Ankara Radyosu
26 Şubat 1946, Pazar
Saat: 9.45-10.45
Sanat adamının yaratma şahsiyeti hakkında asıl hükmü, çok kere zaman verir. Sanatçı, eserlerini inceleyecek, eleştirecek seyirciye yahut dinleyiciye muhtaç oldukça, hakkında verilecek hükme ister istemez boyun eğmek zorundadır. Elverir ki sanat ve sanatçı için hüküm verecek topluluğun takdir seviyesi yükselmiş olsun.
Sanatın büyük üstatlarından Beethoven ile Mozart’ın, yaşadıkları çevre içinde az çok ilgi uyandırmış, hattâ vakit vakit başta taşınmış olmalarına bakılırsa, bütün bu adamların hocası demek olan büyük Bach’ın karşılaştığı ilgisizlik insanı şaşırtabilir, ama biraz düşünülürse, bu türden akıbetlerin de bazen bir zaruret olduğu derhal anlaşılır. Çünkü herhangi bir sanatçı, yaşadığı müddetçe, devrin anlayış seviyesinin kat kat üstünde dolaşabilir. Hattâ sanatçı, öz durumunu tam olarak açıklayacak bir çevreyle karşılaşmak mutluluğuna ermeden, dünyaya yüz çevirmek zorunda da kalabilir. Yahut sanatçı, yarattığı eserlerin özelliği bakımından, devrini bir anda kavramak, bir anda elde etmek kudretine de sahip olabilir. İşte bütün bu farklar da gösteriyor ki, sanat işlerinde ancak zamanın her güçlüğü yeneceğine inanmak, hele sanat eserlerinin hüviyetini açıklayacak olan gerçek tanılarda her şeyden önce zamana bel bağlamak zorunludur.
XVIII. yüzyılda Viyana klasikleri çığırını açan Josef Haydn, sanatçılık ve insanlık mizacının çok zengin gösterilere sahne olması bakımındandır ki, yaşadığı dönemi kendine kolayca bağlamak imkânını elde etmişti. Bu sanat büyüğüne “Baba Haydn” adının verilmesi ise, her şeyden önce iyi bir insan olmasından ileri geliyordu. Onun içindir ki, tanınmış bir Haydn uzmanı olan Paul Bekker, 1909’da yayımladığı Haydn biyografisinde haklı olarak şöyle demektedir: “Haydn, derin düşünen, içli bir insan olmadığı gibi, fazla hisli bir sanatçı mizacına da sahip değildi. Fakat merhametli, iyiliksever bir insan olan sanatçı, bütün işlerinde alelâde bir merhamet göstermemek, yahut lüzumsuz bir huzurdan gelen dar görüşlü iyimserliğe âlet olmamak şartıyla, başkalarına yardım etmekten, başkalarını sevindirmekten zevk alırdı. Aynı zamanda sanatçı, büyük heyecanlar yaratacak durumda da değildi. Her şeye rağmen, Haydn’ın karakterinde iki esas nokta göze çarpmakta idi; bunlardan biri, kayıtsız şartsız huzur, ikincisi, ileri bir düzenseverliktir.”
(Plak 1: Haydn, Quartet, Op.3)
İşte bu iki esas mizaç, sanatçının yaşama ve yaratma şahsiyetini düzenlemekte etken oldu. Bu iki mizaçtan birini “şeytani bir huzur” diye anmak da mümkündür. Çünkü başlangıçta sönük bir karakter gösteren bu huzur, sanatçının hayatında belirli bir amaca doğru gelişmiştir. Hattâ bu yolda bir huzur, basit bir ailenin çocuğu olan sanatçıyı, günün birinde şu sözleri söylemeye de mecbur etmiştir: “Gençler beni örnek alırlarsa, bir hiçten neler çıkabileceğini görürler. Benim bugünkü varlığım, sırf zaruretin eseri olmaktan başka bir şey değildir.” Dikkat edilecek olursa, Haydn bu haklı sözlerle, kendi mizacını anlatmak şöyle dursun, maddi üzüntüler içinde geçen bir ömre dışarıdan gelen etkileri işaret etmiş, böylelikle hayatı boyunca mizacını etkileyen bir baskıya inanmıştır. Çünkü hayatının gelişmeye başlayacağı çağlarda, kilise korosundan haksız yere kovulmuş, senelerce eğlence yerlerinde dans müziği çalmak suretiyle hayatını kazanmak zorunda kalmış, tavanaralarında yatmış, bazen günlerce yiyecek ekmek bulamamış olan, hattâ bir kere olsun doyasıya yemek yiyebilmek ümidiyle, günün birinde rahiplik mesleğine girmeyi bile göze almış bulunan bir insan, hayatının akışını etkileyen dış etkenlerden bahsetmez de neden bahseder?
Öte yandan, Mozart’ın Salsburg sarayında bir hademe muamelesi görmesi yanında, Prens Nikolaus Esterhazy’nin maiyetinde 30 yıl subay rütbesiyle orkestra şefliği yapmış olan Haydn’ın, o herkesçe bilinen huzur ve düzen prensipleri dışında bir ahlâk gösterisine âlet olamayacağını da kabul etmek gerekir. Meselâ Prensin kendisine uzun müddet izin vermemesini bile büyük bir sabırla, büyük bir tevekkülle anlatan sanatçı, Viyanalı arkadaşı Madam Genzinger’e yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Ümit ederim ki, Haydn’ınıza darılmamışsınızdır. Prens Esterhazy’ye o kadar müracaat ettiğim halde, 24 saat için olsun Viyana’ya gitmeme müsaade etmedi; inanılacak şey değil; hele bu atlatma durumu o derece ustalıkla yapılıyor ki, izin isteğimi tekrarlamam imkânı da tamamen elimden alınmış oluyor.” Joseh Haydn’ı her şeye körü körüne boyun eğen bir sanatçı da sanmamalıdır. Nitekim Haydn, göreviyle ilgili işlerde en yüksek makama bile otoriter görünmekten çekinmezdi. Meselâ Haydn’ın, günün birinde orkestra provası yaparken, Prensin provayı eleştirir yollu sözlerine verdiği meşhur cevap, sanat tarihinin önemli olaylarından sayılır. Orkestranın teknik işlerine hiç kimseyi karıştırmayan Haydn, Prense şöyle demişti: “Sayın Prens, müsaadenizle arz edeyim ki, bu iş benim işimdir”.”
(Plak 2: Haydn, Minuet, keman)
Haydn’ın, döneminin öteki sanatçıları ile olan ilişkilerine gelince: bütün bunların içinde en güzeli Haydn-Mozart ilişkisidir. Kendisinden 24 yaş küçük olan Mozart, Haydn’a bir çocuk sevgisiyle bağlanmıştı. Hattâ ona “Canım babacığım” diye hitap etmekten zevk alırdı. Hiç şüphe yok ki, ilk önce Mozart tarafından kullanılmış olan “Baba Haydn” tabiri, dönemin büyük üstadı Haydn’dan çok şeyler öğrenmiş olmanın verdiği şükranın ifadesinden başka ne olabilirdi?
Öte yandan, Mozart’ın eserlerine derin bir hayranlık gösteren Haydn’ın, “Mozart’ın olduğu yerde Haydn ne arasın?” demesi de, bu hayranlığın derecesini göstermeye yeter. Hele Mozart’ı her şeyin üstünde tutan Haydn’ın, Mozart’în ölümünden sonra, 1807 yılında kendisini ziyarete gelen Mozart’ın eşi Konstanza’yı görür görmez göz yaşlarını tutamayarak, “Affedersiniz, Mozart adını işitip de ağlamamaya imkân var mı?” demesi de, Haydn-Mozart ilişkisinin iç yüzünü açıklamaz mı?
(Plak3: Haydn, Minuet, piyano)
Beethoven’e gelince: Bu büyük üstat da, 1792 yılında tam 22 yaşında Haydn’a öğrenci oldu; bir süre sonra ikisi arasında esrarlı bir gerginlik kendini hissettirmeye başladı. Başlangıçta bu gerginliğe sebep olarak, Haydn’ın Beethoven ile meşgul olacak durumda olamaması gösteriliyordu. Fakat gerçek böyle değildi. Ortada, bütün yaratmalarında, ancak içinde bulunduğu devri yaşatabilen Haydn ile, yepyeni bir devri müjdelemiş olan Beethoven gibi iki sanat adamı vardı. Fakat her şeye rağmen Haydn, öğrencisinin eşsiz enerjisi önünde eğilmek zorunda kaldığını gizleyemedi. Günün birinde edebî bir eser hakkında Beethoven’in fikrini de öğrenmek isteyen Haydn’ın, bu isteğini Beethoven’e hissettirmemek için, bir tanıdığı vasıtasıyla onun söz konusu kitap hakkında ağzını aratmış olması, bu suretle Beethoven’in bu husustaki fikirlerini öğrenmeye çalışması, yerinde bir merak değil de nedir? Öte yandan, Beethoven’in de Haydn’ın eserlerine gösterdiği ilgi, bu eserleri izah için söylediği sözler, büyük sanatçının, Haydn’ın dehası önündeki olumlu görüşlerini açıklamaya yeter. Beethoven gibi bir üstadı her bakımdan hayrete düşüren, onu orijinal yaratmalarıyla sürekli olarak eser yazmaya teşvik eden Haydn, sırf o güzel kuartetleriyle Beethoven’e daha genç yaşlarda Oda Müziği yazma zevkini aşılamıştır.
(Plak 4: Haydn, yaylı sazlar kuarteti, Serenad, Op.3 No.5, Wendling Kuartet)
Bütün bu kuartetler de gösteriyor ki, Haydn eserlerini tam bir huzur içinde yazmış, hattâ hayatı aynı huzur ve sükûn içinde geçen büyük sanatçı, bazı güzel hadiselerin karşısında bile her zamanki mizacından en ufak bir şeyi feda etmemiştir. Öyle ki Haydn’ın yuva kurma konusundaki saflığına burada kısaca değinmek, daha çok genç yaşlarda kendini hissettirmiş olan ilahi huzuru bir anda açıklamaya yeter. Haydn’dan başka bir insanı hayatı boyunca mutsuz etmeye yetecek yaratılışta bir kadın olan eşi, bir berberin kızıymış. Haydn, önce bu kadının kardeşini sevmiş; fakat bu kızcağız günün birinde manastıra kapanmak suretiyle sahneden çekilince, kızların babası Haydn’a kız kardeşlerin birini almakla ötekini almak arasında fark olmadığını söylemiş. Bu tavsiyeye bütün saflığıyla boyun eğen genç sanatçı, sırf kayın babasını sevindirmek için olacak ki, sevdiği kızın kız kardeşi ile evlenmekte bir an tereddüt etmemiş. Halbuki bu acayip evlenme, Haydn gibi sakin mizaçlı bir insanı bile çileden çıkarmış ve zavallı sanat adamına hayatının sonuna kadar azap olmuştur. Haydn ileri yaşlara ulaştığı zaman, eşinden tamamen ayrı yaşamak zorunda kalmıştır. Hattâ 60 yaşlarına ulaşmak üzere olan sanatçının son yıllarına, 19 yaşında genç ve güzel bir İtalyan şarkıcının, Londra’da tanıştığı dul bir İngiliz kadının, nihayet Madam Mariana von Genzinger adında Viyanalı bir kadının karışmış olduğu görülür. Hele büyük sanatçının hayatının son yıllarını bahara çevirmiş olan Madam Genzinger, ihtiyar arkadaşına kendini çok sevdirmiş olacak ki, Haydn’ın bu iyi kalpli kadına yazdığı mektupların hemen hepsi içten gelen bir saygıya tanıklık etmektedir. Bakalım Haydn bu mektupların birinde ne diyor:
“Asil ruhlu, yüksek yaradılışlı, iyi kalpli Madam Genzinger, İşte – yine yalnızım – terk edilmiş bir halde – zavallı bir yetim gibi – insanlardan tamamen uzak bir haldeyim. – Kederliyim – hep o geçmiş iyi günlerin hâtıralarıyla yaşıyorum. – Ne yazık ki, bu günlerin artık hepsi geçti gitti. Acaba bu güzel günlere gene kavuşacak mıyım? Acaba o güzel toplantıları gene görecek miyiz? Acaba bir sürü insanın bir kalp gibi, bir ruh gibi yaşadıkları zamanları yine görecek miyiz? Gene öyle güzel müzik akşamları yapabilecek miyiz? Bunları ancak düşünmek mümkün olabiliyor. Yoksa tasvire imkân var mı? O heyecanlı anlar artık nerede? – hiçbiri kalmadı – artık bunlardan bir daha dönmemek üzere mahrumuz. Size uzun zamandır şükranlarımı yazamamış olmama hayret ediyorsunuz değil mi? Evde (burada) her şeyi karmakarışık buldum; bir orkestra şefi miyim, yoksa bir kilise hademesi miyim, neyim? Tam üç gündür bu ciheti tespit edemedim; hiçbir şey beni teselli edemedi; bütün ev öyle bir dağınıklık içindeydi ki, çok sevgili piyanom bile bana kafa tutuyor, itaat etmek istemiyordu. Sükûnet bulacağım yerde, bu hal beni büsbütün üzmeye yetti. Uykum kaçtı, bir sürü karışık rüyalar gördüm, hele tam rüyamda Figaro’nun Düğünü operasını dinleyeceğim sırada, o uğursuz kuzey rüzgârı beni uyandırdı, uykumu kaçırdı, üç günde tam 10 kilo zayıfladım, üstelik bir de, daha yola çıkarken, Viyana’nın o cânım yemeklerine veda etmek zorunluluğu, evet, evet, bizzat başıma geldi. O her zaman yemek yediğim lokantada, o cânım sığır eti yerine, bana 50 yaşında bir ineğin etini yedirdiler, hamur garnitürlü yahni yerine, safi sinir içinde koyun eti, Bohemya Fasonu yerine, pöstekileşmiş pirzola yedirdiler, o cânım portakal yerine, berbat bir salata, doğru dürüst bir pasta yerine, incecik dilinmiş bir elma pastasıyla fındık yedirdiler ve daha neler neler yedirmediler – evet, evet, bizzat ben, vaktiyle Viyana’da ağzıma bile koymadığım şeyleri burada yemek zorunda kaldım – hele buradaki restoranda çikolatayı sütlü mü yoksa sütsüz mü içersiniz, kahve mi emredersiniz, size bir hizmette bulunabilir miyim, aziz Haydn, dondurmayı vanilyalı mı, yoksa ananaslı mı istersiniz diye soran da yok. Hayır bir şey değil, ağzıma yemek koymadığım şu sırada, hiç olmazsa, öyle kapkara hamurları, o simsiyah makarnaları bastıracak iyi bir Parmesan peyniri bulsam, ona da razı olacağım. Bugün bana birkaç kilo peynir göndermesi için bizim kapıcıya bahşiş verdim. Böyle ölçüsüz, biçimsiz, oldukça kötü, oldukça bayağı şeylerle zamanınızı harcadığımdan dolayı sizden af dilerim, pek muhterem madam, benim gibi, Viyanalıların çok iyiliğini görmüş bir adamın bu yoldaki hatalarını affetmenizi rica ederim.
“Burada yavaş yavaş köy hayatına alışıyorum, ilk olarak daha dün çalışmaya başladım ve oldukça Haydn’vari çalıştım. Herhalde siz, muhterem madam, benden daha çalışkansınız. Ümit ederim ki, o kuartetten alınan Adagio, o hoşunuza digen Adagio, hakiki ifadesini o güzel parmaklarınızda bulmuştur. Ümit ederim ki, benim iyi kalpli matmazel Peperl’im de Kantatı sık sık okumak suretiyle hocasını hatırlar; bu Kantatı bilhassa iyi bir telâffuzla okuması ve kelimelerin hakkını vererek söylemesi lâzım, yoksa bu kadar güzel bir sesin insanın göğsünde saklanıp kalması günah olur. Sayın madamın bana sık sık güler yüz göstermesini rica ederim, aksi takdirde ihmal edildiğime kesin olarak inanacağım. Müziğe kabiliyeti olan sayın François’ya saygılarımı sunarım. Bu zat, arkasında gecelik entarisi ile şarkı söylediği zaman da pekâlâ iyi okuyor, sizi neşelendirmek için her seferinde başka bir şeyden bahsedeceğim. Bana gösterdiğiniz lütuflardan dolayı tekrar tekrar ellerinizden öperim. Ebedî hürmetkârınız, lütufkârınız, en uysal, en sadık hizmetkârınız, Josef Haydn. Estor, 2 Şubat 1796, Not: Muhterem eşinize içten saygılarımı sunar, genç Mösyö Hofmeister ile Matmazel Nanette’yi ve bütün Hacherische ailesini candan selamlarım.”
Ortada bu kadar güzel bir mektup varken, sanat adamının ruhsal durumunu bu kadar güzel inceleyen, onun ruhundaki gizli mizahı, eleştiri yeteneğini bize eksiksiz açıklayabilecek başka bir belgeyi aramaya gerek var mı?
(Plak 5: Haydn, Senfoni No.6, Berlin Filarmoni Orkestrası, Şef: Joscha Harenstein)