Fatih döneminin bilim ve sanat alanındaki üstünlüğünü göstermeye çalışan Osmanlı kaynaklarıyla bazı Bizans ve İtalyan kaynakları, bu üstünlüğün nedenini her şeyden önce Fatih’in nefsinde toplanan meziyetlere bağlamışlar, ancak bu yolca araştırmalar yapmış olan yazarlarından bazıları, Fatih reformundan önceki yıllarda yapılan hazırlayıcı hamlelere her nedense inanmak istememişlerdir. Oysa Malazkirt meydan savaşının sonuçları, Selçuklu medeniyetinin kaderi bakımından ne derece hayati bir rol oynamış ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk olarak Söğüt’te başlayan bir hareketle bağımsız devlet olma yeteneğini göstermiş olması da, Fatih dönemiyle son bulan yüz elli yıllık dönüşümün, sağlam bir programlaşma esası üzerinde olgunlaşmasına neden olmuştur.
Gerçekten de altı değişik saltanata tanık olan bu bir buçuk yüzyıllık dönem içinde, her adım, bir sonraki adımın lehine atılmış, var oluşun en uygun bir şekilde korunması kararlılığıyla yapılmış olan her genişleme hareketi, İmparatorluğun düşünsel ve siyasal gelişimine yönelik yeni bir hamle olmuştur. Bu nedenle, Fatih’ten önceki İstanbul kuşatmalarının nedenini II. Murat’ın ganimet hevesine yormaya imkân olmadığı gibi, Fatih’in doğum yılı olan 1432'de Selanik’in son ve kesin olarak Osmanlı Devleti sınırları içine alınmış olması durumunu da herhangi bir tesadüfe bağlamaya imkân yoktur. Nitekim İstanbul’un ilk kuşatmaları, Fatih’in henüz çok gençken hayal ettiği “imparatorluk” kavramının, bir zamanlar II. Murat’ın da kafasını işgal etmiş olan ilk şekliydi. Hattâ Selanik’in ikinci defa olarak ısrarla zaptedilmiş olması, siyasi bütünlüğü sağlamak yolunda Bizans’ın bütünüyle istilasını gerektiren girişimlerin ilki olmaktan başka bir şey değildi. O halde yaradılıştan yumuşak mizaçlı olan II. Murat’ın, siyasi amaçlarla yapılan genişleme faaliyetinde, Fatih gibi kabına sığamayan bir hükümdara önderlik etmiş olmasına bakılırsa, İmparatorluğun her alanda eriştiği gelişimin, babadan evlada geçen sistemli bir planla meydana gelmiş olduğu anlaşılır. Gözleri önünde gelişmekte olan olayların içyüzünü kolaylıkla tahlil edemeyen bazı Bizans aydınları yanında, birtakım tarihçilerin olayları tam bir açıklıkla kavrayabilmiş olmaları, bütün bu işlerin gelecekle ilgili bir hazırlıktan başka bir şey olmadığını açıkça gösterir.(1)
Öte yandan, II. Murat ile II. Mehmet arasında hissedilir derecede güçlü bir mizaç farkı olmasına rağmen, istila edilen ülkelerin vakit kaybetmeden imar görmesi, yerli halka ait mülkiyet haklarının eksiksiz tanınması, ilhak edilen memleketlere, imar ve yenileme suretiyle, o zamana kadar görülmemiş güzellikteki şehirciliğin sağlanmış olması gibi durumlar, baba ile oğlun, ancak devlet işlerinde gerçek bir mizaç bütünlüğüne varmış olduklarını açık olarak göstermeye yeter. Gerçekten de 1430 yılı Eylül ayının 4’üncü günü, II. Murat ile Silvestro Marosini arasında Gelibolu’da yapılan barış antlaşması gereğince İmparatorluğa ilhak edilmiş olan Selanik’in, fetihten sonra yavaş yavaş kendine gelmesi ve özel emlakin sahiplerine verilmesi sırasında, kilise ve manastır gibi kamu binalarının da gelirleriyle birlikte halka iade edilmiş olması türünden olaylara(2), Fatih’in İstanbul’u zaptından sonra yaptığı işler arasında sık sık rastlanılır. Hattâ şehir halkına ait eşya ve emlakin geri verilmesiyle beraber, ilhak edilen yerlere, II. Murat’ın bizzat yaptırmış olduğu cami, darüşşifa, mektep, tekke, imaret, kervansaray gibi dinî ve yarı dinî nitelikteki kurumlar da gösteriyor ki, bütün bu işler, sistemli bir yerleşme ve olgunlaşma düşüncesinden başka bir şey değildir, çünkü Bizanslı aydın Johannis Seylitzae’nin söylediği gibi, “Türkler tesadüfi yağmacılar olarak değil, işgal ettikleri bölgelerin gerçek sahibi olarak bu yerlere girdiler”.(3)
Öte yandan şurası da kesindir ki, II. Murat ile başlayan yenileme faaliyeti, bu hükümdarın çok uzun süren saltanat yılları içinde(4) bir hayli gelişmiş, fakat daha çok Fatih devrinde geniş ölçüde bir reformla sonuçlanmıştır, çünkü elde bulunan Osmanlı ve Batı kaynaklarının incelenmesinden anlaşılacağı gibi, “Fatih, her şeyi yok etmek ve sırf şeytanın eserinden başka bir şey olmayan yıkıntıları arkada bırakmakla kendine şöhret sağlamak istemiyordu; o, daha çok, her şeyi sistemli olarak yeniden kurmak ve devamlı bir eser yaratmak istiyordu… Zaten hükümranlık şerefine hakkıyla layık bulunan, ancak kapsamlı bir plan, sıkı ve tükenmez bir çalışma, kesin karar ânında bile güven veren bir huzur, insan kudretinden yerinde yararlanma, kan akıtmama, yepyeni bir şekil içinde ahenkli bir devlet kurma sayesinde tasarıdan gerçeğe dönüşmesi mümkün olan böyle bir eseri meydana getirebilecek tek insan idi”.(5) Bu nedenle, babasından aldığı terbiye gereği, İmparatorluk sınırları içinde esaslı bir reforma başlayan Fatih’in, 1453 yılını izleyen yıllarda, İstanbul’un imarı işlerine özellikle önem vermiş olması, Haçlı seferlerinin neden olduğu Latin istilalarıyla harabeye dönmüş olan şehrin(6), az zamanda dünyanın birinci sınıf şehirleri arasına katılmasına neden olmuştur.
Fatih’in yeniden kurmaya karar verdiği İstanbul’un(7) fetihten önceki İstanbul’a benzemeyeceği kesindi. Tanınmış tarihçilerden bir çoğunun söylediği gibi, Bizans’ın son kalesi olan Konstantinopolis’in düşmesinden sonra, Doğu İmparatorluğu harabeleri üzerine kurulacak olan İstanbul’un kendini büsbütün başka bir çehre ile göstermesi gerekiyordu. Ancak bu yolda bir zorunluluk, her şeyden önce iki önemli etkenden meydana geliyordu. Bunlardan birincisi, on yüzyıl süren ihtişamlı olduğu kadar da yıpratıcı bir hayattan sonra, geçmiş devirlerin zafer dolu günlerini talihsiz Paleologlar elinde büsbütün unutmuş olan yaşlı bir Hıristiyan İmparatorluğunun, yerini ancak 4 yüzyıla yakın bir zaman kendisine komşuluk etmiş bulunan genç bir Müslüman İmparatorluğuna terk etmesidir. İkinci etken ise, Doğu Roma İmparatorluğu’nun adeta tek varisi sayılması gereken Osmanlı Devleti’nin, yepyeni bir dünya görüşüyle donanmış olarak yaşlı Bizans’ın varisi olmasıdır. İşte yine bu iki etkenden birincisi, Bizans’ın başkenti olan Konstantinopolis’e Helenizm’den beri değiştirdiği çehrelerin hiçbirine benzemeyen dördüncü çehreyi de sağlamış, bir zamanlar “Byzantion” ve “Konstantinopolis” adlarıyla anılmış olan bu önemli şehre, Fatih’le beraber İslami bir çehrenin verilmiş olmasını da gerektirmiştir ki birbirini kovalayan bu zorunlu dönüşümlerin en önemlisi, yüzyıllar boyunca, önce putperest, sonra da Hıristiyan kalmış olan bir şehrin, yüz yıldan daha az bir zaman içinde tamamiyle Türkleşmesi, İslamlaşmış olması durumudur.(8)
Yukarıda sözü edilen ikinci etken, yani Türklerin yepyeni bir dünya görüşüyle Bizans ülkelerine el koymuş olmaları ise, Doğu Roma İmparatorluğu’nun son yıllarını dayanılmaz bir hale sokmuş olan din kavgaları yerine, geniş ölçüde bir fikir hürriyetinin geçerli olmasını alabildiğine kolaylaştırmıştır.(9) Oysa “Byzantion, Konstantinopolis, Istanbul” adlı eserinde Bizans başkentinin, Ortaçağın sonlarına tesadüf eden Haçlı Seferleri yüzünden tekrar Batı etkisine girmeye başlamış olduğunu söyleyen Robert Mayer, Osmanlı istilasından sonra şehrin yeniden Doğu etkisine maruz kalmaya başladığını da belirttikten sonra, sözlerine şöyle devam etmektedir: “İslamiyetin olduğu kadar İslam kültürünün de fazla miktarda Antik, Helenistik ve Hıristiyan şekilleri içermesinden dolayı (Franz Babinger, Der Islam in Kleinasien – Der Islam im Rahmen einer allgemeinen Kültürgeschichte; Karl Dietrich – Cristlich-Orientalisches Kulturgut der Türken), bu suretle meydana gelmiş olan yeni bünye, İstanbul şehri için pek o kadar yabancı bir bünye değildi. Bu durum, şehre büsbütün yeni bir içerik vermemiş, aksine Doğuya özgü bir yapı ile, yine Doğuya özgü Devlet, Kültür ve Hayat şekilleri şehre yeniden nüfuz etmiş ve bütün bu unsurlar varlıklarını en son zamanlara kadar korumuşlardır. Şehrin son zamanlarda Avrupalılaşması durumuysa sırf bu yüzden mümkün olabilmiştir. İşte onun için İstanbul, içerdiği bütün şekillerle iki ayrı kültürü temsil edebilen bir şehre örnek olmuştur.”(10)
Görülüyor ki bugünün gerektirdiği reformun kökünü bile Yunan, Roma ve Hıristiyan kültürü içinde ele alan Robert Mayer, yukarıda parantez içinde isimlerini ve eserlerini belirttiği öteki Batılı bilginler gibi, İstanbul’a ilk önce Fatih çapında bir reformcu eliyle verilmiş olan yepyeni bir düzeni, haklı olarak yine o eski kültür bütünlüğü içinde görmek istemiştir. Her uygarlığın kendinden önceki uygarlığın etkisi altında kalacağı tabii olmakla birlikte, eski Bizans’a ilk olarak Fatih döneminde etkili olmaya başlamış olan Yeni Düzen’in, Robert Mayer’in de söylediği gibi, Doğuya, daha doğrusu Türk Kültürü’ne özgü bir özellikle meydana çıkması ve kendini yine bu özellikle, daha eski kültürlerden az çok ayırt ettirmesi gerekeceğine kesin gözüyle bakılır. Onun içindir ki taze ve enerjik bir bünyeye sahip olmaklta birlikte, yaşlı Bizans’a uyguladığı reformda, eski ve ortak kültürün kaymak tabakasıyla bağlantı aramış olan Fatih, Hammer’in sandığı gibi, Byzantion’un putperestlik döneminden kalma muhteşem mabetlerini, yahut Konstantinopolis’in zengin kiliselerini tahrip etmek suretiyle yeni bir İstanbul kurmamış(11), tam tersine, tarafsız tarihçi Zinkeisen’in söylediği gibi, fetihten sonra, İstanbul’un büsbütün başka prensiplere göre imarı işi, Sultan Mehmet’in kafasını sürekli meşgul eden ilk ve önemli bir konu olmuştur. Gerçekten de bu konuyu iki bakımdan düşünmek de mümkündür: maddi bakımdan ve moral-politika bakımından. “Özellikle Osmanlı Sultanlarının, saraylarını, birbiri ardına kurmakla sorumlu oldukları o muhteşem Bizans İmparatorluğu harabeleri arasında, yepyeni bir hayatın başlaması, ve eskiyle yeninin yardımını sağlayarak, gelecek için gerekli olan büsbütün başka bir düzenin temelinin atılması gerekiyordu.”(12) Nitekim Fatih, Hammer’in sızlanırcasına ima etmek istediği gibi (Bkz. Dipnot 11), var olanı yıkarak değil, Zinkeisen’in söylediği gibi, var olanı korumak, yeniden eser meydana getirmek ve yıkıntılar üzerine şehir kurmak suretiyle İstanbul’u imara başlamıştı; sağlam binaları aynen korudu; yüzyılların tahrip ettiği binaların yerine yeni binalar kurdu. Robert Mayer’e göre, Fatih döneminde çok iyi korunmuş olmakla birlikte, daha sonraki yüzyılların tahribatından kurtulamamış olan ve “İstanbul’un anıtsal bina yapmak konusundaki mimarlık faaliyetine bugün bile tanıklık eden eserleri halen oldukça hazin ve elem verici bir manzara göstermektedir… Bu arada ancak birkaç kilise kullanılabilir bir haldedir ki, bunlardan çoğu, vaktiyle sırf camiye çevrilmiş oldukları için harabe olmaktan kurtulmuşlardır; tıpkı Küçük Ayasofya ve Kariye camileri gibi…”.(13)
Demek oluyor ki, fethi izleyen yıllar içinde, şehrin yüksek tepelerine oturtulmuş olan cami, medrese, imaret, darüşşifa v.s. türünden dinî ve sosyal anıtlarla gerçek bir İslam şehri halini almaya başlamış olan İstanbul(14), ilk olarak Fatih’le beraber son yüzyılların yıkıcı etkisinden kurtulmuş ve az bir zaman içinde Türk şehirciliğinin en güzel örneği olabilecek bir şehir haline gelmiştir. Fatih döneminde dünyanın başkentleri arasına katılmış olan İstanbul’u, bizlere o zamanki haliyle tanıtabilecek bir plan vardır ki, 16. yüzyılın ilk yarısında Venedik’te basılmış olduğu tahmin edilen bu gravür, Vavassore adlı bir kişiye atfedilmektedir.(15) Bu resmin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi, şehrin imarı o zamanki araç ve imkânlara göre gerçekten kolay olmamıştır. Fatih’le beraber, İstanbul’un yüksek tepelerine oturtulması gerçekleştirilmiş olan Salatin Camileri ve bunların uyduları değerinde olan dinî ve yarı dinî nitelikteki binalarla özel ikametgâhlar, her ne kadar şehre eşsiz bir güzellik vermişse de, daha kuşatmadan önce şehri terk etmiş olan sanat ve bilim adamlarının fetihten sonra geri çağrılmaları, İstanbul’un alınmasından sonra yapılan fetihlerle ele geçirilen yerler halkından seçilen uzman kişilerin de şehrin imarında yararlanılmak üzere İstanbul ve civarına iskân edilmeleri, tahmin edileceği gibi kolay olmamıştır.
Elde bulunan tarihî belgelerle çeşitli kaynaklar arasında, Fatih’in İstanbul’u imar için harcadığı çabayı belirtmeye çalışan eserler mevcut olmakla birlikte, Topkapı Sarayı’nın Yunanca yazmaları arasında tek başına bir değer olduğu anlaşılan Kristovulos Tarihi (Tarih-i-Sultan Mehemmed-i-Han-i-Sani)(16), Fatih’in yapıcılık zihniyetini gösteren eserlerin en başında gelmektedir. Nitekim tanınmış Bizans tarihçisi Krumbacher tarafından, eski Bizans’ın belli başlı tarihçilerinden Chalcocondilas, Dukas ve Phrantzes’i tamamlayacak şekilde gösterildiği gibi, bir Türk sultanının tarihini, hem de eski Yunan tarihçisi Thukydides’e özgü bir üslûpla yazmış olmasından dolayı ikiyüzlülükle da suçlanmış olan Kritovulos, Diessmann’a göre, Topkapı Sarayı Yunanca yazmaları arasında “unikum” diye nitelendirilen eserinde, hiçbir zaman ikiyüzlülük yapmamış, tam tersine olayların bilindiği şekliyle gerçekleşmesini, Bizans’ın son yıllarındaki kayıtsızlığı ve ihmalinde aramıştır. Hattâ Kritovulos, kitabının bazı yerlerinde, Bizans’ın uğradığı felaketten yana yakıla bahsettikten başka, memleketin yeni sahibi olan Türkler için gerektiğinde sitemli cümleler kullanmakta da tereddüt etmemiştir. Öte yandan bütün bu görüşler, tarihçinin Fatih’e olan hayranlığını önleyememektedir. Bundan dolayı, Deissmann, Krumbacher’i, Kritovulos’un kitabının “tarihî değerini gereğince gösterememiş” olmakla suçlamaktadır (Bkz. Dipnot 16).
Fatih’le beraber, hem eski devirlerdeki ihtişamına, hem de yepyeni bir güzelliğe kavuşmuş bulunan İstanbul’un gelişmesine hiç şüphe yok ki hükümdarın sanat ve arkeoloji merakı büsbütün yardım etmişti. O kadar ki, Fatih’in o zamanlar henüz pek yeni bir bilim sayılan arkeolojiye olan ilgisi, İstanbul’un Helenizm döneminden kalma birkaç eseri de dahil olmak üzere bazı anıtlarını zamanımıza kadar sağlam olarak devretmiş, hattâ hükümdarın yine aynı sevgi ve ilgisinden doğan bir faaliyetle İstanbul’da birçok büyük ve değerli binaların inşasına hızla başlanmıştı.(17) 1467 yılına kadar geçen olayları bizzat görmüş, yani Fatih döneminin ilk on yedi yılını bizzat yaşamış olan Kritovulos, henüz çok genç yaşta bulunan hükümdarın yalnız imar faaliyetine tanık olmakla kalmamış, aynı zamanda İstanbul’da Fatih’le beraber oluşmaya başlayan Türk bilim hayatının ne yolda düzenlenmiş olduğunu da yakından gözlemlemişti.
Günün önemli olaylarını yazmakla yükümlü olan Osmanlı vakanüvislerinde, yaşadıkları devrin bilim ve sanat etkinliklerini gösteren bilgiye pek o kadar rastlanmadığına göre, Fatih dönemindeki bilim hareketlerinin özelliklerini daha sonraki dönemlerde kaleme alınmış olan bazı Türkçe yazmalardan incelemek mümkündür. Abdülhak Adnan Adıvar’ın 1943 yılında yayımladığı “Osmanlı Türklerinde İlim” adlı eserde belirttiği gibi (S.16), Fatih dönemine kadar pozitif bilime yer verilmemesi, yüz elli yıllık bir varlığın fikir hareketlerini en çok kelam, mantık, fıkıh gibi İslami bilimlere yöneltmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli dönemlerine ait fikir faaliyetini göstermek amacıyla kaleme alınmış olan eserlerin hemen hepsi(18), bilim adamlarının ve şeyhlerin özgeçmişleri ile bunların temsil ettikleri şer’i ve felsefi düşüncelerin açıklanmasıyla sınırlı kalmıştır. Onun içindir ki, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde pozitif bilimlere başlangıç olan Fatih dönemindeki fikir hareketlerini ve bizzat Fatih gibi bir hükümdarın edebiyata, felsefeye, tarihe gösterdiği yakın ilgiyi coğrafya ve arkeoloji türünden dallara da göstermesinin, Osmanlı kaynaklarının dışında Bizans ve İtalyan kaynaklarından de incelenmesi gereklidir.
Yirmi bir yaşına henüz ulaşmış olan tecrübesiz bir hükümdara, İstanbul’u ele geçirmek için giriştiği büyük girişime bakıp da sırf cihangirlik atfetmek şüphesiz doğru olmaz. Her ne kadar Fatih dönemini yaşamış ya da bu dönemi daha sonraki yüzyıllarda saptamaya çalışmış olan tarihçilerin, bu konuyu çok kere tarafsız bir tarihçi gözüyle ele alamamış olmaları, Fatih’in öz benliğini açığa vurmaktan çok uzak analiz ve yargılara yol açmış ise de, belgelere dayandırmak suretiyle tarih yazma biliminin gitgide sistemleşmesi, Hammer gibi, pek o kadar tarafsız kalmayan, bağnaz Hıristiyan tarihçileri bile, Fatih döneminde başlayan bilim hareketlerini açıklamaktan uzak tutamamıştır. Bu nedenle Hammer’in ne de olsa ironik bir eda içinde geçen itiraflarına(19), Berlin Üniversitesi’nin eski rektörü, tanınmış tarihçi Profesör Adolf Deissmann’ın ifadesi, yerinde bir tezat oluşturmaktadır.(20) Nitekim Hammer’in, Yunan, Roma ve Bizans kültürünün mahvolması pahasına tasdik etmek zorunda kaldığı “Fatih reformu”nu eksiksiz kabul eden Deissmann, Fatih’i Doğudaki antik bilimlerin tek hamisi olarak tanıdıktan başka, ayrıca Doğu ve Batı uluslarının ortak koruyucusu olarak da tanıyor ve şöyle diyor: “Şimdi, Bu Doğu-Batı-Adamı’nın[Bkz. Dipnot 21] düşünsel durumunu da ayrıca gözden geçirelim. Bu durumun içyüzü, belki de Fatih’in etrafına toplamış olduğu bilim ve sanat adamlarından oluşan geniş bir kitlede kendini en açık bir şekilde hissettirir ve Saray ile buraya pek yakın bulunan Aya Sofya’daki [kütüphanesindeki] eserler ise, kendisinin düşünsel yeteneğine ve kendi kütüphanesinin kuruluş aşamalarına ait bazı önemli noktaları bizlere yaklaştırmaya yeter”.(21)
Öte yandan, tanınmış Türkolog Carl Brockelmann’ın 1939 yılında yayımladığı “İslam Milletleri ve İslam Devletleri Tarihi” adlı eserinde, Fatih’in kendi memleketi dışındaki kültür hareketlerine gösterdiği yakın alakaya -örnek göstererek- değinmesi de gösteriyor ki(22), tarihçi Deissmann’ın Fatih’i uluslararası bir bilim koruyucusu olarak tanıması, yerinde bir değerbilirlikten başka bir şey değildir. Brockelmann’ın, bu konuda dayandığı belge veya kaynakları belirtmeyerek değindiği söz konusu kitap siparişini, elde bulunan başka bir belge tamamen doğrulamaktadır. Fatih’in Büyük Veziri Mahmut Paşa tarafından 1467 yılında Ragusa (Dubrovnik) Cumhurbaşkanına hitaben Sırp-Hırvat dilinde(23) yazılmış olup, Sultan’ın istediği kitaplarla sanat eserlerinin bir an önce gönderilmesi için kaleme alınmış bulunan bir mektup, Dr. Truhelka tarafından Ragusa arşivinde bulunmuş ve ilk olarak Saraybosna’da çıkarılmakta bulunan “Glasnik zemaljskog Museja u Bosni i Hercegovini” adlı dergide, 1911 yılında yayımlanmıştır.(24) Büyük Vezir Mahmut Paşa’nın bu mektubunun(25) satır usulüyle Almancaya yapılmış olan tercümesinin Türkçeye çevrilmiş şekli, şu cümleleri içermektedir:
“El Ekrem
Adli
Mahmut
Paşa’dan ve Büyük Vesir’den ve Rumeli Beylerbeyi’nden gönderilmiştir.
Ragusalıların asilzadelerine ve bütün Ragusalılara, Mahmut Paşa’dan ve benim hakimi olduğum yerlerden selam ola. Zat-ı-asilaneleri şunu da bilmiş olalar ki, deniz tarikiyle göndermiş olduğunuz üç tıp kitabından dolayı, zat-ı-asilanelerine çok teşekkür ederiz ve öteki kitapları da gönderirseniz, o kitaplar ki Lo Marcilio sopra lop o eb kuarto Tedeus Citilis adlarıyla anılmaktadırlar, bu kitapları bulursanız gönderiniz. Aynı zamanda Jacilice Vitichi’nin bakırını ve gümüşünü ve altınını arayınız, zira bunları Kayzer çok istiyor, onun için acele ediniz ki, bunlar çabuk ele geçirilmiş olsunlar, bunların bedelini ödeyeceğiz. Ve sizlere nice nice yıllar.
Nisan ayı, 15inci gün
Sazlıdere”
Cevad Memduh ALTAR
(1) Selanik’in II. Murat tarafından zaptı konusunda, zamanının Bizans tarihçisi Johannes Anagnosta’nın üzüntüsünden bahseden J.W.Zinkeisen, sözlerine şöyle devam etmektedir: “Burada verilen örneklerin bazılarından da anlaşılacağı gibi, o [II. Murat], şehre [Selanik’e] eski parlaklığını ve kaybolan refahı iade edebilmek ve burasını günün birinde Avrupa’nın Doğu ile olan ticaretinin bir başşehri haline sokabilmek için, bütün gayret ve dirayetiyle çalışıyordu. Fakat bu işin olabilmesi, Selanik’in bir Hıristiyan şehri olarak kalmayıp, bir Osmanlı şehri olmasıyla, hattâ yıkılmaya mahkûm Kaiser tahtının zayıf bir mesnedi olmasıyla değil de, Avrupa’da bütün tazeliğiyle gelişmekte olan Osmanlı devletinin temel direklerinden biri haline gelmesiyle mümkündü. İşte, sofu mizaçlı Johannes Anagnosta’nın bunları anlamasına elbette imkân yoktu; o, anavatanının maruz kaldığı felaketten dolayı üzüntüyle, barbarların elinde yeni bir gelişime doğru yükselir görünmektense, ateş, su ya da deprem gibi unsurların tahribatıyla mahvolmuş görmeyi tercih etmektedir (Anagosta: K.21, S.525). Buna karşılık, basiretli Dukas, geleceğe daha başka gözlerle bakabiliyordu. Ona göre Selanik’in düşmesi, insan ömründen daha az bir zaman içinde İmparatorluğun başşehrine çökecek olan uğursuzluğun bir kanıtı, hattâ İstanbul’un zaptı ve Bizans Devleti’nin çöküşü gibi önüne geçilemeyecek olan olayların öncesi olan bir olaydı (Dukas: ‘.112) (J.W.Zinkeisen: Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa, C.I, B.8, S.568).
(2) Selanikli tarihçi sofu Johannes Anagosta, bu beklenmedik mutluluktan kitabında heyecanla bahsetmektedir (Anagosta: Selanik’in Zaptı Tarihi; Corpus scriptum Historiae, Bonnae 1838, S.522).
(3) Vasiliev, A.A.: Bizans İmparatorluğu Tarihi (Türkçeye tercümesi: Arif Müfit Mansel, Ankara Maarif Matbaası 1943, C:ı, S.452).
(4) Doğumu: 1403 (H. 806), cülusu: 1421 (H. 824), tahttan ilk olarak inişi: 1431 (H. 847)., tekrar tahta çıkışı: 1444 (H. 848). Varna savaşlarından sonra (1444) ikinci defa olarak tahttan çekilmiştir: birkaç ay sonra üçüncü defa olarak tahta çıkmış ve ölümü tarihi olan 1451 (H. 855) yılına kadar hükümdarlık etmiştir. (Hammer: Geschichte des Osmanischen Reiches, İkinci basım, 1840, S.311).
(5) Jorga, N.: Geschichte des Osmanischen Reiches, 1903, C.II, S.4.
(6) Robert Mayer, 1943 yılında yayımlamış olduğu bir eserde şöyle demektedir: “…Türk fatihlerin Hıristiyan şehri olan İstanbul’dan ele geçirdikleri şey, aslında bir sürü harabeden başak bir şey değildi, nitekim bu harabeler, tekrar tekrar şehrin başından geçmiş olan kuşatma ve istiladan doğan tahribatın bıraktığı izlerdi. Bu arada İstanbul gibi muhteşem bir şehrin bütün hazineleriyle sanat eserlerini şüphesiz en feci bir şekilde tahrip edenler, 4. Haçlı Seferlerinin başında bulunan şövalyelerdi. Bundan başka, azize resimlerine hürmet edilip edilmemesi konusunun doğurduğu ve yüzyıllarca sürmüş olan Tasvir Mücadelesi de (İkonoklastlar kavgası) eski eserlerin bir çoğunu harabeye çevirmiş ya da büsbütün ortadan kaldırmıştır…”. (Robert Mayer: Byzantion, Konstantinopolis, İstanbul, S.128)
(7) Çeşitli adlarla anılan İstanbul’a fetihten sonra, Müslümanlarla dolu bir şehir olduğunu ima etmek üzere “İslambol” adının verildiği ve bu adın zamanla “İstanbul” şeklinde kullanılmış olduğu doğru değildir. Osmanlı tarihçilerinin yazılarında, bu şehrin hem Konstantiniyye, hem de İstanbul adıyla anıldığı görülür. İhtifalci Mehmet Ziya merhum, İstanbul ve Boğaziçi hakkında yazdığı kitapta şöyle demektedir: “Konstantin namı, Bizanslılarda, Latinler zamanında ve Avrupa’nın sair Hıristiyan milletleri nezdinde de unutulmadı, Türklerle, Asya ve Afrika milletleri, bu beldeyi halen bu namla yad ederler, hepsi İstanbul derler; bu kelime “eis tin polis ” tabirinden gelmektedir ki o zamanlar İstanbul civarında oturan Rumlar, İstanbul’a gelirlerken “Nereye gidiyorsunuz?” diye soranlara “istin polis” yani “şehre” cevabını verirlerdi. İşte İstanbul adı bundan gelmiş gibi görünüyor. Bizanslılar bu şehre Vizantion, Bizantion, yeni Roma anlamında olan Nuova Roma ve Konstantinopolis de derlerdi. Biz bu şehr-i dilaraya İslambol, İstanbul, Derseadet, Deraliyye, Asitane-i Aliyye deriz. 1103, 115, 1171 tarihlerinde basılmış Osmanlı sikkelerinde “İstambol” tabiri vardır. Sonraları Araplar, İstanbul’a Konstantaniyye, Füruk (Asya ile Avrupa’yı ayırdığı için “fark”tan Füruk adını vermişlerdi) demişlerdir. Şemsettin Sami’nin Türk kamusunda da İstanbul kelimesinin Rumca “şehre” anlamına gelen kelimeden alınmış olduğu yazılıdır.
(8) “…Bursa, Edirne ve İstanbul gibi şehirler, Türk-İslam mimarlığının geliştiği ana şehirlerdir ki bu mimarlık 16. Yüzyılda Mimar Sinan eliyle doruğa ulaşmıştır…” (Robert Mayer: Byzantion, Konstinopolis, Istanbul, S.123)
(9) İstanbul’un fethinden bir süre sonra, Batıda eserleriyle tanınmış olan Bizanslı bilim adamı Genadios II (1400-1468) bizzat Fatih’in Patrik tahtına oturması (1453-1459), hattâ Genadios ile Hıristiyan inanışları üzerine dikkate değer tartışmalar yapmış olması, söz konusu fikir hürriyetinin açık bir delilidir. Öte yandan Genadios II’nin Patrik yapılması durumu, Bizans’ı yüzyıllar boyunca bir hayli sarsmış olan Roma Katolik Kilisesi’yle birleşme davasına da son vermiştir (Bizans teologlarıyla Papalık delegelerinin en son toplantıları 1439’da Floransa’da olmuş ve toplantıya Bizans İmparatoru Johannes Paleologos VIII, maiyetinde Trabzonlu Yorgi Amiruçi ve Kardinal Bessarion gibi bilginler de olduğu halde katılmıştır). Başlangıçta her iki kilisenin birleşmesinden yana görünen Genadios’un, daha sonra amansız bir Katolik düşmanı kesilmesi, o zaman İstanbul için tek tehlike olan İtalyan ve bilhassa Venedik nüfuzunun hızla bertaraf edilmesini de sağlamıştır. Yalnız bu durum bile, Fatih’in siyasetteki üstün görüşüne tanıklık etmeye yeter.
(10) Robert Mayer: Byzantion, Konstantinopolis, Istanbul, S.256.
(11) Hammer, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi’nin Fatih döneminde Topkapı Sarayı’nın inşasını anlatırken şöyle diyor: “Savaşsız geçen birkaç yıl, Karaman Beyi ile İskender Bey’in ölümünden sonra, yenilmez Fatih’in birbirini kovalayan zaferlerine de son vermiş ve artık tarih, savaşa maruz kalmış ülkelerden, zaptedilmiş şehirlerden, boğazlanmış savunmacılardan söz etmeyerek, kısmen donanmaya ait teçhizatın sağlanmasından, kısmen de Yeni saray’ın inşasından söz etmeye başlamıştır. Eski Bizans’ın Akropol tepesine, yani üzerinde Bizans İmparatorlarına mahsus saraylarla, dünyaya inmiş ilahe Pallas,’a, Posidon’a, Dionisos ile Zeus’a, şehri ilk olarak zapteden tanrıya, elbisesi üç kırmalı Hekate ile ışık getiren Proserpina’ya, Hıristiyansever kayzerler zamanında yapılmış olan Demetrios ile Minos’a, Theodor Sergios ile Bachos’a ve Mukaddes Bakire ile yol gösteren Kadın’a ait mabetlerin, büyük kapılı Chalka Sarayı’nın, ön-karakolun, yedi kubbeli hassa karakolunun, Tripeto hazinesi ile hisar saatini de içeren Lausus yemekhanelerinin, imparatorun on dokuz masa arkadaşına mahsus yemek salonunun, tahtı ve hisar kilisesini içeren altın yaldızlı salonun, Delfi yemekhanesi ile yumurta şeklindeki ve ay şeklindeki üç, yedi istridyeli, tek kapılı ve beş odalı yemekhanelerin ve nihayet içinde imparatoriçenin doğurduğu ve imparatorun erguvani kumaşlar içine doğduğu Porfir salonunun yükseldiği yerde, Hicretin sekiz yüz yetmiş iki yılında, Yeni Saray ile Bab-ı Hümayun’un inşaatı bitirilmişti…”. (Hammer: Geschichte des Osmanischen Reiches, 1840, C:I, S.493.)
(12) J.W. Zinkeisen: Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa, 1854, C:II, S.3.
(13) Robert Mayer: Byzantion, Konstantinopolis, Istanbul, S.127.<