Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

MÜZİK RAPORLARI

Paul Hindemith raporu

E

TÜRK SANAT MUSİKİSİNİN TEŞEKKÜLÜ

Tercümeye başlama:
29.7.1935
Pazartesi

Tercümenin bitmesi:
6.8.1935
Salı

Türk halk musikisi

Faal bir musiki kültürü, esası halk içinde yaşayan bir musikiyi, tabiatiyle yüksek bir sanat musikisine götürür. Aynı zamanda sanat musikisinin gene halk musikisine müessir [etkili] olan nüfuzu, halk musikisinin esas şeklini, takriben [yaklaşık olarak] bugün Orta ve Garbi [Batı] Avrupa musiki kültürünün vardığı netice elde edilinceye kadar, mütemadi [sürekli] tahavvüllere [değişimlere] maruz bırakır. Bundan dolayı sanat musikisi, popüler musiki meşgalesini [uğraşını] tamamiyle kendi hüküm ve nüfuzu altına almış olup, halk ise sanat musikisinin ufak mikyasdaki [ölçüdeki] parçalarını çalıp çağırmaktadır [söylemektedir].

Türkiye ise, kendi musiki reformuna temel olmak üzere halk içinde yaşayan sağlam musiki unsurlarını kullanabilmek bahtiyarlığına maliktir [mutluluğuna sahiptir]. Esasen memleket terakki ettikçe [ilerledikçe], her tarafta halk kendi ananevi [geleneksel] musiki faaliyetinden mütemadiyen [durmadan] uzaklaşmakta, ve İstanbul Konservatuvarının çok değerli toplama ve tesbit etme [derleme] faaliyetiyle, memleketin birçok yerlerinde mevcut olan zengin ve saf musiki unsurları, herkes tarafından kolayca anlaşılabilir bir hale kalb edilmektedir [getirilmektedir].

Bugün Türk milletinin içinde yaşayan iki nevi [tür] musikiden, Arab tesiri altında kalan şehir musikisi, daha mühim bir safhaya müncer olamamakla [varamamakla] beraber, tekâmülünün [gelişiminin] en son noktasına vasıl olmuştur [ulaşmıştır]. Bu sahada bütün faaliyeti teksesli bir seyre teksif etmek [gidişe yoğunlaştırmak] suretiyle, uzun zamanlar içinde her nevi teknik imkânlar da elde edilmiştir. Bugün bu yolda yapılacak her şey, eskinin sadece tekrarından başka bir şey olamaz. Aynı zamanda burada ifade dahi hiçbir değişikliğe müsait [uygun] değildir. Bu musikinin, yekdiğerlerinden [ötekilerden] farklı olan kuruluşları itibariyle melodik şekiller arz eden ve kompozitörler için bitaraf [tarafsız] bir unsur olmaktan katiyen uzak olan gamlara bağlı olması keyfiyeti [durumu], musiki sanatını, -yalnız aşina olanlara cazip gelen- mecburi bir monotoniye maruz [tekdüzelik karşısında] bırakmış ve bu meyanda [arada] sayısız ifade nevilerini [türlerini] de red etmiştir.

Hülâsa [kısacası] Arab gamlarında mevcut olan hassas bir organizma, hiçbir zaman zevkli bir çoksesliliğe kalb edilemeyeceği [dönüşemeyeceği] gibi, herhangi bir musiki tekâmülünün [gelişiminin], günün birinde birçok seslerin yekdiğerlerine [ötekilere] muntazam bir surette bağlanabilmeleri keyfiyetine doğru adım atması da zaruridir. Hatta Avrupa’da orta devirlerden evvelki zamanlara ait olup, kâfi derecede sağlam ve değişmesi güç olan Kilise Gamları bile, muhtelif ses partilerinin birbirlerine muvazi [paralel] olarak aynı zamanda sevk edilmelerine ve dolayısıyla çoksesliliğe doğru bir esas vazına [kural konmasına] müsaade edebilecek kadar bir tahavvül [değişim] gösterebilmişlerdir. Bundan dolayıdır ki, bu gamlar tabiatiyle daha bitaraf [tarafsız] olan majör ve minör gamlarına kalb olmuşlardır [dönüşmüşlerdir]. (Bu gamlar son 100 sene içinde, kromatik gamların hiçbir şeyle karışmağa müsait olmayan saf anasırını [unsurları] vücude getirmişlerdir [oluşturmuşlardır].) Fakat herhangi bir sahada vukua gelen tekâmülün [gerçekleşen ilerlemenin], mutlaka diğer bir şeyden feragati icabettireceği tabii olduğundan, Arab tarzında vücuda getirilmiş bir musikinin, karakterinden feda etmeden, kendine has gamlardan sarfınazar etmesi [vazgeçmesi] imkânsızdır. O halde bu esaslar üzerine kurulacak olan bir nevi [tür] çokseslilik, oktavın pek fazla miktarda seslere taksimini icabettirmektedir [bölünmesini gerektirmektedir] ki, (bence malûm olan [bilinen] takriben [yaklaşık] 90 sesdir) böyle bir teşevvüş [karışıklık] içinde devamlı bir musiki faaliyeti vücuda getirmeğe [yaratmaya] katiyen imkân yoktur. Bundan dolayı elde edilmeleri ziyadesiyle [fazlasıyla] imkânsız olan bu küçük entervallerin yerine, zamanla kolayca teganni edilebilen [okunabilen] entervallerin ikame edilmeleri [geçirilmeleri] zaruridir. Bu takdirde Avrupa musikisininkine müşabih [benzer] bir ses anasırının [unsurlarının] vücuda geleceği muhakkaktır. Halbuki Avrupa’nın kromatik gamlarını kabul etmek suretiyle, bu karışık yoldan büsbütün vazgeçmek de mümkündür.

Hiç şüphesiz Arab tesiri altında kalan musikinin, büyük anane [gelenek] ve cazip hususiyetiyle müstakbel sanatten uzaklaşmak mecburiyetinde olduğu teessüfe şayan [üzücü] bir şey olmakla beraber, tarihî alâkalara tabi [ilişkilere bağlı]olmayıp, “çoksesliliğe” kavuşmanın lüzumuna kani olan [inanan] bir musikişinasın da [müzisyenin de], münasip [uygun] bir ton sistemini kabulden sonra, -bestekârlık mesaisi için kendine en sağlam zemini bahşedecek olan- halk musikisine teveccüh edeceği [yöneleceği] muhakkaktır.

İşte Türk kompozitörü bu işi, memleketinin eski köylü musikisinde bulacaktır. Çünkü gerek ton, gerekse ritim ve form bakımından kuruluşu itibariyle çok sade olan bu musiki, pek muhtelif tarzlarda kullanmağa da müsaittir. Bu musikinin hissî muhteviyatı [içeriği], kompozitörü ziyadesiyle tahrik ve teşvik de edebilir [özendirebilir]. Tamamiyle saf ve taze olan bu musiki, şimdiye kadar hiçbir suretle kullanılmamıştır. Burada henüz o derece işlenmemiş olan melodi, “çoksesliliğe” kendiliğinden müsaittir [uygundur].

Şimdiye kadar yapılan denemeler

Bugüne kadar millî Türk kompozisyon stili yaratmak yolunda yapılmış olan pek muhtelif denemelerle karşılaştım. Bu meyanda [arada], bu cazip vazifenin ehemmiyetini duyan, muhtelif istikametlere [yönlere] mensup birçok musikişinas ve heveskârlar [amatörler], kendi kabiliyetlerini tecrübe etmişlerdir. Fakat ben yapılan bütün bu işler arasında, bu meseleyi memnuniyeti mucip [sevindirici] bir şekilde hal eden hiçbir parçaya rast gelmedim.

Bunların arasında teksesli kompozisyonlar gördüm. Bu parçalarda, Arab musikisindeki ses anasırının [unsurlarının] evvelce de zikredilen noksanları [dile getirilen eksiklikleri] (ihtimal gayri ihtiyari bir surette [belki de istemeden]), Avrupai stil hususiyetleri kullanmak suretiyle telafi edilmek istenmiştir. Aynı zamanda bu parçalarda, umumi formu esas itibariyle tadil eden [değiştiren], ziyadesiyle [fazlasıyla] gergin ve periyodik teşekküller [oluşumlar] ile, armonik elemanlarla meşbu [dolu] teksesli bir hat [çizgi], ve nihayet tamamen yabancı olan, Avrupai bir tesir [etki] mülâhazası [düşüncesi] mevcuttur. Evvelce de söylendiği gibi bu suretle hareket edildiği takdirde, Arab tesirleri gösteren bir musikide esas karakterin tamamiyle kaybolacağı muhakkaktır. Bu gibi eserler arasında en doğrusu, Arab karakterini ihtiva eden [taşıyan] Avrupai bir musikidir ki, bugün böyle bir musiki teksesliliğinden dolayı, vaktiyle Avrupa’da “alla turca” denilip, bir nevi [tür] şark [doğu] çeşnisini irae eden [gösteren] musikinin oynadığı rolü bile ifaya muktedir değildir [oynayamaz]. Hatta bu nevi [tür] musikiler dahi, deruni [içten] bir ikiliği ihtiva ettikleri cihetle [içerdiklerinden] Türkiye’de kullanmağa müsait değildirler.

Bundan maada [başka] Türkiye’de sırf Avrupai vasait ile [araçlarla] vücuda getirilmiş [yaratılmış] daha birçok kompozisyonlar da vardır. Bunların Avrupa’da tahsil görmüş olan bestekârları, parçalarını tahsillerinin envaına [türüne] göre, ya Alman yahut da Fransız stilinde bestelemektedirler. O halde Türk dinleyicisinin, Alman yahut Fransız musikisine alıştığı gibi, bu parçalara da alışamamasına imkân yoktur. Bununla beraber hatta en müstait [yetenekli] bir Türk bestekârının bile müzikal düşünce ve duygularında, -tıpkı bizim Türk hususiyetlerine büsbütün alışamadığımız gibi- tamamen bir Avrupalı olabilmesi imkânsızlığına rağmen, bütün kalbiyle Avrupalılaşmağa ceht [gayret] eden bir Türk için, kendi sanatını âdeta bir esir gibi ecnebi tesirlere bağlı görmek, temenni edilir bir şey değildir zannındayım [kanısındayım]. O halde tıpkı Avrupa eserlerine benzeyen konserlerle, tiyatro musikisi yazan bir Türk bestekârın, daha rahat ve müsait bir yola intisab etmekle [girmekle], asıl vazifesini ihmal etmiş olacağı tabiidir. Hatta Türkiye’de Avrupai bir surette organize edilmiş bir musiki hayatı yaratmak mümkün olsa dahi, Türk milletinin tabii musiki duygusuna ne de olsa yabancı gelecekleri muhakkak olan bu nevi [tür] parçaların hiçbir mana ve ehemmiyeti yoktur.

Bu meselenin nisbeten [görece] en iyi bir şekilde halli, Avrupa’nın form ve armoni esaslarını, Türk köylü musikisi, melodisi ve ritminin en sade anasırı [unsurları] ile tezyin etmek [süslemek] suretiyle yapılacak kompozisyon tecrübelerindedir. Son asrın Rus bestekârlarının çalışma tarzlarını hatırlatan bu usûl, umumiyetle tatbik edildiği takdirde, Millî Musikinin, aynen Rus musikisinin garplileştiği [Batılılaştığı] kadar garplileşmesi muhtemeldir. Fakat bu yolda bir mütalâanın da [fikir yürütmenin de] -mevcut şüphe ve tereddütler dolayısıyla- devamlı bir kıymeti olmayabilir.

Bundan maada [başka], az miktarda yabancı maddelerin kullanılmasıyla vücuda getirilmiş kompozisyonlar da vardır. Bilhassa Türk Halk Musikisinin yukarda söylenen sade anasırına [unsurlarına] müracaat etmekle beraber, derunileşmekten ziyade zahiri bir tesir husule getiren [derinleşmekten çok yüzeysel bir etki yaratan] ve dolayısıyla eski Türk parçalarındaki ruha az miktarda makes olan [yansıyan] bu nevi eserlere de, yalnız faideli bir tecrübe nazarıyla [gözüyle] bakılabilir.

Her yerde olduğu veçhile [gibi] tabiatiyle burada da, halk musikisini dört sesli armonik cümleler haline kalb etmek [dönüştürmek] gibi, bütün musiki reformlarının başlangıcında yapılan tecrübelere tesadüf edilmektedir. Bu usûlün, yalnız armoni talebeleri için bazı faideleri olabilir. Çünkü primitif melodileri, yüksek bir tekâmülü ihtiva eden [gelişimi içeren] fonksiyonel armoni ile birleştirmekten, ve bu suretle Avrupa’da bile musiki tatbikatı sahasında bütün faikiyetini [üstünlüğünü] kaybetmiş olan bir usûle müracaattan tamamiyle vazgeçmek lazımdır. Bu meyanda [arada], hatta ender olarak kullanılan basit armonik fonksiyonlara bağlanmak suretiyle husule gelecek [meydana gelecek] olan akorlar bile, elde mevcut materyele hiç şüphesiz daha fazla tekabül etseler de [karşılasalar da], bu hususta kati bir netice teşkil edemezler [oluşturamazlar].

Ne yapılabilir?

Bir Türk operası yazılması denendi ve yukarda izah edilen kompozisyonlar temsil edildi. Devlet ile Fırka [Parti], bestekârları teşvik etti. Bütün bunlar Millî Musikinin doğması yolunda bir hazırlık idi. Hakikaten kompozitörlerden birçok şeyler beklenebilir. Hatta bütün bestekârlara: “Bize senfoniler ve operalar yazın! Bize Viyana, Berlin ve Paris’te gösterilen muvaffakiyetlerin [başarıların] aynını gösterin ve fakat bütün bu işlerde tam bir Türk olduğunuzu da ispat edin! Avrupa’da tahsil ettiğinize nazaran [göre], bize lazım olan musikiyi yazmak, sizce kolay bir iştir!” denebilir.

Fakat hiç kimse dahiye ne tarzda çalışılması, ne vücuda getirilmesi [yaratılması] lazım geldiğini ihtar edemez. Eğer Millî Türk Musikisinin haliki [yaratıcısı] bugün yaşıyorsa, o halik, ortaya atılan hiçbir tezin tesiri altında kalmadan eserini tamamlayarak, günün birinde milletine arz edecektir. Her şeye rağmen Türk kompozitörlere bazı vesayada bulunmam [öğüt vermem] icap ediyorsa, bu hususta yegâne temennim, kompozitörleri lüzumsuz sapa yollardan korumak ve kompozitörlerin, Türk milletinin anlayabileceği bir musiki lisanını yeniden doğurmak yolunda Avrupa’da edindikleri tecrübe ve vukufun [bilgilerin], kendilerine tamamen müfit [yararlı] olabilmesini temin etmektir.

Bu takdirde en ziyade lazım olan şey, zaman, sabır ve ağır bir saidir [mesaidir]. Halbuki burada şimdiye kadar takdir edilmeyen cihetler ise bunlardır. Avrupa’nın yüzlerce senede kat ettiği bir yolu, bütün istidatları [yetenekleri] harekete geçirmek ve hatta ilim ile, en mütekâmil [gelişmiş] çalışma metodlarının arz ettiği bütün imkânlardan istifade etmek [yararlanmak] suretiyle, Türkiye’nin birkaç ay noksanıyla [eksiğiyle] olsun kat etmesine imkân yoktur. Nitekim bir kimyagere veya bir teknik adama bile mesaisini laboratuarda tecrübe edebilmesi için zaman bahşedilir. Çünkü bu gibi âlimlerin istihsal ettikleri [ürettikleri] şeylerden hatta bir tanesi tamamiyle olup da umuma arz edilinceye kadar, çok kere senelerin geçtiği malumdur. O halde kemale ermesi [olgunlaşması] için daha uzun zamana muhtaç olan, ve elde etme şeraiti [koşulları] Türkiye’de diğer sahalara nazaran [göre] henüz o derece müsait olmayan bir sanat mahsulü, nasıl olur da mülâhazaya [düşünmeye] bile meydan vermeden kısa bir zamanda ibda edilerek [yaratılarak] ortaya atılabilir? Türk bestekârı, ihtimal ki bütün bu mesaisinin zevkle geçen ilk safhasında, ancak dinleyicinin kulağını alâkadar edecek ve bu meselenin süratle halli yolunda ona ümit verebilecek parçaların vücuda getirilmesi icap ettiğini bilmelidir. Türk bestekârı sırf ciddiyetle çalışmak suretiyle ibda ettikçe [yarattıkça], müşkilâtı [zorlukları] tamamiyle görecek ve bütün gayret ve kabiliyetine rağmen, uzun seneler geçmeden dikkate şayan [dikkat çekici] millî Türk besteleri kompoze edemeyecektir. Bu tecrübe ve ağır bir surette yetişme devresinde, resmî makamlar tarafından, kompozitörlere temsilî musiki vücuda getirilmesi hususunda hiçbir ısrar vaki olmamalıdır. Bu takdirde bestekârlardan neler beklenebileceğine dair, ancak tecrübe ve vukuf [bilgi] sahibi bir mütehassısın [uzmanın] hüküm vermesi lazımdır.

Kompozitörlerin işini mümkün olduğu kadar hafifletmelidir. Devlet hesabına Avrupa’da tahsil görmüş olan musikişinasları, tahsilleri için sarf edilen [harcanan] parayı ödetmek maksadıyla, kendilerini bestekârlıktan alıkoyacak ve böylelikle asıl vazifelerinden uzaklaştıracak işlerle uğraşmağa mecbur etmemelidir. Bundan maksat, kompozitör için rahat ve işsiz bir vazife ihdas edilsin [verilsin] demek değildir. Devlet daha ziyade, yeni bir musiki ibdaı [yaratılması] yolundaki her nevi [tür] ciddi hareketi dikkatle takip ve her veçhile [bakımdan] himaye etmelidir. Esasen bütün bunların nasıl yapılması lazım geldiğini, hadisat [olaylar] tamamiyle gösterecektir. Elyevm [halen] bestekârlar, Türk milletindeki müzikal kabiliyetlerin derecesini tetkik edecekleri yerde, daha ziyade mesleki faaliyetlerinin ehemmiyetsiz aksamıyla [yanlarıyla] meşgul olmaktadırlar. O halde bunlar, vilayetlere gönderilerek aylarca halk ile birlikte yaşatılmalı ve bunlara memleket musikisi dinletilmelidir. Bugün bestekârlar, kendi milletlerinin büyük bir kısmının ne müzikal kabiliyeti, ne de musiki ihtiyacı hakkında hiçbir fikre malik [sahip] değildirler. Bunların, ancak bu hususta bir tecrübe ve vukuf [bilgi] elde ettikten sonra, sailerini [çalışmalarını] doğru bir surette istimal edebilmelerine [kullanmalarına] imkân vardır. Bundan dolayı bestekârlar, bir kere de musikişinas olmayan halk kitleleriyle serbest bir fikir müdavelesi [alışverişi] yapmak ve onlarla birlikte musiki faaliyetinde bulunmak suretiyle, musiki ve bestekârın halkın hayatında oynadığı ve istikbalde [gelecekte] oynayabileceği rolü anlamalıdırlar. Fakat bütün bunlar, müstakbel musiki, torna makinesinde, dokuma tezgâhında, bir tarlada veya mitralyöz tesiriyle husule gelecek demek değildir. Bu gibi romantik görüşler, ibadette bile her nevi teknik imkânları ihtiva eden [içeren] şu zamanda, Avrupa’da çoktan bertaraf edildiği cihetle, Türk kompozitörlerindeki kabiliyet ile, devletteki makul bir takayyüt [çaba] ve ihtimamın [özenin], bu hususta en doğru yolu bulacağı ümidindeyim. Bach, Mozart ve Beethoven’lerin, hayatlarını fabrikada geçirmedikleri bizce katiyen malûm olduğu gibi, bu dahilerin, dünyaca tanınmış sanatkâr olmak yolunda kendilerini yazıhane arkasında mahvetmedikleri de muhakkaktır.

Kompozitör için bütün yollar tanzim ve tesviye edildikten [düzenlenip düzeltildikten] sonra, derhal Türkiye’de müteakib [daha sonraki] bestekârlık faaliyetlerinin hepsine esas olacak olan mühim bir eserin ele alınması lazımdır. Bu ise evvelce de zikredilen [değinilen] Halk Şarkıları Kitabıdır. Ortada böyle bir eser mevcut olmadıkça, halk için muntazam bir musiki terbiyesi faaliyetinde bulunmağa imkân yoktur. Bestekârlara bu suretle tahmil edilecek [verilecek] olan vazifenin kat’i bir gayeyi istihdaf etmesi [amaç edinmesi], onları ufak çerçeveler içinde, mümkün olan en iyi şeyleri merbutiyetle [sadakatle] ifaya [yapmaya] mecbur edecektir ki, bütün bunlar, kendilerinin ilerdeki serbest faaliyetleri için elzem olan hazırlıktan başka bir şey değildir.

Bu halk şarkıları külliyatı arasına, gerek tatbikî sahada [uygulama alanında] ve gerekse bütün kompozitörlerle diğer alâkadarların [ilgililerin] huzurunda tecrübe edilmek suretiyle kabul edilmeden, tek bir parça bile dahil edilmemelidir. Kompoze edilen veya işlenen parçalar, (kâfi derecede materyel [malzeme] toplanması maksadiyle) birkaç aylık fasılalarla [aralarda], bilhassa azaları [üyeleri] musikişinas olmayan koro ve enstrüman gruplarına, ve daha doğrusu her seferinde başka bir cemiyete arz edilmelidir [topluluğa sunulmalıdır]. Bu musiki kitabının, enterval tegannisinden [okunmasından] başlayarak, teksesli halk şarkılarıyla, iki sesli halk ve sanat şarkılarını ve nihayet dört sesli işleme ve kompozisyonları ihtiva etmesi [içermesi], ve yukarda teklif edilen tecrübenin tatbik [uygulama] tarzına nazaran [göre], bütün materyelin kat’i bir surette ikmaline [tamamlanmasına] kadar da aylar ve seneler geçmesi zaruri olduğundan, bu müddet zarfında bestekârlar, şimdiye kadar mevcut olmayan stili, en basit dört dörtlükten başlayarak develope etmek [geliştirmek] fırsatını elde edeceklerdir. O halde sayfaları üzerinde, pek muhtelif müzikal şahsiyetlerin, tedip ve mümanaat edilemeyecek [bastırılamayacak ve engel olunamayacak] bir surette gürültü ve patırtı ettikleri bir şarkı külliyatı neşretmekle [yayımlamakla] değil, ancak yukarda tavsiye edilen şekilde hareket etmekle her türlü muvaffakiyetsizliği [başarısızlığı] bertaraf etmek [gidermek] mümkündür. Bundan maada [başka], kullanacağı eser hakkında en son hükmü, mutlaka musikişinas olmayan vermeli, ve bestekâr yalnız eserin meydana gelmesine amil [neden] olmalıdır

Türk bestekârları, evvela böyle birlikte çalışarak bir eser vücuda getirdikten sonra, hakikaten orijinal Türk kompozisyonları yazabilecek kabiliyeti elde edeceklerdir. Bu takdirde bestekârların teknik kabiliyetleri o derece yükselecek, ve stilleri ise o derece katiyet kesbederek umumileşecektir ki [kesinlik kazanarak genelleşecektir ki], ancak o zaman lisanları memleketlerinde tamamiyle anlaşılacaktır. İlerde, yalnız bu mektepten geçmiş olan bir bestekâr, musikisinde eski Türk anasırından [unsurlarından] ne derece kullanabileceğini, ve bu meyanda [arada] variyasyonlara [çeşitlemelere] temel olmak üzere ondan tema mı alması lazım geldiğini, veya tema teşkili hususunda ona mı müveccih olması [yönelmesi] icap ettiğini, onun ritmini mi kabul edeceğini, veyahut yeni sanat musikisine, onun entervale benzeyen elemanlarını mı, yoksa akis veya dinamik hususiyetlerini mi ithal edeceğini [sokacağını] bilecektir. Bana kalırsa, bu gösterilen yol üzerinde yüksek bir kabiliyet ile, bestekârlara terettüb eden [düşen] vazifenin mahiyeti [niteliği] hakkında vazıh [açık] bir fikir elde edildiği gün, bütün bu sualler ehemmiyetlerini kaybedeceklerdir. Çünkü o zaman bestekâr, esasen eski halk musikisinin ruhundan mülhem olarak ibda edecektir [esinlenerek eser yaratacaktır]. Fakat bütün bu ibdaların [eserlerin] ne şekil alacağını şimdiden duymamıza imkân yoktur. O zaman ihtimal [belki de] bu eserler halk musikisinin zahiri [dış] şeklini irae edecekler [gösterecekler], yahut da büsbütün başka vasıtalarla husule [meydana] geleceklerdir. Burada yalnız muhakkak olan bir şey varsa o da, ananeye [geleneğe] sırf zahiri [dış görünüm] olarak istinat etmek [dayanmak] suretiyle vücuda getirilmiş olan bir musikiye nazaran [karşılık], tam manasıyla Türk eseri olarak meydana gelecek olan bu ibdalar [eserler], bütün Türklerin ruhuna hitap edecektir.

Bununla beraber tekmil bu mülâhazaların [düşüncelerin], kompozitörlerin eserlerinde halk musikisinden tamamen ictinab edilmesi [uzak durulması] lazım geldiği kanaatini [kanısını] uyandırması ihtimali de vardır. Fakat yukardaki izahattan [açıklamadan] da anlaşılacağı veçhile [gibi], yalnız halk musikisinin basit anasırı [unsurları] üzerinde vücuda gelen bir sanat, sırf mevcudiyetini halk musikisinde ihsas eden [duyuran] müzikal ibdaın [bir eserin] asıl kudret ve kuvvetine derin bir surette dalmakla yükseltilebilir. İşte bu esas dahilinde inkişaf eden [gelişen] bir yol, Türk sanatkârına en büyük ibdalara [eserlere] doğru açıktır. Bu yaratmalar, burada olduğu kadar dünyanın her yerinde de, Türkiye’nin sanat sahasındaki ibda [yaratış] kabiliyeti hakkında, millî anasırla [unsurlarla] zahiri bir surette tezyin edilip [dış görünüş olarak bezenip], yabancı numunelere [örneklere] göre vücuda getirilmiş olan kompozisyonlara nazaran, çok şeyler anlatacaktır.

Hülâsa mutlaka yapılması icap eden şeyleri toplu olarak tesbit etmek icap ettiği takdirde, Türk kompozitörlerine düşen en mühim vazife, kendilerinde bugüne kadar mevcut olan ferdiyetçiliğin terki [bırakılması], bilhassa teknik meseleler ihdasından sarfınazar [ortaya koymaktan kaçınmak], birlikte çalışmak üzere toplanmak, ve bütün kuvvetlerini, umumiyetle anlaşılabilecek bir musikinin ibdaına [yaratılmasına] hasretmektir. Şüphesiz bu gayeye varmak için daha başka yollar da vardır. Fakat ben, halkın terbiyesine hadim [yardımcı olacak] bir musiki külliyatının elbirliği ile ihdasını [oluşturulmasını], diğer teşebbüslerin [girişimlerin] hepsinden daha müfit [yararlı] bulmaktayım. Halbuki, sanat sahasında müttefikan [birlikte] çalışma mefhumunun [kavramının], diğer memleketlere nazaran bilhassa Türkiye’de daha az mevcut olması karşısında, bestekârların hatta doğru bir çalışma tarzını bile müşkilât ile [zorlukla] elde edecekleri tabiidir. Bundan dolayı devletin, Avrupa’dan bu sahada mahir [usta] bir mütehassıs [uzman] getirtmesi, ve yerli kompozitörlerin de bu zatın idaresi altında “HALK MUSİKİ KİTABI”nın tanzim ve ikmaline [düzenlenme ve tamamlanmasına] çalışmaları lazımdır.