Yayımlanmadı.
(Cevad Memduh Altar)
Jean Cocteau’nun ünlü sahne eserini söz konusu etmek istemiyorum. Anlatmaya çalıştığım şey, sanatın gerçek olmayan yönü değil, gerçek yönüdür: operamızın bugünkü yönetim şeklidir. Yazımın başlığını bir bakıma “Devlet Tiyatrosu… yahut Tek Başlı İki Kartal” olarak düzeltmek belki de daha doğrudur. Ama denecek ki, her iki başlık da gerçekten hayli uzak. Varsın öyle anlaşılsın… gerçekler ters kavramlarıyla daha iyi açıklanırlar.
Olmayacak şeyi olur kılmaya çalışmanın yorumuna gelince: Tiyatro… Opera… her ikisi de sahnedir. Bu iki kol birleşince, artistten değil ama (!) personel ve ödenekten ekonomi olur;… aynı eşya, aynı gardrop kullanılır;… iş de böylece yürür gider. Bu, böylesine bir yoruma benzer: Bayındırlık Bakanlığını, İmar ve İskân Bakanlığı ile birleştiriverelim;… ikisi de imar değil mi?... İki ayrı yönetici bulmakta da zorluk çıkmaz; tek bakan bulmaktaki kolaylık inkâr edilir şey mi?
Dönelim şimdi operamıza: arada sırada dıştan gelen şu sözlerle de karşılaşıyoruz; tiyatroyu operadan ayırıp da ne olacak;… sonra bir de iki genel müdür bulmanın güçlüğü var;… bugün nasıl olsa bir müdür iki tarafı da yönetiyor;… kaldı ki bu önemli yerlere göz dikmiş bazı gayretkeşler de yok değil;… en iyisi statükoyu hiç bozmamak. İşi bu kadar hafiften alan bir düşünceye günün gerçekleri karşısında artık yer var mı? Dünyanın uyguladığı bir sistemi görmezden gelip de operaya yeni bir metod mu bulacağız? Opera sanatını her bakımdan yönetme sistemi, dünden bugüne değil, son dört yüz yılın akışı içinde gerçek tekniğine çoktan ulaşmış. Bu konu üzerinde yeniden durmak, yeniden tartışmak bence vakit kaybından başka bir şey değildir.
Opera… tiyatro… evet, her ikisi de perde sanatıdır ama amaçları arasındaki açı farkı büyüktür. Tiyatro, fonetik sanatların, nesir veya nazım yoluyla şekillenmiş bir temaşa koludur; özü edebiyattır. Opera ise fonetik sanatların soyut yaratış yoluyla şekillenmiş bir anlatım koludur; özü müziktir. Burada temel: söz değil, sözün taşıdığı sestir; yani semboldür. İşte bu ayrılık her iki kolun estetik ve teknik amacını kesin şekliyle belirtir. Öte yandan her ikisinin seyircisi de birbirinden ayrıdır. Gerçi bu iki kola da aynı zamanda bağlı kişiler veya gruplar yok değildir, ama çoğunluk iki ayrı eğilim halinde bu iki kola yönelir. Onun içindir ki, her ikisinin baş yöneticileri ile yönetim görevlileri, bu iki sanatın özelliklerine göre yetişmiş kişiler olmalıdır. Bazen her iki yönün teknik özelliklerini kişiliğinde toplamış sanat adamları varmış gibi görünürse de, böylesine bir yöneticinin bile daha çok bir tarafa yöneldiği açıkça görülür. Tıpkı Devlet Tiyatrosu ve Operası’nın kurucusu olan büyük sanatçı Carl Ebert’in, her iki alana da yönelmekle beraber, dengeyi daha çok opera sanatında bulması, meslek hayatının devamı boyunca toptan opera sanatına kaymış ve onda erimiş olması gibi.
Bütün bu gerçekler de gösteriyor ki, tiyatronun başına –bugün de olduğu gibi– tiyatroda yetişmiş başarılı bir yöneticinin getirilmesi, operanın ise, müzikte yetişmiş başarılı bir sanatçının yönetimine terk edilmesi lazımdır. Bu, er geç olacaktır; işin en tehlikeli yönü gecikmektir.
Peki…, yukarıda sayılıp dökülen teknik gerçeklere önem verilmezse ne olur? Masraflar devlet kesesinden karşılandıkça, durum devam edecekmiş gibi sanılır; sanılır ama o da işte öylesine bir iş olur. Koskoca bir Devlet Operası, bu işin gerçekten teknisyenleri olmayanların elinde bir tecrübe tahtası olma durumuna düşer; onlar da bunun farkına varmazlar;… zarar gittikçe artar;… kurum, gerçek anlamda bir opera sahnesi olma vasfını kaybeder;… böyle bir sahnede, opera literatürü ile bağdaşması imkânsız eserler de yer almaya, bu türlü eserleri savunma zorunluluğuna düşenlerin adedi artmaya başlar;… bu hal, gerçek opera sanatçısının yetişmesine de engel olur;… çünkü sanatta klasik esprinin gevşemesi, estetik değere duyulan ilgiyi de kırar;… öyle bir zaman gelir ki, Devletin operası, geleneksel türünü, kişiliğini, kısacası her şeyini, ama her şeyini kaybeder. Vakıa perde gene açılır; seyirci, gene bulunur; sanatçı gene maaşını alır, ama gerçek operadan da ortada artık bir şey kalmaz. Şunu iyi bilmeli ki, bu işin yönetme sorumluluğunu üzerine alıp da yazılı veya sözlü inisiyatiflerle ilgilileri uyarmaya çalışanlar da olmuştur, olmuştur ama yankısız kalmıştır.
Yukarıda açıkladığım şeyleri, bugün artık ilgililerin içten duymuş olduklarına inanmak istiyorum. Elbette Millî Eğitim Bakanlığımız, planlama çalışmaları içinde bu konuya da el koymaya azimlidir.
Opera konusu ile ilgili olarak göze çarpan başka bir ters anlam da, iddia ile yorum arasındaki ayrılıktır. “Devlet Tiyatrosu”, “Devlet Operası” gibi Devlet şanına yöneltilmiş iki olağanüstü başlığı gerektikçe ağzımızdan düşürmüyoruz, ama işin yorumu alelâde bir şeyi savunma nevinden küçük hesaplara dayanıyor. Operanın bugünkü yönetim şeklinde, madde yönünden tutum varmış… iki adam değil bir adam masrafsız olurmuş v.s…. Şurasını unutmayalım ki, bir eğitim kurumu olan tiyatronun ekonomi ile ilgisi yoktur. New York Metropolitan Operası ve Milano’daki La Scala’da bile maddî değil ancak manevî yatırım bahis konusu olurken, işin önemi bizim için de özellikle aynıdır.
Devlet Operasının bugünkü durumu karşısında işin gereğine süratle el konulması ve bu Tek Başlı İki Kartal’ın çoktandır beklediği bir operasyonla birer bağımsız başa ve gövdeye ayrılması, artık kaçınılmaz bir zorunluluk halini almıştır. İşte o zaman, bu resmî sanat kurumunun her iki kolu da –hiçbir engelle karşılaşmadan– gereği gibi gelişecektir. O zaman gerçek anlamda bir Devlet Operası doğmuş olacaktır. Yoksa bugünkü tek gövdenin güçlükle taşıyabildiği iki ağır başı bu durumda dik tatmaya imkân var mı?
(Bu yazının hangi tarihte kaleme alındığı belirtilmemiş.)