“Devlet armasını,
sembolik bir insan başı olarak
temsil etmeli.”
Kemal Atatürk
“İnsanoğlu nedir, ne değildir?” sorununa yönelik araştırmalar, sayılamayacak kadar çoktur; ama bunlar gene de tatmin edici sonuçların elde edilmesine imkân sağlayamamıştır, çünkü insan hayatında Statik-Düşün’den Dinamik-Düşün’e geçmenin olağanüstü ürünlerini verme yolunda oldukça ileri aşamalara ulaşmış bulunan aklın, -psikolojik bir neden olmadan- herhangi bir noktada durup tükenmesi söz konusu olamaz. Yani insanın, dolayısıyla insanlığın, evrensel hayatın akışı içinde, statikleşip her yönüyle ansızın donup kalması mümkün olamayacağı için, bu sorunlu yaratığın değişmez bir yorum ve yargıyla tanımlanamayacağı da bir gerçektir; ve işin güzel, hattâ ilahi olan yönü de budur!
Akıl ve ruh gücünü değerlendirebildiği kadar, bu iki ana gücün ortak sentezini değerlendirebilmede de usta olan, hattâ evrimsel çabada hikmet kademesine bile erişebilen insanın, herhangi bilimsel ya da filozofik bir tanımlama ile sınırlanabilmesi mümkün olamamıştır, olamayacaktır da. O halde insanoğlunun sonsuz bir evrimin dinamizmi içinde incelenebilmesi yolunda çaba harcanması gerekeceği tabiidir; ve insana yönelik araştırma ve incelemeler, yorum, yargı ve düşünceler bitmeyecektir, tükenmeyecektir.
Yüzbinlerce yıllık bir yaşamın meydana getirdiği deneyimle, evrimde erişmişliğe yönelebilme yeteneğini az çok elde edebilmiş olan insan, sevgi gibi eşsiz bir hüneri hemcinsiyle paylaşabilmede de göz yaşartıcı örnekler vermiştir. Bununla birlikte gene insan, gelişim çabasını engelleyip duraklatan korkunç olayları yaratabilmede de ustaca bir hünere sahiptir. Düşünebilme mutluğuna eren her insana dehşet veren böylesine bir tablo karşısında insan, insanı arama, insanı tanıma, insanı tanımlama ve tanıtma isteğinde de azimlidir; yani insan insandan vazgeçememektedir! Ve bu eşsiz yaratık, çözümlenmesi olanaksız sorunları gene de çözebilmenin açlığı içindedir; bütün bu çabalar da, akıl ve ruh evriminin bir gereği olmanın önemini taşımaktadır.
Bu konu biraz daha deşilince görülecektir ki, insanı insan yapan prensip, insanın sadece doğal gelişimine karşı çıkan bir prensiptir; ve gene bu prensip, yeryüzünde karşılaşabileceğimiz şeylerin de çok daha ötesinde üslenmiş bir prensiptir; yani en ön planda gelen “akıl”dır. Bu en ileri düzeyde üslenen gücü günümüzün düşünebilen insanına yaklaştırabilecek olan uğraşı ise, çağdaş ve modern bir bilim dalı olan Filozofik-Antropoloji’dir (Max Scheler, 1874-1928, Die Stellung des Menschen im Kosmos, 1949).
Artık insanın orangutan, goril ya da şempanze gibi maymun soyunun zamanla gelişerek insana dönüşmüş bir boyutu olarak değil de, insandan önceki ilk insanın (Homini’ler) gelişmiş bir boyutu olabileceğini benimsiyorlar ve bu konuda da henüz kesin bir sonuca varılabilmiş değil. Şimdilik bilinen bir şey var ki, o da insan soyunun ilk insanı ile maymun soyunun insana benzer gibi görünen ilk yaratıklarının 550.000 yıl önce yaşamış ve ilkel insanın ateşi kullanabilmeyi öğrenmiş olmasıdır.
İnsanoğlunun hayvandan üstün oluşunun ilk belirtisi, iki ayağıyla yürümeye ve ellerini yaşamına yararlı olabilme yolunda ve istediği gibi kullanabilmesiyle başlamıştır; özellikle beynin ve beyin kabuğunun büyümesi, insanoğlunun evrimsel çabasında başlıca etken olmuştur. Ne var ki bu iki önemli organın sürekli bir gelişim aşaması içinde olgunlaşma sürecini durmadan sürdürmesinin, insanın bedensel yeteneğinin gerilemesine yol açtığı, dolayısıyla duyma gücündeki aşırı keskinliğin zayıflamış ve dıştan gelebilecek her türlü etkeni karşılayamayacak duruma düşmüş olduğu görüşü üstünde, bu konuya emek veren bilginler çoğunlukla birleşmişlerdir.
Zamanla araştırma tutkusunun artması, kendi tarihi, tarih içindeki gelişimini ve varlığını tehdit eden ölüm, daha da artan bir merakla insanı gittikçe hızlanan düşünme sürecine itmiş, hattâ yaşamdan kopma kaygısı onu büsbütün tedirgin etmiştir.
Hayvanın yaşadığı çevreye sımsıkı bağlı bir varlık olmasına ve içgüdüsel davranışlara özgü ve yaşamı kendiliğinden kolaylaştıran bir ayrıcalığı elde etmesine karşın, insanoğlunun tüm davranışlarında, dünyaya açılma iradesine ışık tutan hareket ve karar özgürlüğünü oluşturması, varlığının gereği olan daha başka bir ayrıcalıktan güç almasına imkân sağlamıştır; böylece çevresinde çok daha fazla bir hareket özgürlüğüne sahip olan insanın, özellikle duyu organlarının belirli doğrultularda sınırlanmaları karşılığında, bir işi en iyi biçimde başarabilme bakımından gelişip olgunlaşma aşamasına girmiş oldukları saptanmıştır. Böylesine bir üstünlük, düşün, duygu ve istek güçlerinin, yeni ve taze bir hafıza ve hayal edebilme düzeyine erişebilmelerine ve dolayısıyla çevreyi çok daha yönlü bir dünyaya (âleme) dönüştürebilmelerine yol açmıştır.
Zamanla daha da çoğalan bir ilgiyle insanı ele alan felsefelerin arasında Varoluş Felsefesi’nin (Existencialisme’in) çok değişik yorumlarından birine göre, yani akıl gücünü devreden çıkaran “anti-rationaliste” yoruma göre, insan ve çevresi, her şeyden önce olaylar ve eylemlerle dolup taşan, vaatler müjdeleyen ilişkilerin dünyasıdır ki böyle bir dünyayı “düşün” ve “duygu” güçlerinin oluşturduğu bir etkileniş dünyası olarak tanımak gerekir. Ve bu görünüm, dünyanın gerçek yüzünü tümüyle açığa çıkaracak bir görünüm olmaktan çok uzaktır; dünyayı dünya yapan gücün ne olduğunun çözümlenebilmesi de imkânsızdır.
İnsanoğlu ile ilgili psikolojik faktörlere gelince: İnsanın bilinçte gelişimi, onu, olumlu ve olumsuz aksiyonların tek promotörü olma yolunda uzmanlaştırmıştır; ve onun bu tür aksiyonları, dünyayı biçimlendirebilmede de başlıca etken olmuştur. İnsanın bu tutumundan en çok şikâyetçi olan ünlü uygarlık tarihçisi Charles Seignobos (1854-1942), kanımca tamamen haklı olmasa bile inkâr edilmez bir gerçeğin de payı olduğu şüphe götürmeyen, dünyaya yönelik eleştirisini şöyle bir anlayışla dile getirmiştir: “…Tarihin temeli cehalettir; büyüklüğünün ve sağlamlığının nedeni budur!...”. Seignobos’un bu sert ve acımasız eleştirisindeki tek hedefin sadece insan faktörü olduğu açıkça görülmektedir. Ne var ki bu derece karamsar görünmede oldukça aşırılığa kaçmış olan Seignobos’un unutmaması gereken bazı çok önemli, hattâ iç açıcı örnekler de vardır ki, tarihin temelini oluşturmada böylesine örnekleri verenlerin de büyük rolü vardır. Nitekim tarihin temeline harç koyanlar arasında Platon (M.Ö. 427-347), Aristo (M.Ö. 384-322), Semavi dinlerin büyük kurucuları Musa, İsa, Muhammed gibi peygamberler ile Farabî (870-950), İbn-i Sina (980-1037), İbn Rüşt (1126-1198), Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207-1273), Yunus Emre (1238-1320), Immanuel Kant (1724-1804), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938), Pasteur (1882-1895) gibi daha nice kahramanların emekleri vardır. Görülüyor ki tarihin insan eliyle oluşan temeli, tek başına cehaletin değil, aklın ve hikmetin de katkısıyla yükselmiş bir temeldir; ve olumlu-olumsuz ikilisindeki karşılıklı savaşımın temelde oluşturduğu ortak gücün gerilim dengesiyle dünya ayakta durabilmektedir görüşü ağır basmaktadır. Büyük kurtarıcı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu çok önemli sorunu bir başka yoldan formülleştirmiş ve şöyle demiştir: “…Her yerde görülebilen barış manzarasının temeli, taassup ile hür düşüncenin birbirine karşı kin ve nefreti üstündedir; temelin devrilmemesi, kin ve nefret düzeyindeki dengeyi tutan fazla kuvvet sayesindedir…Şüphesiz, düşüncelerin ve inanışların başka başka olmasından yakınmamak gerekir, çünkü bütün düşünce ve inanışlar bir noktada birleştiği takdirde bu, hareketsizliğin görünümüdür, ölüm işaretidir… Bunun içindir ki gerçek özgürlükçüler, hoşgörünün genel bir huy olmasını isterler, ama yine de, iyi niyetle de olsa, taassup hatalarına karşı dikkatli davranmaktan vazgeçemezler, çünkü sadece iyi niyetle hiçbir zaman, hiçbir şeyi onaramamışlardır. İnsanların, ruhun kurtuluşu için yakıldıklarını biliyoruz”. Görülüyor ki Atatürk’ün bu gerçekçi formülüne göre, insanlar arasındaki olumlu ve olumsuz davranışların neden olduğu savaşımı kazanma yolunda, her iki tarafın cepheye sürdüğü kuvvetlerde eşitlik görülmekte ve bu eşit güçteki kuvvetlerin oluşturdukları dengeyle insanlık ayakta durabilmektedir! Tarihin bugüne kadar olan görünümü budur.
İnsan dışındaki canlıların tüm davranışlarında, yakın çevreye sımsıkı bağlı oldukları ve ayrıca içgüdüsel güvenceye de sahip bulunmaları karşısında insan, tüm dünyaya açılabilme ve istediğini seçebilme imkânına sahiptir. İşte bu, çevreden kolayca kopabilme özgürlüğüdür ki duyu organlarına yatkın uğraşların geniş ve uzak alanlara yayılabilmelerine olanak sağlamıştır. Ama insanoğlunun doğal eğilim ve davranışlarının, zamanla doğaya tümüyle karşıt bir doğrultuda körleşme sürecine girmesi, tehlikeli bir durum oluşturmuş ve ruhun, yani duygusal yaşamımızın, insanın fiziksel yapısı yanında, kendine özgü bağımsızlığa sahip olması, apayrı bir “beden-ruh” (beden-duygu) sorununun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Günümüz tıbbının iki önemli uzmanlık konusu olan Psikoterapi ve Psikopatoloji dallarında çalışan bilim adamları, “psikosomatik araştırmalar” olarak niteledikleri bu tür çalışmaları geliştirme yolundaki çabalarını titizlikle sürdürmektedirler.
İnsanoğlunda bilinç ve ruh (duygu) gibi iki ayrı faktöre ilk ışığı yakan egemen güç, evrimsel çabasını durmadan sürdürebilme özelliğine sahip olan akıldır; ve insanı yakın çevresinden koparıp, olay ve eylemlerin gizli yönlerini araştırma yolunda, düşün dünyasına, yani hikmete yöneltebilen de gene akıldır. Ne var ki akıl, insanı her şeyi ile hayvandan farklı kılmıştır ama onu bir yerde doğadan uzaklaştırmıştır da (doğanın insan eliyle yozlaşması gibi).
İnsan, sadece “beden-akıl-ruh” gibi olumlu yolda birleşen üçlü bir bileşimin yardımıyla anlam kazanmakta ve böylece başkalarınınkinden farklı bçimlenebilmenin oluşturduğu bir kişiliği elde edebilmektedir. Ve insan ancak bu yoldan, kendince öndürdüğü bir amaca yönelebilmektedir.
İnsanları, ortak bir amaca yönelme yolunda birleştirmedeki ilk hareketin kaynağı ise gene akıldır. Ama bu noktada, üstünde önemle durulması gereken bir başka değişmez gerçek vardır ki, o da evrimsel çabasını gene de aklın ışığında sürdürebilen hikmettir [bilgeliktir] ve hikmetin, iman ve ahlâkı daha da yüceltip, dinamik bir varlığa ulaştırabilme yolunda harcadığı çabaya aklı da ortak edebilmekteki üstünlüğü, hiçbir şey ile kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Onun içindir ki “Hikmetsiz akıl olur, ama akılsız hikmet olmaz!” düşüncesinin yadırganmaması gerekir.
İnsanlar arasında dilin, yazının, teknolojinin, gözlemlerin ve bilimlerin zamanla olumlu uğraş ve birikimlere dönüşebilmesi, iş-bölümü ve işbirliğinde olduğu kadar, ahlâki sorumlulukta da üstünlük, doğayı tanıma ve doğaya egemen olma, kültürde ilerleyiş türünden olağanüstü nitelik taşıyan hareketler, sadece akıl ve hikmet sentezinin zaferidir. İdeal uğraşların oluşumu kadar, kişiyi, varlığını tanıma ve değerlendirip biçimlendirmeye götüren yol da hep akıl ve hikmet sentezinden geçmektedir.
Estetik araştırmaların en başka gelen öncülerinden ünlü şair Friedrich Schiller (1759-1805), konumuza ışık tutan isabetli bir yorumu, şöylesine bir formül ile dile getirmiştir: “…Kişiliğine özgü bir varlık olan her insan, karakter yapısına ve taşıdığı amaca uygun, saf ve temiz bir başka insanı da benliğinde birlikte taşımaktadır; ve insanın, tüm değişim ve gelişiminde, içindeki insanın hiçbir zaman bozulmayacak olan birlik ve beraberlik idealini onunla paylaşmaya devam edebilmesi, kendisi için en büyük bir görev olmanın önemini taşımaktadır!...”. Schiller bu görüşüyle, insanoğlunun aslında doğuştan sağlam bir akıl ve ruh yapısına sahip olduğunu kabul etmekte ve yaşam gibi olumlu ve olumsuz yönleriyle etkileyici güce sahip olan güçlü bir faktörün egemenliği altında, zamanla içindeki saf ve temiz kişiliğe ters düşen bir ortama tutsak düşebileceğine işaret etmektedir; idealist estetiğin kurucusu olan Schiller’in, özellikle bu konuda başka türlü düşünmesi de imkânsızdır!
İnsanın doğaya bağlılığı, doğaya egemen olma tutkusu, karakter yapısı, kültürü ve başkaca özellikleri, farklı din ve inançlara olduğu kadar, zamanla değişik görüş, kanı ve felsefelere yönelebilmesinde de başlıca etken olmaktadır. Antik kültür ve özellikle eski Helen (Hellas) kültürü, insanın özelliklerini, araştırma, anlama ve tanıma yoluyla öğrenme niteliklerinde görmüş ve en büyük gücünü, siyasal farklılıklara sahip ilk toplulukları oluşturmaktaki ustalık ve başarısında bulmuştur.
İnsanın erotik yönünü olduğu kadar, metafiziksel, ruhsal ve ahrete yönelik düşünce, özlem ve hayal etme kaygılarını esastan inceleyen düşün gücü, bu alanlarda yapılmış araştırmalardan çok sonra ve ilk olarak 18. yüzyıl felsefe araştırmaları ile, “eros”a tümüyle karşıt olan sevgiyi ve güzelliği algılayabilme gücünü, gerçek duygulanışın kaynağı olarak nitelemiştir; ve insan yaşamında ulaşılabilmesi, hattâ sadece yaklaşılabilmesi bile güç olan bu en ileri aşamaya, yani duygulanışın esas konusu olan sevgiye ve güzelliğe, beden ile aklın ve ruhun ancak ortak bileşimiyle ve yerine göre hikmetin de katkısıyla yaklaşılabileceği ve insanı gerçek özgürlüğe götürecek olan yolun bu yol olacağı felsefesinde, Doğuda da Batıda da çoğunlukla birleşilmiştir.
Günümüzde ise, insanlararası ilişkilerde, bireye ve topluma olumlu yolda düzen getiren güçlerin en değerlisi olarak tanıtılmasına çalışılan ahlâkın, amaca uyarlıktan, yararlıdan, hattâ hoşa giden şeylerin tümünden çok daha üstün tutulmasını öngören felsefenin, her şeye rağmen eriştiği zirveyi az çok korumaya devam ettiği ve devam edebileceği düşünülebilir.
İnsanlar arasında iyiyi, doğruyu ve güzeli gereğince tanıma, arama, bulma, tanıtma ve değerlendirme isteğinin (yani Saf-İsteğin) artmasıyladır ki, her şeyin içyüzünü anlayabilme, ya da gerçeğe az çok yaklaşabilme olanağı elde edilebilmiştir; ve bu tür olgular arasında, bireyin ve toplumun olumlu yolda etkilenmesinde, kişinin, eşyanın, olay ve eylemlerin neden olduğu sorunların çözümlenebilmesine yardımcı olan tek araç ise, simgesel gücünün geçerli yorum ve yargılara ışık tutması bakımından sahip olduğu üstünlükle, sadece ve sadece SANATtır; ve bu konuya hemen herkesin dikkatle eğilip bir şeyler öğrenmeye çalışmasında olağanüstü yarar vardır.
Buraya kadar yapılan araştırma ve incelemeler de gösteriyor ki, dünyanın önemli ve anlamlı yönlerini, yaşamı gereğince değerlendirebilme bakımından saptayabilen tek varlık, insandır; ve ondaki özü ve cevheri her şeyiyle oluşturan ana-kaynak ise, gene onun benliğinde üslenen kendi Mikrokosmos’u, yani kendi içinde var olan kendi küçük-evren’idir. Yerinde değerlendirilmiş olduğu şüphe götürmeyen “mikrokosmos” terimi ise, antik dönemlerin Milattan sonraki en son filozoflarından Romalı devlet adamı Boethius (480-524) zamanından beri, insanoğlunun iç âlemini niteleme yolunda sık sık kullanılmıştır; ve kullanılmaya devam edilmektedir.
İnsanın ne olduğunu ve onun dünyadaki yerini, hattâ onun uğraşçı, yani felsefe terimiyle “fonctionnaire” [işlevsel] yönünü araştırmaya ehil olan bilim dalı ise Felsefî-Antrolopoloji’dir; onun içindir ki felsefe, insandaki bilinç gücünü, Goethe’nin (1749-1832) dediği gibi, “…Oluşturuculuk uğraşı içinde var oluş!...” olarak nitelemiştir. Felsefenin tanımlamaya çalıştığı herhangi bir uğraşı üstlenen insan anlamına gelen “fonctionnaire” terimi ise, işi gücü, uğraşlar yükümlenmeyi sürdürme yolundaki kişi anlamına gelmektedir.
Ben de bu araştırma ve incelememde, insanın tüm insanlığa yönelen “fonctionnaire”lik vasfını açıklayabilmenin çabası içinde, ancak bu noktaya kadar gelebilmiş bulunuyorum.
Cevad Memduh ALTAR
(Gayrettepe, 16 Aralık 1984)