
İnsan ve toplum, tarihin her devrinde tezatlarla karşılaşmıştır. Daha iyi bir dünyaya çekilen hasret, her zaman kendini duyurmuştur. Teori ve aksiyonda tatmin edici şekillere duyulan özlemin estetiğe bağlı hükümleri, doğal olarak ikili tezat ölçülerine dayanmaktadır. Şöyle ki, iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-eğri, tatlı-acı, aydınlık-karanlık türünden ikili yargılar, yaşadığımız dünyanın bir bakıma göreli ölçü değerleridir. Bu ikili tezat ile bunların değişik güçlerde beliren kademeleri karşısında, isteklerimiz arasında, daha az kusurlu bir dünyanın, kötüden oldukça arınmış bir iyinin, eğriyi az çok belli eden bir doğrunun, karanlığı çoğunlukla örtebilen bir aydınlığın, acıyı giderebilecek bir tatlının hasretini çekmemiz kadar tabii bir şey olamaz ve gerçek iyimserlik de işte budur.
Görülüyor ki, bu tezatlı yargılar, yetişme döneminde bulunan bir kişi ya da toplum için, daha çok sübjektif [öznel] birer anlam olmaktan ileri gedememektedir. Öte yandan kanı ve yargıların, objektif [nesnel] düşünce ve etkiye doğru gelişme gücüne sahip olabilmeleriyle, günün birinde çoğunluğun uyabileceği, katılabileceği sağlam ölçülerin de meydana geleceği kesindir. Örflere, âdetlere, geleneklere ve daha sonraları da kişi ve toplum ahlâkı ile, moralin dinamik gelişimi demek olan fazilete [erdeme], tarih boyunca hep bu yoldan gidilmiştir. Hattâ bir bakıma, toplumsal kanı ve yargıların yazılı hükümleri demek olan kanunlar bile, hep aynı yolun objektif sonuçlarıdırlar; ve böyle olmaları gerekir.
İnsan ve toplumun gelişim çabasında göze çarpan olağanüstü iniş ve çıkışlar, moral dengenin lehinde ya da aleyhinde baş gösteren fikir ve etkilerden başka bir şey değildir. Kaldı ki, durmuş-oturmuş kişi veya toplumlarda, düşünce dengesini bozmaya yeltenen davranışlar, daha az tehlikeli faktörler olmanın önemini taşırlar. Henüz kuruluş döneminde bulunan bünyelerde ise, düşünce dengesizliği, gelişimi kesme ve önleme türünden tehlikeli duraklamalara yol açar. Onun içindir ki, kişi ve toplum gelişiminde büyük rolü olan ahlâk ve erdem ilkelerinin zamanla meydana getirdiği doymuşluk (saturation), toplumun omurgası dediğimiz şekillenmiş bir bünye içinde feyizli meyvelerini vermeye başlar. İşte böyle bir omurga sayesindedir ki, kişinin veya toplumun geniş bir çoğunlukla paylaşabileceği düşünce, kanı ve yargılar meydana gelir; objektif ölçülerden ileri derecede yararlanabilme imkânları da ancak bu yoldan elde edilebilir.
Sağlam bir omurgadan yoksun kalmış bünyeler, objektif kanı ve yargıları çoğunlukla paylaşamayan cılız varlıklardır. Bu türlü ortamlarda, ancak fikir dengesizlikleri ve gelişimi durduran etkilerle karşılaşılır; ve böyle bir varlıkta göze çarpan aşırı sübjektiflik, objektif düşünce ve kanıların meydana gelmesi imkânlarını da uzun süre önler. Oysa yaşadığımız çağda, tarihin hiçbir devrinde karşılaşılmayan bir durum özellikle kendini göstermektedir. Bu durum, her bakımdan üstün seviyeye ulaşmış oldukları kabul edilen veya sadece olağanüstü araç ve imkânları elde etmiş bulunan bünyelerde görülen ayrılıklar ve bunların doğurduğu huzursuzluklardır. O halde burada, tezadı yaratan faktörün, ilerleyişin ve gelişimin bizzat kendisi olduğu gerçeği ile karşılaşılıyor.
Yukarıda belirtilen hususları incelerken, kafamızda aksi düşünce ve yorumlar da belirebilir. Kendi kendimize veya birbirimize şu sualleri sorabiliriz: İnsanın veya insanlığın eleştirilebilecek nesi var? Akıllara hayret veren teknolojik devrimleri bugünün insanı yapmadı mı? İnsanoğlu, kendi kendini bir gezegen yapıp, uzayda dolaşmadı mı? Dünyadan fırlattığı laboratuarı aya gene insan oturtmadı mı? Dünyamızdan 50 milyon mil uzakta olan Mars gezegenine uydu gönderip o âlemin manzaralarını televizyonla dünyamıza ulaştıran da bugünün insanı değil mi? Peki böyle bir insanın eleştirilecek nesi var? Evet, bu çok ileri insanın çok geri kalmış bir yönünü gösteren önemli bir neden var! Çağımızın teknolojik gelişmelerini, insanlık için tehlikeli bir unsur olma durumuna sokan yön de işte bu yön! Çünkü insanoğlu, çoktandır insanı ihmal etti; insana ve insan ahlâkına gerekli yatırımı yapmadı. Sanmayın ki bu korkunç ihmal kolay kolay gözden kaçıverdi. Hayır, bunu yakından gören gözler, endişe ile izleyen kafalar da vardı.
Ünlü psikiyatr Freud’un, hayatı cinsel içgüdüye bağlayan temel prensibi (libido) karşısında, yolunu onun yolundan ayıran ünlü psikiyatr Carl Gustav Jung, yalnızca insanın ihmal edilen ahlâkına eğilmiş ve günün birinde büyük bir üzüntüyle şu sözleri söylemek zorunda kalmıştır: “İnsanlık, politik nedenlerden olduğu kadar, bilimin korkunç, hattâ şeytanca başarısından doğan gizli bir ürperti, derin bir kuşku içindedir; ama buna karşı gene de bir çare bulunamamıştır ve bütün bu olayların, insan ruhunun çoktandır ihmal edilmiş olmasından ileri geldiğine de pek az insan inanmaktadır.”
O halde ne yapılacaktı da yapılamadı? Genel kanıya göre bir şey yapılabilirdi, hele o hiç yapılmadı. Yani antik devirlerden bu yana insan hak, hürriyet ve ahlâkının yücelmesi yolunda ulaşılmış olan zirveler elde tutulamadı. Hür düşünce, baskı yönteminin türlü şekillerine feda edildi; ve bu türden dogmalara, yerine göre, teolojik, konfesyonel, ideolojik, etik, sosyal, ekonomik düzen adı verildi. Tarihin akışı içinde nice bin zahmetle elde edilebilmiş olan vicdan aydınlığı’ndan insanoğlu yeniden karanlıklara itildi ve güdülen bir yaratık olduğuna zorla inandırılmak istendi. Hele yakın bir geçmişte, büsbütün şahlanan dogma rejimleri, insanı daha da küçümsedi; böylece insanoğlu itibardan düşürülmüş oldu. Fakat güdülerek küçültülen insandan, ne gariptir ki, teknoloji alanında büyüklükler beklendi; o da yaradılışı gereği araştırmacı olduğundan, kendinden isteneni uysallıkla aradı, buldu, gerçekleştirdi; ve bu kuru, tek yönlü buluş, insanlığın başına felaketler getirdi.
Bu tutumla işin zahmetsiz tarafına gidilmişti ki, o da var bir şeyi yok edebilmenin kolaylığı idi; çünkü yüzbinlerce insanı, zamanla emek vererek yüceltebilmenin değil, ancak bir anda yok edebilmenin ahlâkı ve tekniği bulunmuştu. İnsanı olumlu yolda geliştirebilmenin tek önlemi, insana gereği gibi yatırım yapabilmekti; ama bu güç, çok uzun vadeli bir işti; böylesine bir yolun verimli sonuçlarını, çok uzun bir süre sonunda görebilmek mümkündü. Oysa atomu, hidrojeni, nükleer gücü, dogmanın eline vererek hemen sonuç almak, istenen şekli topluma çabucak verebilmek, zahmetsiz bir operasyondu. Çok acı olmakla beraber bu yöntemin bir iki canlı örneği de verilmişti. İnsanlığı yeni baştan esarete mahkûm edebilmenin çaresi işte böylece bulunmuş oldu. Bu durum bütün milletleri, ister istemez kendini savunmanın kaygısına düşürdü; savunma bütçeleri, zorunlu bir önlem olarak kültür bütçelerine tercih edildi; koruyucu ve vurucu güç, millî varlığı savunma konusunda büyük fedakârlıklara katlanma görevini şerefle üzerine almış oluyordu.
İnsanı ihmal ederek küçültmenin daha başka yöntemleri de vardı. Nitekim kişi ve toplumu teknik araçlarla yok edebilme çabasından çok daha önce gelen bir başka çaba daha vardı ki, bu klasik inisiyatif, müsait ortamı uzun süredir hazırlamıştı; bu yöntem, insanı manen çökertmenin yöntemiydi. Bu oldukça eski sistemle, insanlığın, binlerce yılın akışı içinde kazanmayı başardığı güven, inanç ve dostluk değerlerini kolayca yıkmak mümkün oluyordu, çünkü ortada bu türlü değerler oldukça, kurulması istenen dogma yönetimini gereği gibi meydana getirmek imkânsızdı. Bu korkunç gayeye, büyük yazar Thomas Mann’dan bu yana gelen sanat eserlerinde geniş ölçüde ulaşma imkânını, esefle belirteyim ki, sağladılar; ama baktılar bu başarı uzun vadeli ve zahmetli yatırımlara bağlı, o zaman teknolojinin bir anda yıkan gücünden yararlanmayı elbette tercih ettiler; ve dört elle tekniği geliştirmeye koyuldular ve geliştirdiler de!
Fakat hayır! Eminim ki, insanın hayat dramında, bu acıklı sonuçlara benzer daha nice serüvenler gelip geçmişti; bununla beraber akıl ve hikmet, onu er geç iyi, doğru ve güzeli bulup meydana çıkarmaktan alıkoymamıştır. Büyük mürşitlere, filozoflara, sanatkârlara, şairlere, basiretli devlet adamlarına bu yolda az iş düşmemişti. Hattâ büyük bir şair, büyük bir sanat adamının cenaze töreninde haklı olarak şöyle demişti: “Onun içindir ki, şairlerle kahramanlar, sanatkârlarla peygamberler, zavallı, sefil insanlar, onlar’a yönelsinler, nereden gelip nereye gittiklerini anlasınlar diye yaratıldılar”.
İnsanoğlunun uğradığı bütün felaketlerin biricik panzehiri, tarihin her devrinde, insanı insana çıkar gözetmeden sevdirebilme gücünü elde edebilmekteydi. Ne gariptir ki, bütün dünyayı iki zıt kampa bölen zihniyetin ağzından düşmeyen tek slogan da “sevgi”dir; yani samimi olmayan bir gösterişin sevgisi!
Gelelim insan ruhunu güzellik yolunda şekillendirmekle görevli olan sanat’a: Bu nitelikten büyük ölçüde yoksun olan günün sanat yaratışları da, çoğunlukla bölücü, ayırıcı, insandan yüz çevirtici bir sanat olmaktan ileri gidemiyor. Sartre, Brecht, Ionescu, Beckett’in eserleri ortada. Bütün bu tür yaratışları, dostluk, vefa ve sevgiden güvensizliğe geçişin çabaları olarak kabul etmek gerekiyor. Oysa şu acı dolu dünyamızda, bugün için felaketlerin en büyüğü, insanı insandan yüz çevirten güvensizliktir. Bu planlı manevranın amacı, apaçık ortadadır: özlenen baskı yönetimini kurup, milyonları tek taraflı güdebilme hegemonyasını çabucak ele geçirebilmektir; ve bunun biricik yolu da, insanoğluna binyıllar boyunca elde ettiği moral değerleri unutturmaktır. Bu amacın ölçüleri, insanın sevgi, şefkat, merhamet, vefa ve fedakârlık türünden duygu yetilerini bir an önce yok etmekle görevlidirler.
Ne var ki, bu işin peşinde koşanlar, büsbütün kendi başlarına da bırakılmamışlardır. Onların bu yıkıcı çabalarını izleyip, karşı önleme açıkça başvurmaktan çekinmeyen kahramanların da ortada aktif rol oynayacakları kesindir. Nitekim toplumun zamanla kazandığı moral değerleri, tarih boyunca karşılaşılan dogmatik baskılarla yıkma çabasına direnen fikir adamlarından Erasmus, Locke, Descartes, Kant ve Comte gibi filozofların daima saygıyla anılmaları gerekir. Bunların, kişiyi ve toplumu, Rönesans’tan sonra daha belirli yüzle ortaya çıkmış bulunan insanseverlik idealine yöneltebilmeyi sağlama bakımından büyük emekleri geçmiştir.
İnsan ruhunu güzelliğe ulaştıran sanat büyüklerinin, duygu gelişimini güçlendirme açısından oynamış oldukları rol de olağanüstü önem taşımaktadır. Kaldı ki, bilim insanlarından bazılarının, insanın varlığını başka açılardan değerlendirme çabasına hayatlarını feda ederek katılmış olmaları da ibret verici sonuçların meydana gelmesine yol açmıştır. Yaşadığımız günlerin de bu bakımdan olan inisiyatifleri az değildir. Meselâ bugün aynı yolda yürüyen uyarıcılardan Zenta Maurina adlı bir araştırıcı, tarih boyunca insandaki dostluk idealinin gelişmesi aşamalarını araştırmayı kendisine iş edinmiş ve bu çaba ile elde ettiği belgeleri, geçen yıl yayımladığı “Güvensizlik ve Dostluk” (“Verframdung und Freundschaft”, Memmingen/Allg., Dietrich 1966) adlı eserinde karşılaştırmalı olarak dile getirmiştir. Yazar bu kitabında, güvensizlik anlamını, günün insanının çoğunda rastlanan, moda halini almış bir mizaca, bir doğaya benzetmektedir. Zenta Maurina, yaşadığımız devrin müşterek yarası olarak nitelendirdiği böylesine bir anlayışa özellikle Brecht’in, Ionescu’nun, Beckett’in yazılarından aldığı fıkralarla örnekler vermiştir. Bu enteresan konuyu büyük bir başarıyla işlemiş olan yazarın en üstün yönü, eserinde, insanoğlunun sevgi, vefa ve feragat hasletlerine örnek olarak ortaya koyduğu belgelerdir. Sümer medeniyetinin ünlü destanı olan “Gilgameş” metninde ve bugüne kadar meydana getirilmiş bulunan büyük çaplı eserlerde incelemeler yapan Zenta Maurina, meydana çıkardığı belgelerde, insanı ve insanlığı gerektiğinde yeteri kadar uyarmış olan “sağduyu”nun iç açıcı örnekleriyle karşılaşmış ve bunları gururla gözümüzün önüne sermiştir. Maurina, sevginin, bundan sekiz bin yıl önce Gilgameş Destanı’nda yer almış olan örnekleriyle ilgili belgeleri yorumlamış, sonra da aktüel sevgiye yönelip, C.J. Burckhardt ile Hugo von Hofmannstahl ve Thomas Mann ile Agnes Meyer arasında karşılıklı olarak yazılmış mektuplardan çıkardığı sevgi ve vefa tiplerini günümüze sunmuştur.
Buraya kadar yaptığımız incelemeler de gösteriyor ki, insanlığa zorla unutturulmak istenen hak ve hürriyet ideallerinin gerçek değerlerini ortaya koyma yolunda başvurulacak yöntem, yeni bir yöntem olmayacaktır. Tam tersine, uygulanacak yöntem, insanlık kadar eskidir. Nitekim gerektikçe aynı çareye başvurmanın gerçek önleme yönelme demek olduğunu, insanlığa verdiği örneklerle anlatmış olan Eflatun, bundan 2500 yıl önce yazdığı bir metinde (Symposion), Sokrates’i Alkibiades ile şöyle konuşturmuştur: “İnsanın akıl gözü ile görebilmesi, ancak beden gözü ile görebilme hassasının geri plana geçtiği anda başlar”. Bu cümle ile Eflatun, “Devlet” veya “Cumhuriyet” adlı eserinde de değindiği gibi, “sanki vahşi bir bataklık içinde gizlenip kalmış olan kalp gözünün, sağlama ve gerçeğe doğru gelişme zorunda olduğunu”nu ısrarla savunmaktadır.
Gene Eflatun, bir başka eserinde (Sophistes), “gelişmemiş bir kalp gözünü, ilahî gerçekleri görebilecek güçte olmamakla” itham etmektedir. Bununla Eflatun, sadece madde dünyasına bağlı görünüşlerin insanı çoğu kere aldatan etkisinden kurtarabilmenin tek çaresinin, gerçekleri kalp gözüyle görebilme çabasıyla elde edilebileceğini anlatmak istemiştir. Hattâ Eflatun, daha sonraki eserlerinde, kalp gözüyle görebilme gücünün, ancak düşünebilen insanda olabileceği fikrini savunmuş ve böylesine bir görüşü, “idea” terimini kullanarak öteki görüşlerinden ayırt etmek istemiştir. Ondan dolayı büyük filozof, Dion ve dostlarına hitaben yazmış olduğu o meşhur 7. mektubunda, devlet idare edecek kişilerin, filozof olmaları gerektiğini, yani düşünebilen kişiler olmaları lazım geldiğini sık sık ileri sürmüştür.
Eflatun dilinde “idea”, boy pos, dış görünüş anlamına gelmektedir. Meselâ Eflatun’a göre güzel bir beden veya görünüşte, asıl olan ana şekil kendini göstermektedir ve böylesine bir şekil sayesinde beliren görünüş, içeriği gerçek yönleriyle ortaya koyabilmektedir. Bu durum karşısında Eflatun bakımından “idea”, kalp gözüyle görebilme amacının ulaşabileceği son noktadır. Bütün bu yorumlara değinmekten maksadımız, olaylardan gelen sonuçlar ne yolda belirirse belirsin, asıl olanın iyimserlik olduğunu açıklamak içindir; çünkü insanoğlu, kalp gözüyle görebilme gücünden vakit vakit uzaklaşmış, ama bu güçten hiçbir zaman yoksun kalmamıştır. Onun içindir ki, insanlığı bunaltan krizlerin, iyi niyet, mücadele ve azimli davranışlar karşısında gelip geçici olduklarını, tarih bizlere göstermiştir; akıl ve bilgelik hareketlere er geç rehber olmuş, kuvvet onu tamamlamış, güzellik de ister istemez süslemiştir.
Kişinin ve toplumun, dünya olaylarına kalp gözüyle bakabilme ve gerçeklere bu yoldan ulaşarak önlemlerini gereği gibi alabilme gücü sayesinde, “iyi”, “doğru” ve “güzel”in üçlü dengesini er geç kurabilme imkânı doğacaktır. İnsanoğlunun böylesine bir düzene ulaşabilmesinin tek yolu, hurafe yollarını kapatan pozitif bilim zihniyetidir. Hele aydın kişilerin, bilimin ve sanatın uluslararası değerdeki ortak tekniğinden insanlık lehine yararlanma bakımından üzerlerine alacakları öncülük göreviyle, hatalardan kurtulup asıl öze varabilme imkânları sağlanmış olacaktır; ve ancak bu düzeyde elde edilecek “sevgi” ile hür ve demokratik bir düşünce düzenine varabilme gücü elde edilecektir.
Büyük kurucu Zerdüşt’ün, insanoğluna binlerce yıl önce tavsiye ettiği özlü önlemlerin her zaman için güncel değer taşıyan içeriği, günümüzün hüzün verici olayları karşısında daha da iyi anlaşılmaktadır. Zerdüşt, o cömert bilgeliğiyle şöyle demektedir: “Başkalarını sevebilmenin sevgisinden daha da büyük sevgi, en uzaktakini ve gelecektekini sevebilmenin sevgisidir; ben sizlere en uzaktakini sevebilmenin sevgisini tavsiye ederim”. Görülüyor ki, Zerdüşt’ün 2700 yıl önceki sevme ideolojisi, Eflatun’un, olayların iç yönünü beden gözüyle değil, kalp gözüyle incelemeye çağırışı ve her zaman antik bilgelikten beslenmiş olan modern düşünüşün, gerçekten bilerek, görerek, tanıyarak sevebilme esprisi, insanoğlunun toplum hizmetinde artık daha aktif rol oynamasını gerektirmektedir. O halde, mistik inançların, kişinin bireysel yücelişini “isolation” [inziva] yoluyla sağlama bakımından öngördüğü “çevreden yüz çevirip, kendi kabuğuna çekilme” ideolojisinin (itikâf, teslimiyet), günün sorunları karşısında, egoizmin toplum zararına yönelttiği en tehlikeli dışavurumlarından biri olarak kabul edilmesi gerekir. Onun içindir ki, herhangi bir dogmaya dayanmaması imkânsız olan mistik inançların, telkin gayesi gütmeyen özel kanı ve inanç seviyesinde kalabilmeleriyle, insanlığı bölen, insanları birbirine düşüren bağnazlık baskılarının önlenebilmesi gücü de sağlanmış olacaktır. Bütün mesele, böylesine bir gerçeğin, kişi ve toplumca gereği gibi benimsenebilmesindedir.
İnsana ve topluma zarar vermeyen görüş ve düşünüşlerin tahammülle karşılanmasındaki moral güvence, her şeyden önce nefse güven gücünün meşru gelişiminde yer almaktadır. Bu güç, insanda, aykırı düşünceye tahammül edememe sürecini değil, tam tersine tahammül edebilme yeteneğini geliştirir; “iyi”, “doğru” ve “güzel” olarak tanınan düşüncelerin rahatça ve kendine güvenle savunulabilmesine yardımcı olur. İnsandaki bu üstün gücü gereği gibi kavrayabilen terim ise “hoşgörü”dür; yani insanda, zararlı olmayan fikir ve kanıları zararlılarından gereğince ayırt edip, bunlardan kişisel kanı ve görüşe uymayanları tahammülle karşılayabilme ve aksi fikri tahammülle savunabilme gücü. İşte bu güç, insandaki öz sevgi’nin temeli olma niteliğini taşımaktadır.
Bütün bu gerçekleri, tatmin edici bir prensibe ulaştırabilmenin en açık düsturu, tanınmış Alman düşünürü Ludwig Keller’in bir yazısında yer almaktadır. Keller, bu yazıda şöyle demektedir: “Gerçek insanseverlik, her sağduyunun tereddütsüz kabul ettiği ‘evrenin Ulu Yaradanı’ fikrinin bile başkalarına baskı halinde telkin edilmemesinde ve bu kanıya aykırı kanıların da tahammülle karşılanabilmesi gerçeğinde gizlidir”. O halde dünyamızı, olayları, kalp gözüyle görmeye çalışalım; saflarımızı insana yönelme yolunda sıklaştıralım; sevgi, vefa ve feragate hoşgörüyle bağlanabilme gücünden yoksun kalmamaya çaba gösterelim. Ancak böylesine bir ahlâki düzene yönelebilmenin çabasıyladır ki, sevgiye giden yol, pürüzlerden arınmış olacak, karşılıksız ilginin rehberliği, insanoğlunu, kaybettiklerini yeniden elde edebilme iradesiyle güçlendirecektir.
Cevad Memduh ALTAR
(Ankara, 27 Şubat 1968)