo masası vardı. Bazen orada bilardo oynardık. Ben de bir parça oynamayı öğrenmiştim. Ret cevabı vermektense "Biraz bilirim paşam" demeyi daha uygun buldum. “Al bakayım eline ıstakayı da geç seninle bir oynayalım” dedi. Nasıl şaşırdım bilemezsiniz, ne diyeceğimi şaşırdım, dilim tutuldu, koştum gittim ıstakayı aldım, tebeşiri de elime aldım ve dedi ki “Sana 150 avans veriyorum, yani sen 150 sayı yapmışsın gibi, 200’e tamamlarsan beni yenmiş olacaksın, göreyim bakayım seni” dedi.

Paşa’nın bu davranışı, daha sonraları anladığım gibi, beni daha yakından tanımış olmanın arzusu idi. Ben ise heyecandan ne yapacağımı bilmiyordum, tir tir titriyordum. Paşa eline ıstakayı aldı, tebeşirledi ve oynamaya başladı. Aman Tanrım, arka arkaya o kadar güzel vuruyordu ki, attığı bilye diğer ikisini birden ne güzel çat çat vuruyordu. Benim ise titremekten bilyeleri ıska geçiyordu elimdeki ıstaka. Hattâ ıstakayı tebeşirlemeyi dahi heyecandan beceremiyordum! Bin bir müşkülatla bir taneyi güç vurabiliyordum. Böylece Paşa, evire çevire beni yendi, ben beş-on sayı dahi yapamamıştım heyecandan. Sonra durdu, gülümsedi, yüzüme baktı ve “Çucuk sen bunu bilmiyormuşsun” dedi. Gazi Paşa’nın bu sözlerini dinlerken büsbütün heyecana kapıldım, hiçbir şey söyleyemedim, dilim tutuldu dersem yanlış söylememiş olurum. Biraz sonra tekrar müzikten konuşmaya başladı. Sonunda tekrar “Bana bak çucigim, her Salı günü Marmara’da benim çayım var saat beşten yediye kadar, her Salı günü saat beşte Marmara Köşkü’nde olacaksın” dedi. Bu bir emirdi, bu emri muntazaman yerine getirmem lazımdı; zaten bu beni en mutlu kılan emirlerden biriydi, hayatımda büyüklerimden aldığım.

O akşam yemek varmış Çankaya’da, Ata yemeğe bizim de katılmamızı emir buyurdular. Saat yedilere doğruydu, devlet erkânı, kendisinin münasip gördüğü zevat, yavaş yavaş gelmeye başladılar ve müzik üzerine uzun bir görüşme açıldı. Sofrada, Saffet Arıkan Bey’in yanındaki bir yere de beni oturttular ve yemek yendi. Paşa’nın yemek yemesi de ayrı bir zarafetti. Konuşuluyordu, âdeta diyebilirim ki sofranın tümü bir Akademi manzarası arz ediyordu. Çeşitli konular ele alınıyor, görüşülüyordu, tartışılıyordu. Herkes görüşünü ortaya koyuyordu. Ben, dikkatle dinliyordum. O gece öylece geçti. Gece yarısıydı ve misafirler arabalarla evlerine giderlerken, Zeki Bey’le beni de evlerimize bıraktılar.         

Köşke gidişimden bir hafta sonra gene Çankaya’ya çağrılmıştım.Gazi Paşa benimle hep müzik üzerine konuşuyor; bana birçok sorular soruyordu. Ulusal müziğimizin, bir an önce, çağdaş bilimin uluslararası nitelikteki ortak tekniği olan çok-seslilik ile işlenerek, öteki ulusların çağdaş müzikleri arasındaki yerini eşit hak ve düzeyde alabilmesi için neler yapılması gerektiği üzerindeki bilimsel sorunlar, kendisini yürekten ve çok ilgilendiriyordu. Ata’nın bu idealini onunla beraber olduğum her ortamda daima hissettim ve hayatımı hep bu ideal uğrundaki çalışmalara yönelttim.

 

===Dr. Albert SCHWEITZER İLE TANIŞMAM===

Vakit vakit düşünürüm, meslek hayatımda eserleri ve sanatları dolayısıyla kendileriyle yakından tanışmayı çok arzuladığım insanlar vardı. Birçok sebeplerle, mesela Batı müziğinin büyük üstatlarından J.S.Bach’ın müziğini çok yakından izlerdim. Çünkü bugünkü Batı müziğinin temeli olmanın niteliğini taşıyordu o’nun eserleri. Teknik açıdan bunun izahı güç ve şu anda da lüzum görmüyorum buna zaten. Merak ediyordum; bilhassa iki kişi vardı ki, J.S.Bach’ın eserlerine kendilerini vakfetmişlerdi. Bunlardan bir tanesi büyük filozof, organist, aynı zamanda operatör Dr. Albert Schweitzer (1875-1965), ötekisi de Polonya asıllı klavsenist Wanda Landowska (1879-1959) idi. Nasıl oldu da bu insanları tanıma arzusu içimde doğdu şimdi anlatıyım.

Önce Albert Schweitzer ile nasıl tanıştığımı anlatacağım: 1929 yılında, Gazi Eğitim Enstitüsü’ne atanmıştım. Bu eğitim kuruluşunda, Müzik Tarihi ve Sanat Tarihi dersleri verecektim. Edebiyat şubesinde, Tarih-Coğrafya şubesinde kendilerine bu konularda ders verdiğim öğrencilerim çoktu ve çok da ilgiliydiler. Müdürlüğümüze zamanın tanınmış coğrafya hocası Faik Sabri Duran atanmıştı, kendisinin müziğe çok merakı vardı. Derslerin yolunda gitmesi için ders araç ve gereçlerinin temini gerekiyordu. Benim kendisine verdiğim bir liste gereğince bunlar temin edildi ve bir de diskotek yaptık. Avrupa’dan da bu diskoteğe birçok plaklar getirildi. Özellikle J.S.Bach, L. van Beethoven ve W.A.Mozart gibi, Batı Müziği sahasında dünya çapında şöhret yapmış büyük sanatçıların eserlerinden toplanan plaklarla oluşan zengin bir diskotek meydana getirilmişti.

Öğrencilerime dersleri verirken, eserleri de bu plaklardan açıklamalı olarak kendilerine dinletirdim. Bunların içerisinde J.S.Bach’ın eserlerini orgda çalmış olan ve çok güzel örnekler veren Albert Schweitzer de vardı ve aynı zamanda Bach devrinin mühim bir çalgısı olan klavsen üzerinde Bach’ın eserlerini çalan Landowska’nın da plakları vardı. Bunları vakit vakit oturur kendi aramızda da, öğretmen arkadaşlarla dinlerdik. Allah Rahmet eylesin, beden eğitimi öğretmeni Vildan Aşir Savaşır arkadaşım Landowska’nın klavsenini çok severdi. Sık sık bana “Ne olur bana Landowska’yı dinletir misin?” diye gelirdi. Gerek Albert Schweitzer’in plaklarını, gerek Wanda Landowska’nın plaklarını yalnız J.S.Bach’a ait plaklar olmak üzere Batı’dan getirtmiştim. En mühim eserler bir araya gelmiş, ders malzemesi olma niteliğini kazanmıştı, diskotekteki diğer plaklarla birlikte.

Albert Schweitzer’i 1920’li yıllarda Almanya’da okurken, kitaplarıyla, gazete ve dergilerde okuduğum makaleleriyle izliyordum. Bu zat, filozof, tıp doktoru (operatör), müzisyen- organist ve aynı zamanda da bir teolog idi. Kendisi çok güzel org çaldığı gibi, aynı zamanda iyi bir org yapımcısıymış da. Afrika, Gabon’da, Lambaréné’de 1913 yılında, verdiği konserlerin gelirleriyle kendi kurduğu ve geliştirdiği bir Lazaret’iidare ediyordu (cüzam veya veba gibi bulaşıcı hastalıkların tedavi edildiği hastane). Dr. Albert Schweitzer hümanist bir düşünce adamı olarak, bütün zorluklara karşın beyazlar tarafından sömürülen zencilere yardım edebilmek amacıyla, hayatını Afrika’daki hastalarına adamış bir insandı. Nitekim 1952 yılında kendisine Nobel Barış Ödülü verilecekti. Ancak bu önemli insanın beni asıl ilgilendiren yönü, kendisinin gerek teorik olarak, gerekse icracı olarak çok önemli bir J.S.Bach uzmanı ve yorumcusu olmasıydı.

Leipzig’de okurken J.S.Bach’ın hayatından ziyade eserlerinin yorumu demek olan büyük bir eserin Dr.Albert Schweitzer tarafından yayınlanmış olduğunu duydum ve tanıdığım bir kitapçıya gidip sordum: “Albert Schweitzer’in J.S.Bach adlı eseri var mı?” diye. Kitapçım Herr Roth “Var, yeni geldi” dedi. Herr Roth merdivenle dördüncü rafa çıkıp uzandı, oradaki deri kaplı çok kalın olan kitabı çekti ve bana dedi ki, “Atacağım, sıkı tutun çok ağırdır!” dedi. Ben de hakikaten ağır bir kitap geliyor diye çok dikkat etmiştim, fakat aşağı yukarı bin sayfaya yakın kalınlıkta olan bu kitap gayet hafif bir şekilde ellerimin arasına düştü. Anladım ki bu bir şaka idi. Bin sayfalık bir kitaptı, ama ipek kağıt üzerine basılmış (bir Japon kağıdıymış), ağırlığı son derece önemsiz ve hafifti. Ancak bu çok hafif olan kitabın içindeki bilgiler ve yorumlar inanılmaz bir yoğunluktaydı. Açtım baktım Almanca olarak yazılmıştı ve çok iyi biliyordum ki, bu kitabı J.S.Bach’ın eserleri üzerine büyük incelemeler yapmış olan Dr. Albert Schweitzer, Paris’te org tahsil ederken, hocası Charles Marie Widor’unisteği üzerine Fransızca olarak yazmıştı. Schweitzer Paris’de Charles Marie Widor gibi zamanının en büyük organisti yanında org tahsil ederken, hocası kendisine “J.S.Bach’ın eserlerinin yorumu olarak en güzel eseri sen yazacaksın” demiş ve Schweitzer onun için bu kalın büyük eseri yazmıştı. Fakat zamanla demişler ki “Bunu bir de Almanca yaz da Almanlar da yararlansın”. Albert Schweitzer, Almancayı da Fransızca kadar iyi bildiği için, hocasının tavsiyesi üzerine, bu sefer de bu eseri Almancaya tercüme ediyor.  Schweitzer Strasbourg’luydu ve orada oturanların çoğu, hele eski kültüre sahip olanlar, her iki dili de ana dili gibi bilirlerdi. Kitap beni çok etkiledi, Bach’ın bütün eserlerinin yorumu vardı içerisinde. Derinden derine, aynı zamanda büyük bir müzikolog olan bu büyük insan, J.S. Bach’ın eserlerini çok güzel yorumlamış, örnekler vermek suretiyle eserlerin teknik, estetik mahiyeti üzerinde geniş bilgiler sunmuştu. Bu kitaptan çok istifade ettim. Ondan sonra Schweitzer’in hayatını daha da yakından takip etmeye başladım. Yıllar sonra 1931 yılında basılan yeni bir kitabı daha çıkmıştı. “Hayatımdan ve Düşüncelerimden Yankılar” (Aus Meinem Leben und Denken-Out of  My Life and Thought). Bu eser de de beni çok etkilemiş ve onun neşriyatını adamakıllı takip etmeye başlamıştım.

Aradan uzun yıllar geçti,. 1951 yılında ben Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü’nde Radyo Dairesi Müdürü iken, Devlet Opera ve Tiyatrosu Genel Müdürlüğü görevine tayin edilmiştim. Aynı yıl Strasbourg’da büyük bir Kongre toplanacaktı. Bu Kongre, Radyo ile Üniversite Eğitimi’ni ele alan bir kongre idi; ben de Millî Eğitim Bakanlığı’nı temsilen oraya gönderilecektim.  Hasan Ali Yücel Millî Eğitim Bakanı idi. Evvela Devlet Tiyatrosu’na dargın olarak memleketimizi terk etmiş olan Carl Ebert’i Londra’da bulmak, onun gönlünü yapmak ve Ebert’i tekrar Türkiye’ye getirmem gerekiyordu. Bu Millî Eğitim Bakanı’nın benden ricasıydı. Anılarımın başka bir bölümünde bahsetmiş olduğum gibi, Başvekil rahmetli Adnan Menderes’ten de bu konuda bir talimat almıştım.

Bu vesileyle iki vazifeyi birlikte yapacaktım. Öncelikle Radyo ile Üniversite Eğitimi Kongresi’ne Bakanlığı temsilen katılacaktım, ondan sonra da Carl Ebert’e gidecektim. Eşimle beraber evvela Strasbourg’a gittik. Kongrede üniversitelere radyo yolu ile eğitim konusu ciddiyetle ele alındı. Bugünkü “TV ile Açık Eğitim” hemen hemen aynı şey. Bu konular üzerine kurulan bir komiteye de beni başkan seçtiler. Bir hafta kadar çalıştık. Hafta sonunda Strasbourg Valisi kongre üyelerine büyük bir ziyafet verdi ve ayrıca üyelerin şerefine bir de senfonik konser tertip edilmişti. Eşimle beraber biz de davetliydik. Davetiyeye göre yerimizi aldık. Büyük bir senfonik orkestra olan Strasbourg Orkestrası, mühim eserler çalmaya başladı. Bir aralık eşim bana başıyla işaret ederek, “Biraz sonra arkana bak” dedi. Böyle iki müzik arasıydı, salon kalabalıktı. Arkama dönüp baktığım zaman, hayretle çok şaşırmıştım. Çünkü yüzünü resimlerde gördüğüm, eserleriyle kendisine hayran olduğum Albert Schweitzer iki sıra arkamızda oturuyordu! O iri yarı heykel gibi vücudu, pala bıyıklarıyla ve iri güzel yüzüyle Schweitzer’i tanımamak olanaksızdı.

Konserin ikinci kısmı hakikaten kulağıma girmedi. Hep, konser bir bitse de, kendisiyle konuşsam diye düşünüyordum. Çünkü senelerden beri, eserleriyle kendisini takip ettiğim bir insanı kader karşıma çıkartıyordu! Konser bitti, hemen kendisini takip etmeye başladım, vestiyere gidiyordu, yanında iki genç bir de yaşlıca hanım vardı. Eşimle birlikte biz de onları takip ediyorduk. Vestiyerde yanına geldiğim vakit dayanamadım, şöyle önüne geçtim, başımla selam verdim, elimi uzattım ve “Afedersiniz Sayın Profesör Albert Schweitzer’le mi müşerref oluyorum?” dedim. Gayet güler bir yüzle elini uzattı (koca eliyle elimi avucunun içerisine alarak) bana “Hiçbir şeref duymuyorsunuz ama işte o aradığınız benim” dedi, büyük bir tevazu ile.

Doğrusu nasıl konuşacağımı bilemiyordum. Kendimi toparladım ve dedim ki: “Sizi senelerden beri eserlerinizle izliyorum, Türkiye’nin başkenti Ankara’daki Eğitim Enstitüsü’nde Müzik Tarihi dersleri verirken, sizin Bach eserlerini çalarak doldurmuş olduğunuz org plaklarınızı çocuklarıma dinletiyorum; tabii hayatınızı da onlara anlatıyorum. Ben senelerce Leibzig’de bulundum ve orada eğitim gördüm. Sizin, Fransız org hocanız Charles Marie Widor’un ricası üzerine kaleme aldığınız J.S.Bach adlı o büyük eseriniz beni gönülden etkiledi. Aşağı yukarı bin sayfa olan bu eseri birkaç kez okudum ve enteresan yerlerini de kurşun kalemle çizdim”. Beni böyle dinledi, dinledi. Eli o kadar büyüktü ki, avucunun içerisinde benim elim kaybolmuştu. Çok teşekkür etti. “Hayatımda ilk tanıdığım Türk siz oldunuz; ben hiç Türk tanımamıştım” dedi. Ben de, “Müşerref oldum, kaderin beni günün birinde Strasbourg’da sizinle karşılaştıracağı hiç aklıma gelmezdi, fakat sizi bugün şahsen de tanımış olmanın mutluluğuna ermiş bulunuyorum” dedim.

Çok teşekkür etti, vedalaştık, hararetle el sıkıştık ve ayrıldık. Ben de vestiyerden paltomu aldım, giymek üzereydim ki, o anda sağ koluma bir el dokundu. Derhal döndüm baktım, Prof. Albert Schweitzer dönmüş, yanımıza gelmişti. Gayet güler bir yüzle dedi ki: “Ben hayatımda hiçbir Türk’le tanışmadım, ilk defa bu gece sizinle tanışıyorum, ama dedemden kalma Türk’lerle ilgili bir anım var, onu size söylemeyi arzuladım.” Ben merak ettim ve “Buyurun, lütfen neydi acaba o hatıranız?” dedim. “Benim büyükbabam bir iş adamıydı, yaptığı işlerin hiçbirisinde bir sözleşme imzalamazdı, ben bir Türk gibi sözümün eriyim, sizinle mukavele imzalamam, ama verdiğiniz işi hiç bir mukaveleye lüzum kalmadan da yaparım; çünkü ben bir Türk gibi sözümün eri olduğumu size ispat etmek isterim” derdi. Bunu dedemden birçok defalar duyduğum için, bana o hatırayı hatırlattınız, sizden ayrılmadan önce bir de bunu söyleyeyim demiştim” dedi. El sıkıştık, teşekkür ettim, ayrıldım. Tabii o tarihten sonra kendisini bir daha görmedim!

1954 senesinde ABD Hariciyesinin davetlisi olarak Amerika’ya üç ay müddetle gidiyordum. Orada sanat kuruluşlarıyla temasa geçecektim. Ankara’dan itibaren Amerika’ya gidiş-dönüş biletlerim evvelden temin edilmişti, uçak olarak. Bu sefer aklıma şu fikir geldi: dönüşte pekâlâ Afrika’ya Lambaréné’ye giderim, Lambaréné’de Lazaret hastanesinde Albert Schweitzer’i de ziyaret edebilirim. Kendisi ile 1951 senesinde Strazbourg’da karşılaşmıştık. Arada 3 sene kadar bir zaman geçmiş oluyordu. Fakat yanlış yere gitmeyeyim, her ihtimale karşı bir kere soralım dedim. İlgili makamlara sorduk, dediler ki Avrupa’ya gitti. Zannedersem 1952 yılında almaya hak kazandığı Nobel Barış Ödülü’nü almak üzere İsveç’e gitmişti. Aslında ödülü almaya 1953 yılında gitmişti, ama belki de yolculuğunu uzatmıştı. Maalesef üzüldüm, gidemedim ve uçak seyahatimi vapura çevirerek Türkiye’ye döndüm. Ondan sonra da Albert Schweitzer’i gene yazılarıyla, eserleriyle izlemeye devam ettim. Ölümüne kadar insanlığa yapmış olduğu hizmetler beni çok yakından ilgilendirmişti. Onun eserlerinde, J.S.Bach’ın müziğini yakından tanımam açısından, yaptığı yorumlardan çok istifade ettim ve feyiz aldım. Onun için kendisini daima hocam olarak kabul etmişimdir.