Ankara Radyosu
10 Aralık 1944, Pazar
31 Mart 1946, Pazar
Saat: 10.00-11.00
Tasvir mi, ifade mi?
Sayın dinleyenlerim, müzik sanatının büyük üstadı Mendelssohn, Franz Liszt gibi bir bestecinin piyano çalışını ilk olarak dinledikten sonra 1840’ta dostlarından birine yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Dünyada hiçbir sanatkâr görmedim ki müzik duygusu Liszt’de olduğu gibi parmak uçlarına kadar insin ve herhangi bir etkiye maruz kalmadan oradan etrafa yayılıversin. Liszt öyle bir müzik duygusuna sahip ki, bu duygunun bir eşine daha tesadüf etmeye imkân yok.”
Görülüyor ki yalnız Mendelssohn gibi bir üstadın tanıklığı, hayalimizdeki Liszt portresine bir anlam kazandırmaya, onun zamanında dillere destan olmuş piyano viztüozluğunun içyüzünü açıklamaya yeterlidir. Ama iş bununla bitse iyi. Bir kısım eleştirmenler Liszt’in piyanoyu çalış dehasını överken, bazıları da bu büyük adamın yaratış yeteneğine ve meydana getirdiği eserlere hayran olmuşlardır. Hele geçen yüzyılın büyük dramcısı Richard Wagner, siyasal bir olayda rolü olduğu için İsviçre’ye yerleşmek üzere Almanya’yı gizlice terk ederken, Weimar’da Tannhäuser adlı eserin Liszt’in idaresi altındaki ilk çalınışını saklandığı locada dinlemiş ve bu eseri sanatkârın orkestra ile ifade ediş kudretine hayran olarak şöyle demişti: “Bu müziği bulurken duyduğum şeyleri o da eserimi idare ederken aynen duyuyor. Bu müziği yazarken söylemek istediğim şeyleri o da eseri seslendirirken aynen söylüyor. Ne harikulâde şey! Bu eşsiz dostumun gösterdiği sevgiyledir ki vatanımdan uzaklaşmak üzere olduğum şu anda sanatım için çoktandır özlediğim, beyhude yere yanlış yerlerde arayıp durduğum, hiçbir zaman bulamadığım gerçek vatanı şimdi buldum.”
İşte sayın dinleyenlerim, gerek Wagner’in gerek Mendelssohn’un bu yerinde hayranlıkları gösteriyor ki Liszt aynı zamanda tanınmış bir besteci de olduğu için müzik sanatının üç büyük sahasına aynı kudrette hükmetmiştir. Yani sanatkâr akıllara hayret verecek derecede bir piyano virtüozudur. Eşine az tesadüf edilir bir bestecidir. Hem kendinin hem başkalarının yazdığı muazzam orkestra eserlerini tarifsiz anlayışıyla dile getiren bir orkestra şefidir. İşte bu üç meziyetidir ki onu zamanında olduğu kadar zamanından sonra da sanat dünyasına önemli bir dahi olarak tanıtmıştır.
Ancak sayın dinleyenlerim, bu üç büyük başarı arasında sanatkârı dünya büyükleri mertebesine yükselten meziyet acaba en çok hangisiydi? Nitekim Liszt’in piyano virtüozluğu ile orkestra idare edişi bir bakıma aynı şeydi, çünkü bunlardan birincisi, yani piyano virtüozluğu, bir müzik âleti üzerinde maharet elde etmek demekti. İkincisi, yani orkestrayı idare etmesi ise birçok çalgının bir araya toplanmalarıyla meydana gelmiş olan daha büyük bir âleti, tabir caizse orkestra âletini çalmak, orkestra üzerinde beceri elde etmek demekti. O halde bu iki büyük meziyeti bir tür sanat uğraşı olarak kabul etmek de mümkündü. Bu durumda Liszt her şeyden önce piyano ve orkestra gibi iki mükemmel âleti eşsiz bir ifade kudretiyle çalan bir virtüozdu, ama sanatçının ancak zaman kavramı içinde ele alınabilen bu yeteneğini bugün için sırf kitaplardan ve tarihî belgelerden öğrenmek mümkündür. Buna karşılık Liszt’in besteciliği, bu büyük sanat adamının yaratma mizacını, görüş, düşünüş, anlayış, ifade ediş yeteneği, kendi döneminde olduğu gibi bugün de gelecekte de insanlığı aynı şekilde birleştirecektir, çünkü sanat eseri ebedidir. Virtüozluk sanatı ise bu türden yaratmaları dönemden döneme taşımaya araç olan yüksek bir sanat uğraşıdır. O halde Liszt’in dehasını bize tam olarak tanıtacak şey, sanatkârın piyano çalışından veya orkestra idare edişinden yahut da bu iki büyük meziyeti bize anlatmaya çalışan kitaplardan, yazılardan, anekdotlardan çok daha fazla, Liszt’in kendinden sonraki kuşaklara devrettiği muhteşem eserleridir. Şurasını da unutmamak gerekir ki zamanında Liszt’i tam ve mükemmel bir insan haline koyan neden, virtüozluk ve yaratıcılık gibi iki büyük başarının çevreye yaptığı etki ile bu etkinin yarattığı sevgi ve ilginin bileşimidir. Gerçekten de sırf böyle bir formül yoluyla Kontes d’Agoult ve Prenses Wittgenstein gibi iki olgun kadının Liszt üzerindeki etkisini de açıklamak mümkündür.
Kısacası, sayın dinleyenlerim, alabildiğine uygun bir çevre içinde gelişen Liszt dehasını dönemden döneme taşıyan şey, hiç şüphesiz yarattığı eserlerin mükemmelliğiydi. Bir çok parçaları arasında dönemine göre yepyeni bir buluş olan piyano Rapsodileri, çevrenin dikkatini bu ümit dolu besteciye çekmişti. Herkesi onun ilerideki başarısı üzerinde uluorta tahminlere bile sevk etmişti.. (Plak: Piyanist Alexandre Borowsky, Rapsodi No.19)
Ancak sayın dinleyenlerim, Franz Liszt bütün bu eserlerinde en yakını olarak tanıdığı, hatta günün birinde kızını vermek suretiyle kendine damat ettiği Richard Wagner’in yaratma esprisinden alabildiğine ayrılıyordu, çünkü Wagner sahne eserlerinde opera sanatının özü demek olan yazılı bir metne, bir vakaya, dekora, hatta bir sürü sahne özelliğine bağlanıyordu. Oysa Franz Liszt, metinden ve gözle görülür şeylerden kaçarak sırf müzik yoluyla, mutlak bir ifade yoluyla ruhu etkilemeyi tercih etmişti. Nitekim Liszt’in şu ifadesi kendi sanatını Wagner yaratılarından ayıran özelliği ne güzel açığa vurur; bakınız Liszt kendi anlayışına göre vakalı, dekorlu, perspektifli sahne sanatı hakkındaki görüşlerini nasıl açıklıyor: “...(ne de olsa) hakiki manzaranın, hava akımlarının, hatta loş bir atmosferin tariflere sığmayan sihrini sahneye olduğu gibi mal etmeye imkân yoktur. Ve hayal gücüne fevkalade manzaralara ulaşma imkânını veren de işte yine bu sihirdir. Sahnenin bu bakımdan olan yetersizliği yüzünden (hele) hayal gücünün ulaşacağı belirgin hayallerin temsil sanatıyla telafi edilmek istenmesi (biraz evvel bahsettiğimiz) hakikatlerin gerçekleşmesine engel olacaktır ki bu temsiller ancak gerçekleri hicvetmekten başka bir şeye yaramayacaktır. Şuna da hiç şüphe etmemelidir ki sanat birçok durumda her şeyi temsil yoluyla anlatmak, her şeyi göz önünde bulundurmak, her şeyi duygularımıza olduğu gibi yaklaştırmak fikrinden vazgeçildiği takdirde bile değerinden en ufak bir şey kaybetmez, çünkü hayal gücünün kendisine yaklaştırılmak istenen şeylerden çok daha fazlasını yaratmaya gücü yeter. Dramatik bir sahneye kendi görüş açısından nüfuz etmeye çalışan dinleyiciyi (bu suretle maruz kaldığı) vehimden, aldanıştan uzaklaştıracak olan (başka bir) hakikat yoluyla gözünün önünde cereyan eden şeyi aksi yöne çekmek hiçbir zaman tehlikeli bir şey değildir....(Hatta) bazı hususlarda hayal gücü temsil imkânlarının o derece üstünde bir noktaya ulaşır ki temsilin aynı imkânları elde etmek arzusuyla yapacağı her girişim boşuna bir tecrübeden başka bir şey olamaz.”
İşte bu düşünce de gösteriyor ki, sayın dinleyenlerim, Franz Liszt, tıpkı Wagner gibi, eserlerindeki kahramanların tiplerini, ruhsal eğilimlerini, Leitmotif denilen karakteristik temalarla anlatmak istiyor, ama bütün bu işlerde hayal gücünü göz yoluyla doyurmaya çalışan Wagner’in bağlandığı sahne ve dekor etkisinden sürekli olarak kaçıyor. Bütün bu işlerde sırf kulak yoluyla hayal etme çabasına dayanıyor. Bu arada sanatkâr, Wagner’de sık sık rastlanılan taklit türündeki Leitmotif’lerden başka şiirsel Leitmotiflere de el uzatıyor. Yani bize yalnız fırtınayı, gök gürültüsünü, şimşeğin çakmasını yahut bir savaş sahnesini veya buna benzer herkesin kolayca taklit yoluyla anlayabileceği olayları değil de, anlatması, hayal edilmesi, hele formsuz, metinsiz, perspektifsiz büsbütün güç olan şiirsel anlatımları, çeşitli ruh eğilimlerini, bu arada aşk, kuşku, ümit, pişmanlık, şikâyet yoluyla psikolojik anları da karakteristik temalarla bizlere yaklaştırmaya çalışıyor. Bu durumda Beethoven’in söylediği gibi, bu iş yine tasvirden uzaklaştırılsa de, bir şiirin ifadesi demek oluyor.
Gerçekten de Franz Liszt’in yaşadığı devirde Senfonik Şiir diye adlandırılmış olan bu türden orkestra yaratmalarının niteliğini açığa vuran metinleri önceden okumak suretiyle konunun içeriğini anlamadan böyle bir eseri kavramaya imkân yoktur. Bu nedenle senfonik şiirler yapıları gereği ne derece tasvire dayanırsa dayansın, yine de bir duygunun, bir şiirin kısmen belirginleşmiş bir sürü yolla ifadesidir. Yani Liszt’in kastettiği anlamda orkestra eserleri kendine özgü senfonik yaratmalardan başka bir şey değildir. Eğer böyle bir eserde belirli bir tip, bir olay veya herhangi bir poetik düşünce sırf taklit yoluyla açıklanamıyorsa, eser yine alabildiğine sembolik bir ifade mahiyetinde kalır. O halde bu türden bir yaratmaya, 18. yüzyılın sonlarına doğru Viyana klasiklerinin elde ettiği şekil ve içeriğine göre, daha çok dramatik, hatta bir bakıma yine sembolik bir ifade hakimdir. Bu türden bir yaratma dinlerken konuyu önceden incelemesek bile, eserde geçen Leitmotif’ler, yani eserin önemli noktalarını karakterize eden tasvire yönelik temalar, bizleri çok kere aşk, keder, sevinç, ihtiras, pişmanlık gibi sırf şiirsel ifade unsurlarıyla karşılaştırır. O halde gerçek Senfonik Şiir, tam olarak tasvir değil de, daha çok bir duygunun ifadesidir. Biz de şimdi Franz Liszt’in Prelütler adlı senfonik eserini dinleyelim. Bu eserde geçen poetik ve psikolojik anları olabildiğince saptamaya çalışalım. (Plak: Les Preludes, Çek Filarmoni Orkestrası, Erik Kleiber)
Görülüyor ki, sayın dinleyenlerim, Frans Liszt Prelütler diye adlandırmış olduğu bu muazzam senfonik şiirde, ne olduğu kestirilemeyen, fakat insanoğlunun neşe, keder gibi iki ana mizacına dayanan dramatik poetik unsurlar var. Burada insanoğlunun görme duyusunun üzerinde bir kudretle ulaştığı uçsuz bucaksız bir hayal âlemi var. İşte onun için Liszt biraz önce aynen okuduğum sahne sanatını tahlil yollu ifadesinde boş yere şöyle demiyor: “...Gerçek manzaraların, hava akımlarının, loş bir atmosferin tariflere sığmayan sihrini sahneye olduğu gibi mal etmeye imkân yoktur... Sanat birçok durumda her şeyi temsil ile anlatmak, her şeyi gözlerimizin önünde bulundurmak, her şeyi duygularımıza olduğu gibi yaklaştırmak fikrinden vazgeçildiği takdirde bile değerlerinden en ufak bir şey kaybetmez, çünkü hayal gücü kendisine yaklaştırılmak istenen şeylerden çok daha fazlasını yaratacak güçtedir...”. O halde, sayın dinleyenlerim, Liszt, hele biraz önce dinlediğimiz o muazzam senfonik eserde bizleri tasvirin kat kat üstünde bir hayale ulaştırıyor.
Birçok sanat büyükleri gibi Liszt’in de hayatı oldukça fırtınalı, oldukça hareketli geçmiştir. Nitekim bu derin hayatın çeşitli görüntülerine sanatkârın hemen bütün eserlerinde rastlamak da mümkündür. Öte yandan Liszt’in uzun süre Paris’te oturması aydın Fransız sosyetesiyle yakından temas etmesi gibi durumlar da sanatçının yaratma idealine alabildiğine yardım etmiştir. Bütün bu olaylar yanında Liszt’in hayatının ikinci önemli aşaması demek olan Prenses Wittgenstein ile hatıraları, sanatkârın yaratma kudretine büsbütün orijinal bir yapı kazandırmıştır. Hatta bu dönem içinde yazılan eserlerin hemen hepsi Liszt’in hayatını bize en içli şekilde anlatan bir yaşam öyküsü niteliğindedir. Nitekim 1861’den sanatkârın öldüğü tarih olan 1886 yılına kadar geçen 25 yıllık olaylar da onun dahice yaratmalarına özgünlük vermeye yeterli olmuştur. Örneğin Liszt 1861 yılında Weimar’ı terk ederek Paris’e, hatta oradan da Roma’ya gidiyor. Aynı şehirde Prenses Wittgenstein’le buluşuyor. Bu kültürlü kadın da uzun yıllar sürüncemede kalmış olan boşanma davasını halledip Liszt ile hayatını birleştirmek azmiyle Roma’ya gelmiştir. Ancak 22 Ekim 1861’de, yani Liszt’in 50. doğum yıldönümünde her ikisinin Roma’da evlenme törenleri yapılacağı anda Prenses’in feci bir iftiraya kurban gidişi, Papa’nın emriyle nikâh töreninin durdurulması, tam 14 yıl bugünü beklemiş olan Prenses’in bu üzücü olayda bir uğursuzluk sezerek Liszt’le evlenmekten tamamiyle vazgeçmesi, bu beklenmedik son karşısında sanatçının Roma’da ansızın ruhban mesleğine girmesi, ama kalbi sanatın bitmez tükenmez ateşiyle yanıp tutuşan bu büyük adamın aradığı huzuru bu meslekte bile bulamaması yüzünden kendini tekrar sanat âlemine atması gibi romantik olayları, Liszt’in özellikle son eserlerinde aynen okumak mümkündür. Meselâ sanatkârın her şeye rağmen huzur ve teselli arayan ruhsal durumunu bize en doğru şekilde yaklaştıran yaratmalarından biri de Teselli adlı eserleridir ki bunlardan 3 numaralısını şimdi dinleyelim. (Consolation No.3, Piyanist Walger Reiberg)
İşte sayın dinleyenlerim, gerek yaratmalarıyla gerek yarattıklarını icra etmekteki kudretiyle devrinin sanat çevrelerini kendine ruhen sımsıkı bağlamış olan Franz Liszt, bütün eserlerinde tasvirci olmaktan çok ifadeci olarak kalmıştır. Hatta Liszt’in ruhsal durumunun aynası demek olan bu türden yaratmalar, aynı zamanda dönemin öteki sanat büyüklerini de yetiştirmiştir. Bu eserler Wagner gibi bir ustada bile devamlı bir ışık kaynağı olmuştur. Gerçekten de 1882 yıllarına doğru hayatının ileri bir çağına ulaşan Wagner, en son eseri olan Parsifal operasının doğuşunu tamamiyle Franz Liszt’e borçlu olduğunu söylemektedir. Yine Wagner, dostlarından birine yazdığı mektupta, sanatının en büyük hamisi olarak Liszt’i görür, hiç kimsenin değil, yalnız Liszt’in etkisiyle sanatında yükselmiş olduğunu açıkça itiraf eder.
Bu sabahki konuşmamızı Wagner’in bu samimi itirafıyla kaparken, son olarak Franz Liszt’in Wagner’in yaratıcılık psikolojisine en çok etki yapan eserlerinden birini daha dinleyelim, bu suretle tasvir mi ifade mi meselesini eser üzerinde bizzat gözlemlemeye çalışalım. (Mazeppa, Berlin Filarmoni Orkestası, Şef Oscar Fried)