Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİMAKALELER

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

FATİH VE KANUNÎ ANITLARI AÇISINDAN HENRY MOORE VE ÖTEKİLER

 (Cevad Memduh Altar’ın “Sanat ve Sanatçılar” dergisinin Haziran 1965 tarihli 7. sayısında yayımlanan yazısı.)

             Henry Moore’un Londra’ya yakın villasında hem çay içiyor, hem de tartışıyorduk; önemli bir konuya eğilmiştik… Çağımızın, anıt dikme çağı olup olmadığı tartışılıyordu. Moore, İngiliz terbiyesinin ölçülü sınırları içinde gülümsüyordu ve aksi tezi savunarak: “…ama anıt dikme devri çoktan geçti!” diyordu.

            Henry Moore’u, haftalarca önceden alınmış randevu gereğince ziyaretimizin esas sebebi, birlikte çay içip hoşbeş etmek değil, anıt yapma sanatı üzerindeki görüşlerinden faydalanmaktı; çünkü o sıralarda İstanbul’da dikilmesi düşünülen Fatih Sultan Mehmet ve Kanunî Sultan Süleyman anıtlarının hazırlıklarına başlamak için, Batının belli başlı heykel sanatçılarıyla görüşmemiz isteniyordu; onun için Avrupa’ya gitmiştik. Bu konu ile yakından ilgilendirilmiş olan iki ayrı kurumun genel müdürleri de tartışmalarda bulunmuşlar, problemi çözme çabasına canla başla katılmışlardı. Nitekim üçlü heyetin bir üyesi, devrin Vakıflar Genel Müdürü Orhan Çapçı, öteki üyesi de Vakıflar Bankası Genel Müdürü Sabahaddin Tulga idi.

            Büyük heykelci Moore’un, İngilizlerin hiç de alışık olmadıkları bir heyecanla zıt görüşü savunmasının sebebinin, belki de sanatçının kendine mahsus düşünüş ve yaratış eğiliminde aranması gerekiyordu. Hattâ ondaki tereddüdün, sanatta “abstre” [abstrait - soyut] ve “konkre” [concret - somut] yaratmalar arasındaki sürekli anlaşmazlıkta aranması lazım geleceği de tabiiydi. Kısacası Moore’u iyice sıkıştırmıştık… Ve bu tartışmadaki en şanslı tarafımız, o tarihlerde Londra’da bulunan Ord. Prof. Suut Kemal Yetkin’in de konuşmalara katılması olmuştu. Bizler, anıt yapma sanatının, aktüel değerini yerine göre muhafaza etmesi gerektiğini kabul ediyor, aksi fikrin genel bir prensip olamayacağını ileri sürüyorduk. Öyle ya, İngiltere’de veya dünyanın birçok yerinde, bu alanda yapılacaklar yapılmış, tarihsel anılar sanat yoluyla -bir süre için- tüketilmiş olabilirdi, ama anıt sanatına kapıları büsbütün kapamanın mânâsı yoktu. Çünkü yaşandıkça olaylar gerçekleşir ve bunlardan bazılarının anıtlaştırılmaları da pekâlâ gerekebilirdi. Kaldı ki, sanatta geçmişin abstre yaratışla da değerlendirilemeyeceğini kim iddia edebilirdi?!..

            Moore’un bir türlü anlayamadığım kararsızlığı, sanatın bugün de sürüp giden üslûp tartışmasına dayanıyor idiyse, böylesine bir şüpheye de lüzum yoktu; çünkü sanatta yaratma eyleminin ortaya ne getireceğini peşin hükümle önceden kestirmek de yersiz bir iddia olurdu. Henry Moore’a belki de bir noktada hak vermek mümkündü; o da yapılacak anıtın İstanbul Fatihi ile o’nun eserini canlandıran tarihsel bir anıt olması ve bu tip bir yaratışın somut veya figüratif doku açısından olan eğilim orantısıydı. Çözülmesi güç görünen bu türlü sorunların, anıtın dikileceği memleketin kitle zevki bakımından değerlendirilmesi gerekeceği de şüphesiz ayrı bir gerçekti. Çok konuşmuş, fakat eninde sonunda Moore’un samimi ilgisini kazanmıştık. Moore yarışmaya girmeyecekti ama jüriye katılacaktı.

            O tarihlerde (Şubat 1957’de) 58 yaşında olan Henry Moore, geçmiş sürelerin ve kişisel gelişimin zorunlulukları açısından çeşitli stillerde eser vermiş, neticede daha çok abstre anlatımın zirvesine ulaşmıştı. Londra’nın 60 kilometre kuzeyindeki dededen kalma ahşap ve tek katlı villasını çeviren yemyeşil çayırlar, bu mütevazı yuvaya bir efsane havası da katıyordu. Moore’un atölyesine gitmek için bu yeşil halıları hayli çiğnemek lazımdı. Büyük sanatçı, sevdiği eserlerinin bir kısmını bu engin yeşilin ötesine berisine serpiştirmişti. Nihayet atölyeye de girmiş, değişik malzemeyle işlenmiş modern-figüratif yaratışlarla da karşılaşmıştık. Bunların arasında bronzdan figüratif ve ikili bir heykel duruyordu ki, onu uzun boylu seyretmekten kendimizi alamadık. Bu büyük eser, ince bir tevazu içinde insanlığın tarih öncesini canlandırıyordu, adı da “Kral ve Kraliçe” idi. Burada Moore, insanlığı kuran iki temel faktörün, yani kadın ile erkeğin destanını yazmış ve ancak böylesine bir hükümranlığın ilk yaratıkları olan kadına ve erkeğe “Kral” ve “Kraliçe” denmesi gerektiğini sanatında değerlendirmişti.

            Fatih ve Kanunî anıtlarının en ilgiye değer tarafı, şüphesiz Henry Moore gibi bir sanat büyüğüyle de karşılaşmamızdı. Biz bu önemli tanışmayı sırf kendi inisiyatifimizle de yapmamıştık. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde tanınmış sanatçı ve heykelcilerimizle konuyu bir arada incelemek, Henry Moore ile birlikte Batının tanınmış başka sanatçılarına da yönelmemizi gerektirmişti. Kendi sanatçılarımızın bu konudaki görüşlerini de şu şekilde özetlememiz mümkündü: “…Batıda güçlü ve bilgili sanatçıların çalışmalarını önleyen bir zümre vardı ki bunlara ‘akademikler’ denir. Halbuki sanatın asıl klasikleri, bu akademikler tarafından ezilen, gerçek bilgili ve güçlü olan, fakat göz önünde dolaşmaktan çekinen daha başka sanatçılardır. Resmî organları da elde etmiş olan akademikler, düpedüz kopyacı ve teferruatçı sanatçılardır ki bunlar zaaflarını meydana çıkaracak başarılı yaratıcıları ezmekte hayli ileri gidebilirler. Ama bunların foyaları meydana çıkmıştır, hele ikinci dünya savaşından sonra olduğu gibi ortaya çıkmış ve yerlerini ister istemez gerçek sanatçılara bırakmak zorunda kalmışlardır. Bunların arasında yer alan Henry Moore ve aslen Romanyalı Constantin Brancusi, aslen Rus Ossip Zadkin, aslen Hırvat Ivan Meštrović, Emil Gillioli, Robert Couturier, Alberto Giacometti, William Zorach ile Fatih ve Kanunî anıtları konusunda mutlaka tartışmak lazımdır.”

            Bu dikkate değer görüş, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel hocalarının ve özellikle kıymetli heykelcimiz Zühtü Müridoğlu’nun görüşüydü ki biz de aynen bu fikirdeydik, onun için de ilk olarak Londra’da Henry Moore ile bu önemli sorunu enine boyuna tartışmış ve verimli sonuca varmıştık. Meselâ bunlardan Yugoslavyalı ünlü heykelci Meštrović o tarihlerde henüz yaşıyordu ve Birleşik Amerika’nın Indiana Üniversitesi’nde kürsü işgal ediyordu. Meštrović, Fatih ve Kanunî anıtları için açılacak yarışmalara katılma isteğini yıllarca önce de açıklamıştı. Bu önemli sanatçının Neo-Rodinizm diye vasıflandırabileceğim eserlerini Yugoslavya’da yakından görmek fırsatını elde etmiştim. Nitekim onunla yeniden bağlantı kurmak hiç de güç olmadı. O zamanın New York Basın Ataşesi olan Nuri Eren ile yaptığım telefon konuşmasına, daha aynı akşam telefonla müspet cevap almış ve Meštrović’in yarışmalara katılacağı haberini memnunlukla öğrenmiştim. Hattâ Meštrović, bana gönderdiği 8 Kasım 1956 tarihli mektubunda aynen şöyle diyordu: “…Telefonla da bildirdiğim gibi, bu konuda açılacak milletlerarası sınırlı yarışmalara katılmaya hazırım… Kadirşinaslığınıza teşekkür ederim… Projenin gelişimi ile ilgili haberlerinizi beklerim…”. Meštrović’in bu mektubu, o zamanın Ankara’daki Yugoslavya Büyükelçisi’ni o kadar yakından ilgilendirmişti ki, ricası üzerine kendisine gönderdiğim mektubu, arka arkaya ısrarlı telefon ricalarıma rağmen ancak bir sene sonra ve güçlükle geri almaya muvaffak olabildim. Ne çare ki, aradan yıllar geçti, Meštrović öldü ve bizler Fatih ve Kanunî’nin anıt projelerine yeni hiçbir şey katamadık.

            Batıdaki temaslarımız yalnız sekiz sanatçıyla olmamış, bunların arasına bizler de 16 kişi daha katmıştık. Meselâ hiç unutamayacağım karşılaşmaları da burada anmak isterim; bu konuşmaları da bugünkü Batı sanatının çeşitli kuşaklarından olan şu ünlü sanatçılarla yapmayı başardım: Roma’da Giacomo Manzù, Emilio Greco, Mirko Basaldella; Milano’da Marino Marini; Polonya’da Gerhard Marks; Viyana’da Fritz Wortuba; Paris’te Jean Osouf, Huber Yencesse, René Collamarini; Londra’da Jacop Epstein; Batı Berlin’de Bernhard Heiliger, Karl Hartung, Dirkes, H. Uhlman; Münih’te Bernhard Bleeker, Wimmer, H. Kırchner; Zagrep’te Augustincich. Sayısı yirmiyi aşan tanınmış heykelcilerle yaptığım temaslar sonunda, jürinin kuruluşunu, sınırlı ve sınırsız millî ya da milletlerarası yarışmaların ne yolda yapılacağını açıklayan uzun raporumuzu zamanın idarecilerine aynı yıl vermiştik (1957).

            Henry Moore gibi ünlü bir heykelcinin çağımızda anıt yapma konusuna olan şüpheci davranışının yine de verimli sonuçlanması karşısında, diğer sanatçılarıon hemen hepsinin davranışı daha başlangıçta verimli olmuştu. Bunların arasında Paris’te tanıdığım büyük heykelci Ossip Zadkin ile Zagrep’te konuştuğum Meštrović’in öğrencisi Augustincich’in bana sonradan yazdıklarını ya da söylediklerini umutmama imkân yok. Aslen Rus olup ihtilâlden sonra Paris’e yerleşmiş olan Ossip Zadkin, Fatih ve Kanunî konuları etrafında bana aynı yıl gönderdiği mektupta şöyle diyordu: “…Bence Fatih Sultan Mehmet’in hatırasına anıt dikmek fikri, vatanlarının şan ve şerefine saygı besleyen devlet adamları için en isabetli bir karardır. Fatih’in hatırasını anıtla anmak demek, tarih boyunca ve halk efsaneleri yoluyla kuşaklara mal olmuş olayları elle tutulur hale getirmek demektir. Heykel demek, herhangi bir fikrin, tarihsel bir olayın kristalleşmiş şekli demektir; bu türlü fikirleri ve olayları şekiller, çizgiler, profiller ve hacimler ile özetlemeye çalışmak, onlara zaman içinde de sonsuzluk vermek demektir… Fatih Sultan Mehmet’in parlak ve orijinal kişiliği, zekâsı ve kahramanlığı, yalnız zamanının Yakın Doğu jeopolitiğini altüst etmekle kalmamış, aynı zamanda devrinin aydınlar dünyasını, şairlerini, heykelcilerini bile etkilemiştir. Bu derece olağanüstü bir kişiliğin hatıralarını anmaya yarayacak bir anıtın dikilmesi fikrinin, milletlerarası yarışmaya yol açması kadar tabii bir şey olamaz. Onun içindir ki, aynı sebep beni de bu yarışmaya katılmaya itiyor.”

            Günümüzün tanınmış Yugoslav heykelcisi Augustincich’e gelince, özellikle Kanunî Sultan Süleyman’a hayranlık duyduğunu belirten bu sanatçı da, Fatih ve Kanunî için açılacak milletlerarası sınırlı anıt yarışmalarına girmekten şeref duyacağını söylemiş ve “…Bu yarışmaya neden girmeyelim… Biz de bir süre o eski imparatorluğun çocukları değil miydik?” diyecek kadar samimi olmaktan çekinmemişti.

            Anıt konusunda kendileriyle temas etmek istediğim büyük sanatçılar arasında yalnız İsveçli Carl Milles, Avrupa’ya hareketimizden önce öldüğü için programımızda değişiklik yapmak zorunda kalınmış, ünlü Fransız sanatçısı Marcel Gimond’un kalp krizi geçirmekte olması randevunun iptalini gerektirmiş, o sıralarda hasta olan aslen Romanyalı Brancusi’nin vefatı haberi de yurda dönerken Roma’da üzüntüyle öğrenilmişti.

            Hazırlıklar tamamlanmış, temaslar yapılmış, tartışmalar olup bitmiş, sonuçlar alınmış, hattâ uzun bir de rapor sunulmuştu; fakat aradan sekiz yıl da geçtiği halde, bizler, her seferinde olduğu gibi, yine o ilk başladığımız yere gelmiş bulunuyoruz! Acaba bugünlerde olsun İstanbul için dört başı mamur bir Fatih anıtının gerçekleştirilmesi yerinde bir hareket olmaz mı?