Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

Ankara Radyosu
19.9.1943
Saat 9.45-10.45

FRÉDÉRIC CHOPIN (1810-1849)

Sayın dinleyenlerim, büyük besteci Frédéric Chopin’in hayatının baş tarafları bilinmiyor, sonu da pek o kadar belli değil. Kontesler hep aralarında münakaşa etmişler, “acaba hangimizin kucağında öldü?” diye. Yalnız bir şey iyi biliniyor, o da Chopin adlı bir sanatkârın yaşamış olmasıdır.

Geçen yüzyılın bu büyük piyano sanatkârının yeryüzünde yaşadığı günler de çok azdır. Sanatkârın büyük dahi Mozart’a bu bakımdan olan yakınlığı onu sanatseverlere büsbütün yaklaştırmıştır. Öte yandan Chopin yaratmalarının adedi Mozart’ta olduğu kadar çok değildir. Eserlerinin anlamı da fikir içeriği de Mozart’tan çok ayrıdır. Hele eserlerinin formu Mozart’taki form anlayışı yanında büsbütün başkadır. Bütün bu ayrılışlara rağmen onu Mozart’a yaklaştıran biricik şey, Chopin’in de insanlığın öz sanatkârlarından biri olmasıdır. Fakat her ikisinin de bütün hayatlarını 35 yıl ve 39 yıl gibi pek kısa bir zamana sığdırmış olmalarıdır ki bu iki sanatkârı birbirine olduğu kadar sanatseverlere de büyük bir hayranlıkla yaklaştırmıştır. Onları sanatseverlerin kalbine büsbütün mal etmiştir.

Sayın dinleyenlerim,  Chopin çok içli, ruhen çok kırılgan bir sanat büyüğüydü. Onun içindir ki Chopin’in müziği birdenbire parçalanan kristal bir kadehin çıkardığı sesleri andırır. Yine onun içindir ki Chopin sanatını hep böyle kırık bir kadehe benzetirler. Ancak her şeye rağmen Chopin insan duygularının en temiz bir bileşimidir. Onun sanatı sanki insanoğlunun sese dönüşmüş bir şeklidir. Chopin hayatında bütün dünyaca tanınmış olmak gibi zamanının birçok sanatkârına nasip olmayan bir ayrıcalığa da sahipti.

Sayın dinleyenlerim,  Chopin’in müziği her zaman genç kalmıştır, ama bu müzik söylendiği gibi büsbütün saf, büsbütün bakir bir müzik değildi, tam tersine bu müzik hasretle yanıp tutuşan, etrafına alevler, kıvılcımlar saçan bir müzikti. İşte onun içindir ki Chopin’i en çok taze kalmış ruhlar iyi anlarlar. Chopin her fani gibi hem yaşamıştır, hem sevmiştir, hem de acı çekmiştir. Elimizde onun sanatından başka bir şey olmasa bile onun hayatını anlamak için bu sanatı kana kana tatmak da yeter. Chopin’in bütün sesleri alabildiğine içtendir, bu sesler sanatkârın kalbinin en derin köşelerini bile bizlere aydınlatmaya yeter. Bazen bu sesler tıpkı bahar çiçekleri gibi çabuk görünür, çabuk kaybolurlar; bu sesler insanı hem okşar, hem insana acı verirler.

Sayın dinleyenlerim,  Chopin çalışkan bir sanat adamıydı, fakat kendini devamlı olarak çalışmaya veremezdi, onda en çok mizacına bağlı olan anlar yaratma anlarıydı, ama bir de sanatkârın mizacı yaratmaya uygun oldu mu artık piyanonun tuşları üzerinde parmaklarının oraya buraya ucan narin hayalinden başka bir şey insanın gözüne ilişmezdi. Onun içindir ki sanatkâr bütün bu işlerde kendine özgü nağmelerin hemen hepsinde olduğu gibi hep aceleyle konuştu, fikirlerinde ender olarak tam bir karara ulaştı. 1831 yılı, henüz 21 yaşına ulaşmış olan sanatkârın o zamana kadar duyulmamış bir edayla konuştuğu yıldı. Bütün 19. yüzyıl boyunca eşi görülmemiş olan bu derece hızlı bir lirizmin baş eserleri arasında sanatkârın ilk 3 Nocturne’ü de bulunuyordu. Piyano edebiyatının en içli eserlerinden sayılan bu Nocturne’lerin genç Chopin’in Paris sanat çevrelerine henüz ayak basmadığı zamanlarda yazılmış oldukları tahmin ediliyor. (Plak: Op.9 Nocturne)

Sayın dinleyenlerim,  1837 yılı sanatkârın Paris’te Franz Liszt gibi büyük bir dahinin çevresine girdiği yıldı. Kontes d’Agoult gibi Franz Liszt’e yıllarca hayat arkadaşlığı etmiş olan büyük bir kadını yakından tanıdığı bir yıldı. Yine bu yıllar Chopin’e George Sand gibi Fransız edebiyatının tanınmış bir kadın yazarını da yaklaştırmıştı. Hattâ bu kadını uzun yıllar Chopin’e arkadaş olmaya bile hazırlamıştı.

Sayın dinleyenlerim,  yine bu yıllar, henüz 27 yaşına ulaşmış olan bu içli sanat büyüğünün benliğini de müzik aletlerinin en somut bir tipi olan piyanoya büsbütün bağladı. Chopin’in yalnız piyano edebiyatı tarihinin ilk ve son yazarı olarak bütün dünya tanındı. Artık Chopin yalnız piyano başında kendi iç âlemine dönebiliyordu. Yalnız bu âlemde kendini bizzat yaratabiliyordu. Sanatkâr yine bu âlemde kaderi üzerinde bizzat kendisi etkili oldu. Kısaca Chopin kendini sırf bu âlemde mutlu hissedebildi.

Sayın dinleyenlerim,  yine Paris yılları genç sanatkârın damarlarında müzikle alevin bir arada dolaştığı yıllardı. Onun içindir ki Chopin gençliğinin ileri çağlarında yalnız müzikseverlere değil, artık bütün insanlığa hitap etmeye başlamıştı. İşte bu ateşli yaratma yıllarının en önemli eserleri arasında da sanatçının son iki Etude’ü bulunuyordu. Tamamı 24 Etude’den ibaret olan bu eserlerin son ikisi Franz Liszt’ın hayat arkadaşı Kontes d’Agoult’a ithaf edilmişti. 1828-1836 yılları arasında tam 18 yıllık bir emeğin mahsulü olan bu 24 piyano etüdünden ilk 12sinin bir kısmı Varşova’da, bir kısmı da Viyana’da yazılmıştı. Hele Varşova’da geçen yıllarda henüz 18 yaşını bitirmiş olan Chopin’de insanı asıl şaşırtan şey, bu etüdlerde kendini gösteren ulaşılmaz bir olgunluktu. Bundan dolayı 18 yıl içinde tamamlanan 24 piyano etüdü müzik sanatında yepyeni bir yolu işaret ediyor, o zamana kadar piyano edebiyatında hiçbir sanat adamının ulaşamadığı bir hedefi gösteriyordu. Nitekim Orta Avrupa’nın en büyük müzik üstatlarından, müzik eleştirmenlerinden biri olan Robert Schumann, Chopin’in Etüdleri için kısaca şöyle demişti: “Tıpkı gece geç vakit gökte ender tesadüf edilen bir yıldızın ne olduğunu tahmin eder gibi kendisinden durmadan bahsedip durduğumuz bu insanın sanat müzemizde bulunmamasına hiç imkân var mı?”

Sayın dinleyenlerim,  Chopin’i en iyi anlamış olan Schumann bu sözlerinin en sonunda da yine sanatkârın son 12 Etüdünden biri için şöyle diyordu: “O kadar narin, o kadar hülyalı, o kadar içten ki tıpkı uyuyan bir çocuğun rüyada şarkı söylemesi gibi sessiz...” (Plak: Op. 25, Etude)

Sayın dinleyenlerim,  yine bu Etüd yıllarının Chopin’i, 1836 yılında henüz 26 yaşına ulaşmış olan bu narin sanat adamı, binbir hastalıkla boğuşma yüzünden acaba hayatından memnun muydu? Yoksa hayat onun için sonsuz bir azap mıydı? Belki de o gözlerini sonsuzluğun âlemine bir an önce çevirebilseydi memnun olacaktı. Memnun olacaktı ama kader onun hayata olan bağını o kadar sıkı bağlamıştı ki ona hem acı çekmek hem yaratmak mukadderdi. Nitekim yalnızca ıstırap ona üstat oldu. Halbuki Chopin’in hayatı bir bakıma yaratma zevkiyle, yaratma mutluluğuyla dolu bir hayattı, ama Chopin hiçbir vakit bu zevke, bu mutluluğa inanamadı. O sonsuz bir hasretin esiri olduğunu iyi biliyordu. Fakat onun hayat aldanışları sanatında ona yar oldu, mutluluk oldu. Ondaki bu kadınca duyguyu çok kere onun başına kakmaktan çekinmediler. Hattâ sanatkârın özgeçmişini yazanlardan biri günün birinde hiç çekinmeden şöyle demişti: “İşte onun için bu mabedin bekçisi yalnızca kadındır.”

Sayın dinleyenlerim,  büyük üstat Wagner’de aşk sırf erkeğin kadına olan bağıydı. Chopin’in aşkı ise dünya ölçüsünde bir aşktı. Bu aşkın sembolü sırf insanoğlunun kendisiydi. Onun için bu güzel, bu narin insan, yani Chopin, hayatı boyunca hep sevdi. Hem yalnız temiz duygularla sevdi. Onun için zamanının bilhassa edebiyat sahasında tanınmış kadınlarının birçoğu Chopin’i sırf kendilerine mal etmek arzusundan bir türlü vazgeçemediler, Chopin hakkında söz söylemekten yorulmadılar. Gerçi öyle zaman oldu ki sonsuz bir hasrete doğru yanıp tutuşan bu narin vücudu başkalarından ziyade yine kendi kudreti yedi bitirdi. Sanatkârın tuttuğu bu kutsal iş ona kurtuluş değil, ölüm getirdi. 26 yaşına ulaşmış olan Chopin bazen kendini kendi yaratma kâbusundan kurtarmak için hamle yapmaktan da geri kalmadı. 1836 yılında bestelediği Polonez’lerin sanatçıyı dünyanın nimetlerine kavuşturması gereken neşeli dans parçalarından sayılmaları gerektiği halde, bütün bu yaratmalar yine kederden başka bir şey aksettirmedi. Onun için Chopin’in memleketinde vatandaşlarını ve çok sevdiği Polonya’nın halk bayramlarını düşünerek yazdığı bu Polonez’lerde yine büyük bir hasret, yine o dinmeyen sevgi, yine o gizli mırıldanmalar, yine o neticesiz kalmış yakınmalar işitildi. (Plak: Opus 26, Polonez)

Sayın dinleyenlerim,  Chopin eser yaratırken günlük hayatın binbir adiliği içinden bir anda sıyrılıp çıkmayı bilirdi. Şahsiyeti sırf müzik yoluyla tasavvur edilemeyecek bir kudrete ulaşırdı. İşte bu hal nahif bünyeli sanatçıyı büsbütün mahvetmeye yeterli olurdu. Onun içindir ki Chopin hayatının, benliğinin eserlerine yansımasından kendisi de ürkerdi. Bundan dolayı onun sanatı çok kere alev saçar, bu alev bizzat kendi yaratıcısını da yakardı. Ancak bütün bu yanıp tutuşmalar tasarlanan hedefe tam anlamıyla ulaştıktan sonra olurdu. Biraz önce de söylediğim gibi sayın dinleyenlerim, onun müziği en neşeli dans sahnelerinde bile dans salonlarını hatırlatmayacak kadar kederli bir müzikti. Hayata sonsuz bir sevgiyle bağlanmış olan sanatkârın hiçbir eserinde ufak bir hoşgörüye bile rastlamaya imkân yoktu, çünkü Chopin herhangi bir geçici aşktan tamamen uzaktı, her gönül olayı onun için ebedîydi. Chopin varlığının, Chopin sanatının odak noktası yalnızca kendi ruhu olduğu için o ruhun seslenişini onun zamanından sonra müzikten hiç anlamayanlar da anladılar.

Sanatçı 28-29 yaşlarına da gelmişti. Kendisine uzun zaman hayat arkadaşlığı etmiş olan George Sand’ın ondan kabaca yüz çevirdiği anlara daha bir hayli zaman da vardı. Doktorların ısrarı üzerine ağır hasta olan Chopin’i Mallorca adasına götürdüler. Gerçi bu adada George Sand onun sağlığına elinden geldiği kadar özen gösterdi, ama sağlığı esasından bozulmuş olan zavallı Chopin’in durumu artık bir daha düzelemedi. Bu sefer de Mallorca adası Chopin’in en güzel eserlerini sanat tarihine mal ediyordu. Nitekim sanatçının 24 Prelude’ünün bir kısmı bu güzel adada tamamlandı. George Sand’ın da hatıratında yazdığı gibi, Mallorca adasında Chopin ile beraber tam bir kış geçmişti. Chopin bu adanın o eşsiz Prelude’lere sahne olan kısmından yakın bir dostuna yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Palma’dayım. Muz ağaçları, selviler, kaktüsler, zeytin ağaçları, limon ağaçları, nar ağaçları, velhasıl bir sürü ağaç altındayım ki bütün bu ağaçlar varlıklarını sırf kış bahçesinde yanan sobalara borçludurlar. Gündüzleri güneş olduğu sürece ortalık sıcak. Herkes yazlık elbiseyle geziyor. Geceleri her zaman her yerde gitar sesleri, şarkı sesleri işitiliyor. Burada her şey gibi şehir de yalnızca Afrika’ya yüzünü çevirmiş...”.

İşte sayın dinleyenlerim,  bu espri dolu satırlar yazılırken o güzel Prelude’ler de birer birer tamamlanmaya başlamıştı. Adanın Palma semtindeki Valdemossa manastırına George Sand ile beraber sığınmış olan Chopin, yaşadığı acı dolu anlara rağmen sanat tarihine o eşsiz Prelude’leri vermekten geri kalmadı. (Plak: Op. 28, Prelude)

Ne gariptir ki sayın dinleyenlerim,  Chopin sanatında en ufak bir dinsel belirtiye bile rastlamaya imkân yoktur. İhtimal sanatçı, insanoğlunun benliğinde nice tanrılar görüyordu da onun için yalnız insana bağlanabiliyordu. Şurası da kesin ki bu kadar önemli eserler vermiş olan bir sanatçının kendini büsbütün manevi bağlardan uzak tutmasına hiç imkân var mıydı? Öte yandan sanatçı, sanatçı uluhiyetle insan arasında aracı rolü oynayan hiçbir zümreye de kendini bağlayamamıştı. Dinî akidelerden alabildiğine kaçmıştı. Yalnızca kendisine biricik merci olan insan ruhuna yönelmişti. Bu büyük sanatçının yine insana döndüğü anlardaydı ki artık ölümüne tam 9 yıl kalmış olan genç sanatçı için kendini yine hummalı bir çalışmaya vermekten başka çare kalmamıştı. Ancak 1840 yılını Chopin’in nasıl bir uğraşla geçirdiği de insanlık için kısmen meçhul kaldı. Yalnız Mallorca adasından sözde biraz sağlıklı dönmüş olan sanatçı, yine ders vermeye, yine eser yazmaya, hattâ arada sırada çok sevdiği davetlere gitmeye başlamıştı. Öte yandan Chopin’e yakın bir ev kiralamış olan George Sand’ın çevresi dönemin en büyük şahsiyetlerinin arada sırada toplandıkları tek sanat çevresiydi. Balzac, Delacroix, filozof Pierre Leraux, Heine, Liszt, Lamartine gibi şahsiyetlerle daha birçok tanınmış simalar George Sand’ın bu önemli sosyetesinden eksik olmuyorlardı. Nihayet Chopin de dönemin bütün bu tanınmış insanlarıyla bir araya geldi. Hattâ bu şahsiyetlerin dikkate değer tartışmalarını başlangıçta büyük bir zevkle takip de etti. Fakat bütün bu ateşli tartışmalar ve konuşmalar arasında sanatçının birdenbire ortaya çıkan Fa minör Balade’ı Paris’in bu en ileri seviyesini bile Chopin’e kayıtsız şartsız bağlamaya yeterli oldu. (Op. 52, 4. Ballade)

İşte bu eşsiz Balade’ın yazıldığı tarihlerde 30 yaşlarını bulmuş olan Chopin hocalıkta da bir hayli ilerlemişti. Kendisine talebe olmak isteyen sanat adaylarının sayısı durmadan artıyordu. Hattâ bunların arasında Madame Streisher adlı genç bir piyanist Chopin’in yüksek hocalık yeteneğine hayrandı. Yine bu kadın, hastalığının bütün şiddetine rağmen mesleğine dört elle sarılmış olan Chopin’in hocalığındaki görev duygusunu bize şu satırlarla anlatıyordu: “Bazen pazar günleri Chopin’in evinde saat 1’de derse başlardık. Saat 4’te yahut 5’te ancak dersimizi bitirebilirdik. Sonra o da oturur çalardı. Hem de ne çalardı! O bana yalnız kendi eserlerini değil, başka üstatların eserlerini de çalardı. Böylelikle bu eserin nasıl çalınması gerektiğini bana anlatmak isterdi. Günün birinde Bach’ın 14 Prelude ve Fugue’ünü birden bana ezbere çalıverdi ve benim sevinç dolu hayretimi  görünce de şöyle dedi: “Hiç bunlar unutulacak şeyler mi!” Sonra kederli bir gülüşle sözlerine şöyle devam etti: “Bir sene oluyor ki devamlı olarak bir çeyrek saat bile çalışamadım. Artık kuvvetim, enerjim kalmadı. Bütün bunları tekrarlamak için bir parçacık olsun sağlığımı elde etmeyi bekliyorum, ama ... hâlâ bekliyorum...” Chopin yine bir gün piyano çalarken kendinden geçmişti. Maddi âlemden tamamiyle uzaklaşmıştı. Hizmetçisi sessizce içeri girdi. Piyano notalığının üzerine bir mektup koydu. Chopin öyle bir bağırışla çalmayı yarıda bıraktı ki saçları dimdik olmuştu. O ana kadar imkânsız zannettiğim bir hadise artık gözümün önünde cereyan etmişti.”

Sayın dinleyenlerim,  sanatkâr Chopin ile hoca Chopin, Madame Streisher’in bu güzel ifadesinde nasıl birleşiyor değil mi? Bu olayların üzerinden de 2 yıl geçmişti. Bu büyük hoca, bu büyük sanatkar, sağlık durumunun büsbütün bozulmasına rağmen insanlığa yeniden büyük eserler veriyordu. Hele bunların arasında La bemol majör Polonez’i bu tür sanatın en olgun eseriydi. Olgunluk, kudret, kuvvet, heyecan, millî duygular gibi hasletlerin hemen hepsi sanki sırf bu Polonez’de kendini gösteriyordu. Sanki bu eser polonezlerin poloneziydi. (Plak: Op. 53, Polonez)

Sayın dinleyenlerim,  bu eşsiz eserleri büyük bir sabırla sanat tarihine devreden Chopin artık 35 yaşına da ulaşmış, arkada bırakacağı daha 4 bütün yılı kalmıştı. 1845 yılı sanatın ulusları birbirine daha sıkı bağladığı bir yıldı. Yine bu yılda Almanya’da Bonn şehrinde açılış töreni yapılacak olan Beethoven anıtı için Chopin’e de davetiye gelmişti. Hattâ Liszt, Meyerbeer, Vieuxtemps gibi devrin üç tanınmış sanat adamı bu davete katılacaklarını bildirmişlerdi. Ancak zavallı Chopin sırf hastalığı yüzünden bu şerefli davetten mahrum kaldı. Bu halin kendisini ne kadar üzmüş olduğu da ancak ileride bazı mektuplarından anlaşılacaktı.

1846-1847 yılları George Sand sosyetesinin Paris’te alışılmış toplantılarına devam ettiği yıllardı. Biraz önce de söylediğim gibi Chopin’i başlangıçta memnun etmiş olan bu sosyetede sanatkârı kıracak olaylar da olmuştu. Hattâ bu esef verici olaylara bazen George Sand, bazen de misafirler arasında bulunan bazı kişiler sebep oluyordu. Bir süre sonra bu toplantılara gitgide tanınmamış insanlar da katılmaya başlamıştı. Artık sosyalistler, muhafazakârlar, demokratlar, dinsizler, ihtilâlciler,  büyük sanatkârlar, devrin tanınmış salon adamları, siyaset adamları, tiyatro mensupları, velhasıl her cinsten, her meslekten bir sürü insan bu toplantılarda bazen yan yana yer almak, bazen tek bir mesele üzerinde karşılıklı tartışmak zorunda kalıyorlardı. İşte bu karmakarışık sosyete gitgide Chopin’e büsbütün sıkıntı vermeye başladı. George Sand’ın hatıratında da söylediği gibi, Chopin artık her gün kendine yeni bir sosyete arıyordu. Hattâ sanatçının sırf kendi etrafına toplayabileceği insanları aradığını ileri suren George Sand, “Hayatım” adlı eserinde Chopin’in hiç durmadan kendi adamlarını aramasının nedenini ne güzel tahlil ediyordu.

Günün birinde Chopin’in vefatı vesilesiyle Fransa’nın tanınmış gazetelerinden birine (Journal du Debat) uzun bir makale yazmış olan büyük Fransız sanat adamı Berlioz da bu hususta şöyle diyordu: “Ancak küçük bir dinleyici kitlesi arasında bulunduğu zaman, hattâ iyice dinleneceğine de kanaat getirdiği zaman Chopin’e piyano çaldırtmak mümkün olabilirdi. Hele o çaldığı zaman insanın ruhunda ne duygular uyanmazdı ki! Onun ruhu kendi çalışına ne ateşli, ne kederli hülyalar katmazdı! O çok kere gece yarısına doğru büyük bir teslimiyetle kendinden geçerdi. Salonun içinde uçuşan büyük kelebeklerin yorulduğu anda günün siyasi meselelerinin aydınlanmamış hiçbir tarafı kalmadığı anda, gevezelerin sustuğu, hilenin hükümsüz kaldığı, ikiyüzlülüğün yorgun düştüğü, her şeyden bıkkınlık geldiği anda Chopin, güzel ve anlamlı bir çift gözün sessizce işaretine derhal boyun eğer, derhal şair oluverir, kendi hülya âleminde yaşayan kahramanların aşk şarkılarını, onların kahramanca neşelerini, uzak vatanı için duyduğu acıyı, sevgili Polonya’ısını müziğiyle anlatırdı. Ben kendim bir gün onunla davetli bulunduğum bir yerde onun ev sahibine âdeta kafasına vururcasına söylediği parlak bir sözüne şahit oldum. Kahveler henüz dağıtılmıştı ki ev sahibi Chopin’e yaklaştı. Misafirlerin onun piyanosunu hiç dinlememiş olduklarını, piyanoda küçük bir şey olsun çalacağına misafirlerin kesinlikle emin olduklarını söyledi. Bu durum karşısında Chopin çalmamak için öyle bir özür diledi ki onun bu halinden çalmaya hiç niyetli olmadığı derhal anlaşılıyordu. Ziyafet sahibi âdeta hakarete uğramış bir insan edasıyla, hattâ verdiği ziyafetin amacını yakından bilen bir insan edasıyla ricasının bir an evvel yerine getirilmesini beklerken başlayan tartışmayı sanatçı birdenbire kesti. Zayıf ve mariz olduğu kadar da yüksek bir sesle öksürerek ev sahibine şöyle dedi: “Pek muhterem bayım, ben yemeklerden o kadar az yedim ki...”! Görülüyor ki sayın dinleyenlerim,  sanatçının nükte, hattâ eleştiri tarafı da kuvvetliydi.

Öte yandan bu yıllarda, yani 1845 yılında Chopin en güzel, en narin eserini Re bemol majör Ninni’siyle sanat dünyasına veriyordu. Bu ninnide sıcak bir yaz gününün sükunetini, yaz böceklerinin vızıltısını, nihayet yavrusunu uyutmaya çalışan genç annenin sevimli sesini bütün inceliğiyle işitmek mümkündü. (Plak: Op. 57, Berceuse)

Nihayet sayın dinleyenlerim,  bu eşsiz eserler böylece tarihe mal oldu. Chopin’in sağlığı büsbütün bozuldu. Ne gariptir ki bu mustarip sanat adamının çektikleri artık George Sand’a ağır gelmeye, hattâ bu lakayıt kadını zamanla bıktırmaya başlamıştı. 1846 yıllarına doğru George Sand kendini Chopin’den büsbütün kopardı, ayrılma çarelerini de aramaya başladı. Bu arzu 1847 yılında tamamen gerçekleşti. Nihayet ayrıldılar. Bu acı zavallı Chopin’i ta mezara kadar bırakmadı. Nitekim sanatçı bu acıdan sonra ancak 2 yıl yaşayabildi.

Sayın dinleyenlerim,  Chopin George Sand’ı ölene kadar unutamadı. O kadar ki günün birinde onunla tekrar anlaşmayı aklından geçirdiği anlar da çok oldu. Ne çare ki George Sand’ın kararı kesindi. Ayrıldıktan sonra aradan bir hayli zaman da geçmişti. Dostlarından birini ziyaretten dönen Chopin, uzun bir merdivenin tam ortasında George Sand ile karsılaşıverdi. Bu beklenmedik tesadüf sanatkârı bir hayli sarstı. Merdivenin ortasında duran bu iki eski dost sanki birbirlerini yeni tanımış insanlar gibi birkaç dakika soğuk soğuk konuştular ve tekrar ayrıldılar. Ne çare ki bu tesadüf hasta sanatçının kafasındaki hatıraların hepsini uyandırmaya yetmişti. Chopin bu uğursuz tesadüfün ardından arkadaşlarından birine yazdığı bir mektupta bu karşılaşma için şöyle diyordu: “Geri dönmeyi çok istedim, ama merdiveni çıkmak benim için o kadar zor bir iş ki...”.

Sayın dinleyenlerim,  Chopin bu sözleri söyledikten sonra pek uzun yaşamadı. Bütün bu olaylar yaşanırken meydana gelen eserler ise tasavvur edilemeyecek kadar hisli, içli bir sanat adamının artık göçüp gitmek üzere olduğunu haber veren eserlerdi. Hele bunların arasında son yılların en güzel yaratmalarından biri olan Barcarol fırtınalı bir ömrün sürüklediği en son yapraklardan biriydi. Hattâ 2 yıl sonra da Chopin büsbütün tarihe mal oldu. (Plak: Op.60, Barcarol