Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

E.T.A. HOFFMANN VE GLUCK

Sayın dinleyenlerim, bu sabah “Nasıl heyecanlanıyorlardı?” adlı konuşmamıza başlamadan önce geçmiş dönemlerin önemli eserlerinden birini, meselâ Mozart’ın “Sihirli Flüt” operasının uvertürünü konumuza bir önsöz olarak ele alıp baştan aşağıya dinleyelim, sonra görüşmeye devam edelim. (Mozart, Sihirli Flüt uvertürü, şef: Fritz Lehmann, Berlin Filarmoni Orkestrası)

Bu dinlediğimiz opera eseri, yani üstat Mozart’ın “Sihirli Flüt” operasının uvertürü de gösteriyor ki öz sanat her zaman için sanattır, her zaman için aynı zevkle gözden geçirilebilir. Fakat bu işlerin yaratıldığı dönemlerde duyulan heyecan dönem dönem değişebilir.

Yüzyıllar arasında geçen iki yüzyıl kadar sanat heyecanına yer veren dönemlerin gelmemiş olduğuna inanmak hata sayılmaz. Rönesans 15. yüzyılda ilk olarak İtalya’da insan heyecanını kullanmaya başlamış, Romantik dönem tam yüz yıl önceki yaratma zevkini sırf aşırı bir heyecanda bulmuştur. Onun içindir ki Chopin’ler, George Sand’lar, Liszt’ler, Musset’ler insan heyecanına o zamana kadar görülmemiş şekilde hız vermişler, hele devrin E.T.A. Hoffmann çapındaki fikir adamları, sanat için hiçbir dönemde söylenmemiş şeyleri söylemişlerdir.

Geçen yüzyılın tanınmış müzik edebiyatçısı Hoffmann, döneminin en büyük müzik üstadıyla hayalen ilk karşılaşmasını bizlere nasıl bir heyecanla naklediyor. Şimdi romantik bir hayalin ürünü olan bu edebî metni Hoffmann’ın 1809’da yazmış olduğu edebî bir eserden kısaca dinleyelim: “...Berlin’de sonbahar, bazen çok güzel geçen birkaç günle nihayete erer. Bulutların arkasından sevimli yüzünü gösteren güneş sokaklarda esen ılık havanın rutubetini çabucak buhar haline getirir. Sonra yollarda pazar kıyafetleriyle binbir renk içinde çoluğuyla çocuğuyla akıp giden orta halli kimselerden, rahiplerden, Yahudi kızlarından, genç hukuk mezunlarından, profesörlerden, dansözlerden, subaylardan, velhasıl her meslek erbabından teşekkül eden bir sürü insanın akıp gittiği görülür. Çok geçmeden Klaus’un ve Weber’in gazinoları insanla dolar. Bir tarafta kahvenin çıkardığı duman etrafı sararken, zarif giyimli insanlar sigarlarını yakar, herkes birbiriyle konuşur. Savaş hakkında, barış hakkında çekişmeler olur. Madame Bethmann’ın pabucu gri renkte miydi? yoksa yeşil miydi? diye tartışmalar yapılır. Nihayet bütün bu gürültü Fauchon’un bestelediği bir aryanın sesleri arasına karışır. Bu esnada akordu bozulmuş bir arp ile kötü akort edilmiş bir çift keman, vereme tutulmuşa benzeyen bir flüt, ıspazmos geçirircesine inleyen bir fagot, hem çalanı hem dinleyeni rahatsız etmekten geri kalmaz. Weber’in gazinosunu Heerstrasse’den ayıran parmaklığın tam önünde bir sürü küçük yuvarlak masa ile bahçe iskemlesi durmaktadır. İşte yalnızca burada nefes almak, geleni gideni seyretmek, o kötü orkestranın kakofonik gürültüsünden uzak kalmak mümkündür.

“Şimdi ben de kendimi her an kolayca değişebilen hülyalarımın seyrine bırakmış bir halde aynı yerde oturuyorum. Bu hayaller beni tanıdığım simalarla karşılaştırıyor. Onlarla ilim hakkında, fen hakkında, velhasıl insan için en çok değeri olan şeyler üzerinde konuşuyorum. Zamanla önümden geçen insan sürüleri gitgide daha karışık, daha renkli bir kitle halinde akmaya başlıyor. Fakat ne beni ne de hayalimde bir araya topladığım insanları herhangi bir şeyin rahatsız etmemesi mümkün değil. Yalnız son derece aşağılık bir valsin tahammül edilemeyen temposu dalıp gittiğim hülya âleminden beni bir aralık çekip çıkarıyor. Şimdi artık kemanla flütün tizlerde dolaşan keskin sesini, fagotun gıcırtısını işitiyorum. Birbirlerine sımsıkı sarılmış olan bu sesler kulağı tırmalayan oktav aralıkları içinde bir aşağı bir yukarı inip çıkıyor. Nihayet öyle bir an geliyor ki hiç de elimde olmadan canı yanmış bir insan gibi şöyle haykırıyorum: “Ne kuru gürültü! Hele bu iğrenç oktavlar!” Tam o esnada yanı başımda şöyle bir mırıldanma işitiyorum: “Şu kötü talihe bak! Yine bir oktav meraklısıyla karşılaştık!” Ancak başımı kaldırıp baktığım zaman anlıyorum ki, işgal ettiğim masaya haberim olmadan oturmuş olan bir zat gözlerini bana dikmiş ve gözlerimi onunkilerden ayırmaya artık imkân yok. Hayatımda karşılaştığım hiçbir baş, hiçbir endam benim üzerimde bu adamınki kadar çabuk, bu adamınki kadar derin bir tesir yapamamıştı. Ucu hafif aşağıya kıvrılan burnu vahşi olduğu kadar gençlik ateşinin aleviyle de (ki bu zatı ellilik tahmin etmiştim) parlamakta olan gözleri çeviren sık ve yarı ağarmış kaşların üstünde geniş ve açık alnıyla nihayetleniyor. Hafif bir surette şekillenmiş olan çene, ağzın kapalı dururken arz ettiği biçime ender bir tezat teşkil ediyor ve aşağı sarkık yanakların yaptığı dikkate değer  ........  hareketinden meydana gelen alaylı bir gülümseme ise alın nahiyesinde hissedilen derin ve melankolik ciddiliğe dayanan bir gülümsemeye benziyor. Yalnız ağarmış birkaç saç demeti başın yanlarında birdenbire yükselen iki kocaman kulağın arkasına sarkmış. İri ve narin bedeni geniş, modern bir ceket örtüyor. Bu zat kendisine baktığımı görünce gözlerini aşağı çevirdi... Bir aralık müzik bitmişti. Onunla mutlaka konuşmak ihtiyacını hissettim. “Çok şükür müzik bitti, tahammül edilir şey değildi” dedim. İhtiyar bana çabucak baktı... Sonra tekrar söze devam ettim: “Hiç çalmasalar daha iyi ederlerdi. Siz de bu fikirde değil misiniz?” dedim. “Benim hiçbir fikrim yok. Siz müzisyensiniz. Bu mesleği tanıyorsunuz...” dedi. “Yanılıyorsunuz, söylediklerinizin ikisi de doğru değil” dedim... Birdenbire “Sahi mi!” demesi dikkatimi çekti. Ayağa kalktı, yavaş yavaş, düşüne düşüne müzisyenlere doğru yürümeye başladı. Bu esnada gözlerini bazen ta yukarılara dikiyor, sanki hatıralarını uyandırmaya çalışan bir insan edasıyla arada sırada eliyle alnına vuruyordu. Derken müzisyenlerle konuştu. Kendisine hürmet gösteriyorlardı. Geri dönmüş, yerine henüz oturmamıştı ki orkestra “Iphigenia in Aulis” operasının uvertürünü çalmaya başladı.” (Plak: Gluck, Armida’dan Gavot, Iphigenia in Aulis’ten Tambourin)

Sayın dinleyenlerim,  edebî sanatın biraz evvel dinlediğimiz kısmında “Iphigenia in Aulis” operası uvertürünün devamı boyunca tanımadığı zatın takındığı tavırları, jestleri, velhasıl uvertürü uzaktan eliyl,e ayağıyla yaptığı garip hareketlerle idare etmeye çalışmasını kendine mahsus edebî bir üslup içinde hayalen tasvir eden Hoffmann, biraz sonra sözlerine şöyle devam etmektedir: “Uvertür bitmişti. Karşımdaki zat gözlerini yummuş, kollarını iki yanına salıvermiş olarak yerine oturdu. Bu haliyle sanki büyük bir gayret sarfettiği için yorulmuş olan bir insana benziyordu. Önündeki şarap şişesi boştu. Kadehini bir aralık kendime ısmarladığım Burgond şarabıyla doldurdum. derince nefes aldı. Sanki  gördüğü rüyanın tesirinden kurtulmaya çalışan bir insana benziyordu. Kadehimi kaldırdım. Uysallıkla mukabele etti. Ağzına kadar dolu olan kadehi bir yudumda boşalttı ve yüksek sesle: “Uvertürün çalınış tarzı doğrusu beni memnun etti. Orkestra tam bir birlik gösterdi!” dedi. Ben hemen atıldım, adamcağızın ağzından son kelime henüz çıkmıştı ki: “Fakat bu çalış canlı renklerle yaratılmış bir üstat eserinin cılız çizgilerle ifadesinden başka bir şey değil” dedim.

“Daha sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti: “Herhalde yanılıyorum değil mi? Siz Berlinli değilsiniz!” “Hayır değilim, buraya arada sırada gelirim.” “Burgond şarabı da güzel, fakat hava serinledi.” “Öyleymiş, içeri girelim de şişeyi orada boşaltalım.” “Doğrusu yerinde bir teklif. Sizi tanımıyorum, mamafıh siz de beni tanımıyorsunuz. Birbirimizin ismini öğrenmek için de bir sebep yok. Hatta şu sırada isim öğrenmekten daha sıkıcı ne olabilir? Hele bedava Burgond şarabını da bulduktan sonra karşılıklı oturup keyif çatıp rahat etmeyip de ne yapacağız?””

Sayın dinleyenlerim,  Hoffmann hatıratının bu kısmında da tanımadığı muhatabının esrar dolu sözlerini tam bir heyecanla anlatırken, ne karşısındakinin kim olduğunu bilmek, ne de kendi şahsiyetini muhatabına tanıtmak için en ufak bir istek göstermiyor. Meçhul adamın öz sanat eserinin nasıl yaratıldığını, bu gibi eserlerin nasıl meydana getirildiğini izah yollu söylediği sözleri sabırla, sükunetle dinlemiş olduğunu anlatıyor. Sözü yine muhatabına veriyor. Bakınız meçhul adam neler söylüyor: “...Evet, insan dimağını zorlayan binlerce duyuş, binlerce seziş nasıl oluyor da sanatla ifade edilebiliyor? Geniş bir cadde tasavvur ediniz, bu cadde üzerinde herkes her yöne doğru yürüyor, koşuyor. Bunlardan bazısı Tanrı’nın nimetine nail olduk, artık hedefe ulaştık diye neşeyle haykırıyor. Nihayet fildişi bir kapıdan bir hülya âlemine giriliyor. Ne gariptir ki bu kapı kendini az kimselere gösterebiliyor. Hatta bu kapının altından geçebilmek daha az kimselere kısmet oluyor!... Ben kendim bu hülya âlemine daldığım vakit binbir korku ve ıstırabın verdiği acıyla kıvrandım. Vakit gece idi. O sonsuz rüya içinde üzerime saldıran, beni kâh denizlerin dibine çeken, kâh göklere çıkaran korkunç hayaletlerin yaptığı şeylerden büsbütün ürkmüştüm. Bir aralık gecenin karanlığı içinde birtakım ışık dalgaları görüldü. Bu dalgalar beni tatlı bir anlayışla saran ses dalgalarından başka bir şey değildi. Bu ıstıraplı rüyadan uyandığım vakit kendimi iri ve parlak bir gözle karşı karşıya buldum. Bu göz bir orgu siper ediyordu. Hatta göz orga bakar bakmaz aklımdan bir an bile geçiremediğim harikulade akorlar içinde parlayan, birbirini kucaklayan sesler işitilmeye başladı. Melodiler yükseliyordu, alçalıyordu ve ben bu dalgaların üstünde yüzüyordum. Hatta bu dalgaların içine gömülmek istiyordum. Fakat tam bu esnada o göz bana da bakıyor, o kudurmuş dalgaların üstünde beni yine o gözün bakışı dimdik tutuyordu... Nihayet etraf yine karardı... Aynı göz gülümseyerek bana şunları söyledi: “Kalbinin nasıl bir hasretle yanıp tutuştuğunu biliyorum. Delikanlı, ben sana yine görüneceğim ve kendi melodilerimi sana mal edeceğim.” Bu meçhul zat ağzından son kelimeyi henüz çıkarmıştı ki birdenbire ayağa kalktı, dinç olduğu kadar da telaşlı adımlarla odadan dışarı çıktı. Onu odaya tekrar gelir diye boş yere bekledim. Nihayet şehre dönmeye karar verdim. Brandenburg kapısına henüz yaklaşmıştım ki uzun boylu birinin karanlıkta yürüdüğünü hissettim. Bu zatın o her zamanki acayip adam olduğunu teşhiste güçlük çekmedim.”

Sayın dinleyenlerim,  geçen asrın müzik estetiğine eşsiz örnekler vermiş olan Hoffmann’ın 1809 tarihli eserinde anlatmaya çalıştığı kişinin kim olduğunu okuyucusuna bir türlü ifşa edemediğine bakılırsa, bu yazarın tasavvur etmeye çalıştığı sanat büyüğünü heyecanını iyice istismar etmeden bizlere tanıtmak istemediği derhal anlaşılıyor. İşte onun için Hoffmann’ın metnini dinlerken hep sabırlı olmak lazım gelir. Nitekim Hoffmann hikâyesinde elinden kaçırdığı meçhul adamı karanlıkta yine yakaladıktan sonra onun sanatı hakkında ayaküstü epeyce sorguya çekiyor. Hatta muhatabının hayranlıkla bahsettiği Mozart sanatı ve bilhassa o zaman moda olan Don Juan operası üzerinde esaslı bir münakaşaya bile girişiyor. Sonra söz devre hükmeden Gluck sanatına intikal ediyor. (Müzik: Che faro senza Euridice, Contralto Sigrid Onegin)

Sayın dinleyenlerim,  Hoffmann, biraz evvel bıraktığımız yerde güçlükle ele geçirdiği tanımadığı muhatabıyla konuşmasına devam ederken, bu meçhul adamı birdenbire niye elden kaçırıyor? Büyük sanat eleştirmeni hatıratında bu noktaya da şu satırlarla devam ediyor: “...Onu birkaç gün arka arkaya Tiergarten’da aradım. Aradan aylar geçti. Soğuk ve yağmurlu bir akşamdı. Şehre uzak semtlerden birinde bulunuyordum. Eve gecikmiştim. Friedrichstrasse’deki ikametgâhıma doğru süratle yürüyordum. Biraz sonra tiyatronun önünden geçecektim. Ta uzaktan kulağıma akseden müzik, trompet ve davul sesleri bana Gluck’un Armida operasının oynamakta olduğu izlenimini verdi. Tiyatroya girmeye karar vermek üzereydim ki orkestradan gelen sesleri kulağıma ulaştıran pencerelerin önünde kendi kendine konuşan birinin sözleri dikkatimi çekti. Şu cümleleri işitiyordum: “İşte şimdi kral geliyor - marşı çalıyorlar - ah durun! durun davullar gümbürdesin! - Evet evet, Maestro - işte şimdi komplimana başladı - şimdi Armida bütün minnettarlığıyla teşekkür ediyor. Şimdi recitatif  başlıyor. - Ah, hangi ceberrut ruh beni buraya bağladı?”

“İşte bağ çözüldü. Gelin artık gidelim” diye seslendim. Meçhul adamı bu sefer de Tiergarten’da yakalamıştım... Evvela şaşırdı. Sonra hiç ses çıkarmadan yanımda yürümeye başladı. Artık Friedrichstrasse’ye gelmiştik. Birdenbire durdu: “Sizi tanıyorum” dedi. Bu söze karşı ben de: “Tesadüfün beni sizinle karşılaştırmasına memnun oldum, gelin artık birbirimizin kim olduğunu öğrenelim. Oturduğum yer buradan pek uzak değil. Bilmem nasıl olurdu birlikte...” cümlesini henüz ağzımdan tam olarak çıkarmamıştım ki aramızda şöyle bir konuşma oldu: “Ben kimseye gidemem.” “Hayır, benim düşündüğümün aksini düşünmüyorsunuz. Ben sizinle biraz yürürüm.” “Öyleyse benimle yürüyecek daha birkaç yüz adımınız var... Hem siz tiyatroya girmek istiyordunuz.” “Armida’yı görmek istiyordum ama şimdi -“ “Öyle mi, ben size Armida’yı şimdi dinletirim, gelin benimle!”

“Friedrichstrasse’yi hiç konuşmadan birlikte yürüdük. Muhatabım yan sokaklardan birine çabucak saptı. Öyle hızlı yürüyordu ki kendisini güçlükle takip edebiliyordum. Basit bir evin önünde sessiz sedasız duruncaya kadar sokağı süratle indi. Kapı açılıncaya kadar evin tokmağını vurdu. Karanlıkta elimizle etrafı yoklayarak merdiveni, hatta birinci kattaki odayı bulabilmiştik. Rehberim bu odanın kapısını dikkatle açtı. Sonra bir kapının daha açıldığını ve onun elinde şamdanla içeri girdiğini gördüm. Fevkalade döşenmiş olan bu oda beni az hayrete düşürmemişti. Eski modaya uygun oldukça süslü iskemleler, altından mahfaza içine yerleştirilmiş duvar saati, geniş ve ağır endam aynası, karşılaştığım manzaraya yılların devrettiği bir ihtişamın ağırbaşlılığını katıyordu. Odanın ortasında küçük bir piyano vardı. Piyanonun üstünde büyük porselen bir hokka, hokkanın yanında birkaç yaprak nota kâğıdı duruyordu. Eser bestelemeye mahsus olan bu donanımı iyice gözden geçirince uzun zamandır bir şey yazılmamış olduğuna kanaat getirdim. Çünkü kâğıtlar iyice sararmış ve hokkanın üstü kalın bir örümcek ağıyla örülmüştü. Muhatabım orada bulunan kitaplardan birine el attı.- Bu kitap Armida operasıydı.- İhtişamlı adımlarla piyanoya yaklaştı. Kitabı açtı.- O anda duyduğum hayreti acaba kim tasvir edebilir? - Kitabın içinde bir sürü nota çizgisi vardı. Fakat bu çizgilerın arasında bir tek nota bile görünmüyordu. Sonra şöyle söyledi: “Şimdi uvertürü çalacağım! Siz sırası geldikçe sayfaları çevirin!” “Peki” dedim. Artık Armida’nın uvertürü o derece güzel, o derece üstatça çalınıyordu ki, aşk, intikam, ümitsizlik, yeis gibi mefhumlar o derece kuvvetli bir şekilde ifade ediliyordu ki bu türden mefhumları bütün kudretini kullanarak seslere çevirebilmenin seyrine o çoktan varmıştı. Ben sayfaları ancak onun gözlerini kollamak suretiyle açabiliyordum.Artık her tarafım titremeye başlamıştı. Kendimden geçmiştim. Eser çalınıp bittikten sonra onun kolları arasına atıldım ve kısılmış sesle: “Bu yaptığınız şey de ne? Siz kimsiniz?” diye haykırdım. Muhatabım ayağa kalktı, ciddi ve insanın ta ruhuna inen bir bakışla beni süzdü. Aynı sualleri tekrarlamak üzereydim ki elinde tuttuğu şamdanla kapıdan çıktı, beni karanlıkta bıraktı. Bu vaziyet tam bir çeyrek saat sürdü. Onu bir daha görememek endişesiyle üzüldüm. Piyanonun duruş vaziyetine göre karanlıkta kapıyı açabilme çarelerini ararken, muhatabım işlemeli gala kıyafetiyle arkasında zengin bir ceket, yanında meç, elinde şamdan, tekrar göründü. Bu sefer donmuş kalmıştım. İhtişam içinde yanıma yaklaştı, tatlı bir temasla elimi tuttu. Acayip şekilde gülümsedi. Sonra kendisinin “Şövalye de Gluck” olduğunu söyledi.”

Sayın dinleyenlerim,  müzik tarihinin en büyük yazarlarından biri olan E.T.A. Hoffmann, Gluck gibi bir opera üstadıyla hayalen ilk karşılaştığı anları romantik bir anlayışla uzun uzun hikâye ederken, Romantik döneme has heyecanı, muhatabının hüviyetini bizlere kolayca ifşa etmeye mani oluyor. İşte 19. yüzyıl sırf bu türden bir duyuşladır ki sanat tarihine insanlığın hayat boyunca kıymetinden hiçbir şey feda etmeyecek çapta romantik eserler verdi.

(Müzik: Gluck, Melodi (Gluck-Kreisler)
Mozart: Figaro’nun Düğünü operasından arya: Venite, non so piu (Elisabeth Schumann)
Gluck, Paris et Elena: O de mio dolce arda, bariton Battistini
Mozart: Sihirli Flüt operasından “La hain et la colere”, Marcel Joumet
Mozart: Sihirli Flüt operasından arya, Enzio Pinza)