Max Diez – Cevad Memduh Altar
(İstanbul Matbaacılık Okulu, 1965)
Bu tür hatırlamaların, hayvanların yapılarına ve ilerilik vasıflarına göre değişen doğuştan (soyaçekişten) alışkanlıkları yanında, bütün hatırlama alışkanlıkları, deney yoluyla sonradan elde edilen davranışlardır. Bu türlü davranışlar, en ilkel hayvanlarda bile deneyle öğrenme olayına dayanır. Köpeğin, parmaklıklar arasında bulunan gizli çıkış deliğini zamanla öğrenmesi, yem kabını görünce yiyeceğini hatırlaması; atın, köyün yolunu bulması; ileri yapılı hayvanların, kendilerini seven veya döven insanları görür görmez tanıyıp ona göre olumlu ya da olumsuz davranış göstermeleri, bu türlü hatırlamalardandır. Oysa orada herhangi bir olay olmadığı halde, en ilkel hayvanların, hattâ tek hücreli ve büyüteçle görülebilen varlıkların bile, tehlikeli ve zararlı şeyleri uzaktan sezip, önlem alma davranışına sahip oldukları görülmüştür. Örneğin, büyüteçle görülebilen tek hücreli canlı varlıklardan suda üreyen Paramaecium Cadendatum’ların, mikroskop camı üzerinde, kendilerinden çok uzak olan bir noktaya sonradan konan zehirli maddeyi sezerek hemen aksi tarafa kaçıp bir araya toplanmaları, bu küçücük hayvanlardaki yaşama ve var olma davranışının dikkate değer bir örneğini ortaya koymaktadır. Böylesine bir davranış, bütün canlı varlıklar için ileri bir seziş olma önemini taşımaktadır. Hayvanda çeşitli etkiler altında meydana gelen sonuçları (tepki, davranış, seziş, v.s.), hayvan ruhbilim ile uğraşanlar “doğal güdü” olarak adlandırırlar. Bu arada hayvana özgü doğal güdü ya da öğrenme alışkanlıklarının, en ileri basamağı sayılan hatırlama, sadece “korku tepkisi” ya da yem ihtiyacına bağlı bir “çekim” olarak kabul edilmektedir.
Hatırlamanın benzeri gibi görünen “bellek”, hem geçmiş bir olayı anmak, hem de hiçbir etki altında kalmadan bu türlü olayları vakit vakit düşünebilmek gibi bir ruh hareketine bağlıdır. Sırf insana özgü olan bellek, herhangi bir şeyi görerek ya da görmeyerek, herhangi bir düşünceye ya da düşünceler dizisine bağlı olarak ya da olmayarak, insanı belirli bir süre içinde ya da ansızın, geçmiş üzerinde düşündürebilir. İnsan, yaşadığı zaman ve yaşayacağı zamanla ilgili olarak da düşünür, yargılar ve karar verir. Hayvanda daha çok açlık ve korku tepkilerine bağlı olduğu kabul edilen olumlu ve olumsuz davranışlar arasında, bazı hayvanlarda sahiplerine karşı görülen aşırı bağlılık, çözülmesi oldukça güç bir içgüdünün meydana gelmesine yol açmaktadır. Bazı hayvanların, ölen sahiplerini bekleye bekleye yemekten içmekten kesilip öldükleri bir gerçektir. Bu tür olaylar da, acıkma duygusunun yarattığı olumsuz davranış çeşitlerinden biri olan nitelendirilmektedir.
Saf İstek (estetik istek) ya da Sanat İsteği
Güzelliğin anlamı ve sorunları (Güzelliği beğenme; Güzel ile hoş, faydalı, iyi, doğru, amaca uygun ve yücelik yargıları ve güzellik yargısı ile bu yargıların arasındaki ayrılıklar)
Güzelliği doğuran koşullarla güzellik anlamı ve sorunları, güzelliği beğenme, bazı önemli iç olaylara dayanmaktadır. Güzelliği beğenme, bir yargıyla açıklanır ve böyle bir yargıya neden olan madde ya da düşünce, insanda bir hoşnutluk ve istek yaratır. O halde herhangi bir sanat eseri karşısında ansızın meydana gelen hoşnutluk, gene o anda beliren bir istek duygusu ile açıklanır.
Ancak güzellikten gelen yargı ile öteki yargılar arasında çok büyük farklar vardır. Örneğin, bir cismin renginin, biçiminin ya da ağırlığının açıklanması ile o cismin bütününe bağlı özellik (sıfat) değil de sadece o cismin değerlerinden biri açıklanmış olur. Kırmızı renkle yazan bir kalemin böyle bir imkânı sağlaması, kaleme herhangi bir sıfat vermeyip, yalnızca kalemin kırmızı renkte yazabilme değerini açıklar. Meyvelerden karpuzun daha çok yuvarlak biçimde oluşu, karpuzun bütünüyle ilgili bir sıfatı değil de bu meyvenin ancak yuvarlaklık değerini ortaya koyar. Demirin bazı cisimlerden daha ağır oluşu, sırf demire özgü bir sıfatı değil de bu madene esas olan değerlerden yalnız ağırlık değerini açıklar. O halde bütün bu saydığımız değerler, cisimlere bağlı özellikleri (sıfatları) değil de, cisimlere temel olan değerlerden herhangi birini ortaya koyuyor demektir.
Oysa bir şeyin ya da bir düşüncenin beğenilmesinden doğan yargı, renk, biçim ve ağırlık gibi görünen ya da ölçülebilen değerlerin yargısı değildir. Herhangi bir şeyin ansızın meydana getirdiği beğenme duygusu ile bu duygunun aynı anda yarattığı istek, sadece iç yaşayışımıza bağlı bir “değer yargısı” olma niteliğini taşır. Bundan dolayıdır ki bir rengi, bir biçimi ya da herhangi bir ağırlığı açıklayan yargılar, içten gelen bir değerin yargısı olamazlar. Bunlar, örneğin kırmızı bir rengin, yuvarlak, dörtköşe ya da sivri biçimli bir cismin, ya da belirli ölçüdeki bir ağırlığın açıklanmasını sağlayan, görünür değer yargılarıdır. Bu takdirde “renk değeri”, “biçim değeri” ve “ağırlık değeri” diye de adlandırılmaları uygun olan bu türlü değer yargıları karşısında, sırf Estetik Beğenişi ve Estetik İsteği açıklamak için bir anda verilen yargıların (filozof Kant’a göre “a priori” yargı) sadece “değer yargısı” olarak nitelendirilmeleri, bu türlü yargı ile söz konusu öteki yargılar arasındaki ayrılığın içyüzünü açıklamaya yeter.
O halde “estetik değer yargısı”, kırmızı, dörtköşe ya da bir kilogram ağırlık gibi gözle görülebilen şeylere ya da elle tutulabilen cisimlere özgü değerlerden birini açıklayabilen bir yargı olmayıp, herhangi bir estetik beğenişin ansızın doğurduğu hoşnutluk ve istek gibi, sırf iç değerlere dayanan ve insanın iç dünyasına bağlı estetik duyguyu açıklayan bir yargı olma niteliğini taşır. Estetikte, gene buradan gelen başka yargılar da vardır. Örneğin, bir şeyin hoş ya da yararlı, bir düşüncenin iyi, bir şeyin doğru ya da gerçek olarak tanınması yolunda açıklanan yargılar da iç yaşayışa dayanan bir “değer yargısı”dır. Böyle bir yargı da, bir şeyin ya da bir düşünüşün içimizde bir hoşnutluk duygusunu yaratmış olduğunu açıklar. Ancak birbirine yakın gibi görünen bu estetik yargılardan yalnızca “güzel” yargısının, çok tipik ve çok karakteristik olan nitelikleriyle ötekilerden ayırt edilmesi gerekir. Bu yargının kendine özgü özelliğini, önemli araştırmalarla ortaya koyan fikir adamlarının en başında filozof Kant gelir.
“Hoş” yargısı, kesin olarak bir maddenin yarattığı yargıdır, ancak gözle görülen ve elle tutulabilen bir şeyin hoşa gitmesi bakımından açıklanan yargı da estetik bir yargıdır, çünkü bu tür yargıların meydana gelmesine, herhangi bir maddenin yarattığı hoşnutluk duygusu neden olur. Şu farkla ki, güzelliğin yarattığı hoşnutluk yargısına, yalnız bir maddenin değil, bir tasarı ya da bir düşüncenin de neden olabilmesi karşısında, hoşlanma eyleminin yarattığı hoşnutluğa, kesin olarak bir eşyanın, bir maddenin neden olduğu görülür. Bununla beraber hoşnutluk duygusu, çeşidi çok olan bir duygudur. Bundan dolayıdır ki her güzel olan şey hoşa gitmeyeceği gibi, her hoşa giden şey de güzel olmayabilir. Örneğin, sanatta acıklı bir konu (trajedi) güzeldir de hoş değildir; lezzetli bir yemek hoşa giden bir şeydir, ama güzel değildir. Bunun nedenini hoşlanma, memnuniyet duyma yargılarının, hoşa giden şey ile kişisel doğamız, güzel yargısının ise, güzel olan şey ile genel doğamız arasındaki bağ ile ilgili olmasında aramak gerekir. Burada söz konusu olan kişisel doğa (sübjektiflik), insanın yalnız kendini ve sübjektif mizacını ilgilendiren görüş, anlayış ve alışkanlıklardır. İnsanın genel doğası (objektif mizacı) ise, daha çok topluma yönelen ve genel olarak başkaları ile de paylaşılması gereken düşünüş, görüş ve anlayıştır. Onun için estetik duygular arasındaki güzellik duygusu, kesin olarak insanın objektif doğasına bağlı olan, yani başkaları ile de paylaşılması gereken haz ve hoşnutluk duygularıdır. O halde kişisel doğaya dayanan hoşnutluk sübjektif yargıyı, genel doğaya dayanan hoşnutluk ise objektif yargıyı doğurur. Sanat eserleriyle ilgili görüş, anlayış ve tartışmaları, objektif yargı yönünden ele alındıkça, estetik amaca yönelme imkânı sağlanmış olur.
Bütün bu açıklamalar karşısında herhangi bir şeyin (eşyanın, maddenin) hoşumuza gittiğini açıkladığımız takdirde, o şeyin sırf kendi ihtiyacımızı, alışkanlığımızı gereği gibi karşıladığını, yani kişisel doğamıza uyduğunu açıklamış oluruz. Oysa durum başkaları için böyle olmayabilir. Örneğin bazı insanlar yemeği tuzlu yemekten hoşlanırken, bazıları tuzdan hiç hoşlanmazlar. Bugün hoşa giden bir şeyden yarın hiç hoşlanmayabiliriz. Çok hoşlandığımız şekerli maddeleri, vücudumuz için zararlıysa yemeyiz ve belki de günün birinde bunlardan hiç hoşlanmayabiliriz. Buna karşılık, “güzel” diye nitelendirilen bir şey, kişisel ihtiyaç ve alışkanlıkla hiçbir ilgisi olmayan, herkes için güzel olan, herkesin objektif mizacına yönelen ve büyük bir çoğunlukla herkes tarafından beğenilmesi gereken şeylerdir. Onun içindir ki insanın kişisel alışkanlığına bağlı olan gelip geçici zevkleri “hoş” olarak nitelendirirken, güzelliği kabul edilen bir şeyin, elle tutulan ve gözle görülen bir maddesi olması, ya da böyle bir şeyin düşünce yoluyla tasarlanması gerekir. O halde “güzel” ile “hoş” arasındaki ayrılık, güzelliğin genel olarak hoşa giden, hoşnutluk yaratan bir maddeye ya da böyle bir şeyin tasarlanmasına bağlı olmasıdır ve böylelikle elde edilen “güzellik” anlamı ise, herhangi bir şeyin güzelliği ya da meydana gelişiyle ilgili bir değerin belirtilmesine yol açmaktadır.
“Yararlı” yargısının verilmesini gerektiren şey ise, insanın yaşama amacıyla ilgili olan ve varlığını kolaylaştıran bir iş, bir durum, bir olay ya da bir madde olma önemini taşır. Bu itibarla bir şeyin güzel olduğunu açıklayan yargının, hele insanın hayatını ve varlığını devam ettiren yararlı oluş ile hiçbir ilgisi yoktur. Hattâ “yararlı” ile “güzel” arasında çok kere zıt bir durum göze çarpar. Güzel bir manzarayı ikiye bölen demiryolu yararlıdır. Bu durumda, doğayı ikiye bölen söz konusu tren hattı, güzel ile yararlı arasındaki karşıtlığa dikkate değer bir örnek olarak gösterilebilir. Ancak güzel olan bir şeyin özelliği, kişisel irade ve ilgi dışı bir haz ve hoşnutluk vermesindendir. Ondan dolayı güzellik, ilgi ve iradenin etkisi olmadan meydana gelen bir hoşnutluğun açıklanması olarak da nitelendirilebilir. Bu duruma göre, estetik anlayışı gelişmiş bir kimsenin güzellik karşısında duyduğu hoşnutluk ve bu alanda verdiği yargı, herhangi bir ilgi ve iradeye dayanmadan ansızın meydana gelen bir yargıdır ve bu yargı, böylesine bir esasa dayandığı için de kişisel olmayıp, genel ve toplumsal (objektif) bir yargı olmanın önemini taşır. O halde güzellik yargısının daha çok toplum ölçüsünde ve toplumu ilgilendiren bir yargı olması gerekeceği anlaşılır.
Öte yandan, filozof Kant’ın, böyle bir görüşe dayanarak, güzellik yargısını “ilgidışı yargı” diye nitelendirmesi, güzellik duygusunun tamamen insan ilgisi dışında bir duygu olarak kabul edilmesini gerektirmez çünkü ilgi olmayınca, güzel olan şeyin insanda istek yaratmasına imkân olmaz. Ancak şunu da kesin olarak bilmelidir ki, sanata, yani güzele yönelen ilginin, insanın doğal ihtiyaçlarıyla herhangi bir bağı olmadığı gibi, bu tür bir ilgi, insanlığın dayandığı temel şartlar arasında “iyi” ve “doğru” kadar da yer almaz. İşin gerçek tarafı şudur ki, güzellik ilgisi, doğrudan doğruya insan yararına bağlı olmamanın yarattığı düşünce asilliği içinde, sırf süse yönelişten doğan bir ilgidir; ve hayat gerçeğiyle hiçbir bağı olmayan bu tür bir ilgi ise, aksine olarak bir oyun ya da özgür bir haz ve hoşnutluk olma vasfını taşır.
“İyi” ve “doğru” yargıları da, “güzel”de olduğu gibi, genel ve ilgidışı bir hoşnutluğun doğmasını gerektiren özelliğe sahiptirler, çünkü “iyi” ya da “doğru” olan bir şey, toplum yararı bakımından olduğu gibi, genel olarak da iyi ve doğru olan bir şeydir. Soyut anlamda kişisel bir iyiliğin ya da bir doğruluğun var olmaması gerekir. Çok kere iyi olarak kabul edilen bir şey, yalnız bir kişinin mutluluğunu ve yararını karşılayan bir şey değildir. “Doğru” (gerçek) ise, hiç şüphe yok ki, en azından geçici bir süre zararlı ve çok kere hoşa gitmeyen bir şeydir. Örneğin bulaşıcı bir hastalık yüzünden okulların belirli bir süre için kapatılması, insan sağlığına dayanan bir gerçeğin gereğidir ki, bu gerçek, öğrencileri derslerinden alıkoyma bakımından geçici olarak zararlı bir durum yaratır. Bir kimsenin kendine ve çevresine zarar veren bir huyundan dolayı eleştirilmesi, çok kere ilgili kişide hoşnutsuzluk yaratır. Onun için Latinler, “Yalan dost, gerçek düşman kazandırır” demişlerdir. Kaldı ki, bir kimsenin herhangi bir kararı, ahlâk yönünden en iyi bir karar, ya da söylediği sözün en doğru söz olduğunu kabul ettirebilmesi için, kendisini dinleyenlerin, ileri sürülen görüşleri aynen kabul edebilecek karar ve düzeyde olmaları şarttır. Görülüyor ki, güzelliğin şartları da aynıdır ve güzelliği duyurma yolunda açıklanan yargının gereği gibi kabul edilebilmesi için, “iyi”de ve “gerçek”te olduğu gibi ortada söz konusu yargıyı anlayabilecek düzeydeki insanların bulunması gerekir. Bununla beraber, “güzel”, “iyi” ve “doğru” arasındaki bu yakınlık bazen de birtakım yanlış değerlendirmelerin meydana gelmesine yol açmaktadır. Örneğin iyi bir ruh, güzel bir ruh olarak nitelendirilmekte, estetik değerinin açıklanması istenen bir şey ise “gerçeklik” niteliğiyle yargılanmaktadır. Oysa gözle algılanabilen bir görünüşü olmayan ruhun ve gözle görülmeyen bir iyiliğin, “iyi” ile, gözle görülen bir tablonun ise, görünen ve elle tutulan ve tasarlanabilen şeylerin yargısı olan “güzel” ile nitelendirilmeleri gerekir. İyi ruhlu (iyi kalpli) bir insan ve güzel bir tablo gibi.
Gerçek güzellik, “iyi” ve “doğru” ile yalnızca ilgili olmayıp, aynı zamanda kendine özgü etkileri elde etme yolunda insanı duygu bakımından egoizme düşmekten kurtaran bu iki kaynaktan yararlanmaktadır da. Bununla beraber güzelin, kendine göre bir ülkü (ideal) olarak, “iyi” ile “doğru”dan ayırt edilmesi gerekmektedir.
“İyi”ye gelince: Ahlâk bakımından “iyi”, sırf insanın içyüzünü anlatan ve insanın yalnız iç yaşayışını açıklayan bir yargıdır; çünkü bir insanın ahlâk durumu bazen o insanın kendinden başka hiç kimse tarafından bilinemez. Buna karşılık “güzel”, daima bir şeyin görünüşünden, anlatılışından ya da tasarlanışından doğan bir yargıdır. Ancak bir şeyin dıştan görünüşü ile içten görünüşünün, sanıldığı gibi her zaman birbiriyle ilgili olmadığı da bir gerçektir. Tanınmış bir politikacının, “Diller, düşünceleri gizlemeye yarar!” demesi gibi, bazen de güzel sayılan bir şey, gerçekten güzel olmayabilir; kötü bir şey de güzel olabilir. Bu durumda güzel olması gereken herhangi bir sanat eserinin sıkıcılığı ve beceriksizce meydana getirilmiş olması nasıl ki güzel bir etki yaratmazsa, güzel sanatlardan birine temel olan zayıf bir konunun estetik yönden yücelticiliği ya da mizaha kaçışı da, her şeye rağmen güzel bir etki yaratabilmesi bakımından mümkündür.
Bu her iki sonuç da, sanattan birer örnek olarak açıklanabilir. Örneğin bir şiirin, bir hikâyenin, bir romanın sıkıcılığı ve hiçbir edebî değere dayanmadan beceriksizce yazılmış olması, aslında güzel bir etki yaratmasını gerektiren böyle bir eserin aksine olarak, kötü etki yaratmasını gerektirir. Gerçek hayatta işlenen ağır bir suçun çok kötü bir sonuç yaratmasına karşılık, tiyatro ve opera konularında yer alan benzeri olaylar, sanatın yardımıyla idealize edildikleri için “güzel” olarak nitelendirilirler. Hattâ gerçek hayatta ahlâk bakımından kötü diye bilinen bir şey, yalnızca sanatta estetik yönden yer alabilir ve böylelikle daha az zararlı olma niteliğini kazanabilir. Sanat eserlerinde katilin hırsıza karşı daha az zararlı bir tip olarak yer alması, estetiğin bu anlayışına açık bir örnek olarak gösterilebilir.
Gerçekten de şair Schiller, estetiğe ait yazılarında bu konuya değinerek, tiyatro eserinde yer alan kötü ruhlu insanlar için şöyle demiştir: “Kötü bir insan, kötü niyetlerini uygulama yolunda hayatı ve mutluluğu bozmaya başladığı anda, bizde ilgi uyandırır; erdem sahibi ve talihli bir kimse ise, o kötü insanı ahlâka davet etmeye başladığı anda, gene aynı yoldan dikkat ve ilgimizi kaybeder.” Görülüyor ki, yalnız sanat güzelliği karşısında, gerçek hayattaki ahlâka bağlılık duygularımıza rağmen, suçlu ile ilgileniriz ve böyle bir ilgi karşısında elde edilen “güzel” yargısı ise, toplum yararına yönelen genel bir ahlâk anlayışına dayanmayıp, tamamen özgür ve kişisel bir “estetik ilgi” olmanın önemini taşır; çünkü herhangi bir tiyatro eserinde suçlunun ya da kötü kişinin, merakla, hattâ acı duyarak peşinin bırakılmaması, aynı zamanda artistin sanat gücünden gelen estetik heyecana da bağlıdır. Bu yüzden de başka bir artistle, aynı olay üzerinde aynı heyecanın duyulmaması da mümkündür. Normal hayatta karşılaşılan benzeri kötülüklerle, hafifletici sebeplere dayansın dayanmasın, sahne sanatının yarattığı sanat heyecanıyla değil de daha çok toplum yararına yönelen gerçek ahlâk açısından ilgilenilmektedir. Bu iki türlü ilgilenişten birincisi, yani sanata bağlı olanı, insanı hazza ve hoşnutluğa, ikincisi, yani gerçek hayata bağlı olanı ise, insanı daha çok ahlâka ve ahlâk kaygısına yöneltir. Görülüyor ki, güzellik heyecanına dayanan yargı ile gerçek ahlâk anlayışı arasında beliren bu karşıt durum, sırf kişiselliğe, yani akıl ve idrake dayanan genel düzenden -geçici olarak- sıyrılan bir kişiselliğe dayanmaktadır. Öte yandan mizah sanatına hâkim olan komik yapıdaki anlamsız ve delidolu görüşlere dayanan neşe ve memnuniyet de aynı kaynaktan beslenmektedir.
“Güzel” ile “doğru” arasındaki bağ da, yukarıda açıklanan sonuca eşittir. Gerçeği, var olan bir şeyin karşılığı olarak kabul ettiğimiz takdirde, yalnız sanatta gerçeğin hiç de var olmadığı kendiliğinden anlaşılır. Sanatın bu dikkate değer durumu, güzelliğin de gerçekten var olmayıp, yalnızca varmış gibi benimsenmesi gerektiğini bize öğretir; hattâ bununla da kalmayıp, daha iyi bir görüşle, güzelliğin sadece gerçekten maddesi olmayan bir varlığa bağlı olduğunu belirtir. Onun içindir ki bizler yalnız sanatta, gerçek ahlâk kanunlarıyla ilgili bütün yargıların yardımından kolayca vazgeçebiliriz. Bu arada sanata konu olup da bize yalnızca varmış gibi görünen şeylerden bazılarının, hayatta mutlaka gerçek bir varlığa sahip olmaları da gerekmez. Örneğin daha çok resim ve heykel sanatlarına konu olan mitolojik tipler (tanrılar, tanrıçalar, yarı tanrılar, devler, denizkızları, kentorlar v.s.), bu gerçeğe en doğru örnek olarak gösterilebilirler. Hattâ hayattan örnek alarak işlenen roman, hikâye, dram, trajedi ve saire türünden edebî metinlerdeki hayalî tipler ve sırf hayale dayanan olaylar da böyledir. Sanatçının eserinde belirttiği olay ve bu olayı yaratan kişiler gerçekten yaşamamışlarsa ve bu konu da gerçek bir olay değilse, bunların tümü, sadece hayaldir ve bu durum eserin sanat değerine en ufak bir zarar getirmez.
Reşat Nuri Güntekin’in (1892-1956) “Çalıkuşu” romanındaki ya da Schiller’in “Messinalı Gelin” adlı eserindeki genç kızın, her iki eserin yazarları tarafından hayalden bulunmuş roman ve dram tipleri olduklarının bilinmesi, her iki genç kızın hayalî olarak yaşanan