Cevad Memduh ALTAR
Otuz yıldan beri bu yolda yapılan bütün çalışmaların tek gayesi, müzik sanatına yeni bir renk katabilmekti. Buna yeni “ses” de demek mümkündü. Esasen müzikte yeni ses, yeni renk demekti. Halbuki insan, yaşadığı çevrenin müzik sanatıyla ilgili bütün enstrümanlarını tanımış, bunların çıkardığı seslere mahsus renklere alışmış, bu renklerin dışında başka renklerin bulunamayacağı geleneğine bağlanmıştı. Bu prensip, halk müziği için olduğu gibi, sanat müziği için de aynıydı. Bir kere mahallî halk ve sanat müziklerinin bütün enstrümanları belliydi. Bu enstrümanların arasına bir yenisinin katılması, artık söz konusu olamazdı. Nitekim ortada tek tük katılanlar varsa, bunlar da yine mevcudun zorlanmasıyla meydana gelen bazı değişmelere yol açıyor, fakat müzik sanatına o zamana kadar işitilmemiş yeni bir rengi katmıyordu.
Bu durum, uluslararası değerdeki ortak bilim ve teknikten beslenen sanat müziği için de aynıydı. Hele son iki yüzyıl içinde, bütün enstrümanların tipi, ölçüleri, dolayısıyla rezonansları, ses renkleri tamamen kesinleşmiş ve bunların meydana getirdikleri seslerin yarattığı renklerden başka renklerin söz konusu olamayacağı kanısına varılmıştı. Bu görüş, bir bakıma doğruydu, çünkü uluslararası değerdeki sanat müziğinin yüzyıllar boyunca meydana getirdiği koskoca bir literatür, sesleri de renkleri de sınırlamış, kanaat ve ölçülerde az çok istikrara ulaşmış, estetik ve teknik yönlerden bilimsel bir eleştiri kriterinin meydana gelmesini sağlamıştı.
Sanat tarihi boyunca, doğuş ve oluşlarını ilgiyle gördüğümüz bütün bu gelişmelerin, her şeye rağmen son ve kesin şekillerini elde etmiş olduklarını düşünmek, bunların değişmezliklerini kabul etmek de kesinlikle bir hataydı. Evrende değişmeyen ne vardı? Her şey zamana bağlı değil miydi? Güzellik de, ulaşılması imkânsız bir ideal olduğuna göre, ona yaklaşma yolunda durmadan koşan sanat da değişecek, yeni zevkler, yeni renkler meydana gelecekti. Nitekim de öyle oldu: sanatın bütün kollarında olduğu gibi, müzik kolunda da değişiklikler baş gösterdi.
Fikirde, formda, teknikte değişiklik, şüphesiz seste, yani renkte değişikliği mümkün kılan başka bir teknik faktörü de böylece içine almış oldu. İşte bu son faktör, şimdiye kadar duymadığımız sesin (rengin), müzik sanatına katılması imkânını sağlayan, çok enteresan bir olay olma önemini taşıyordu. Elektronik frekans ayağından gelen bu yeni renk ile, bu rengin çeşitli frekanslardaki farklardan meydana gelen ses dizilerini elde edecek mekanizmayı, şüphesiz önce bir bilim adamı bulup meydana getirecek, sonra da bilgili bir besteci, bu aletlerin kullanılmasını öğrenip, sanatta yeni teknik, yeni problemlere yönelen yeni eserler yaratacak; belki de bu mekanizmayı, sırf sanat yönünden bizzat ıslah edecek veya ettirecek; ve böylelikle müzik sanatında bambaşka bir literatüre giden yola ayak basılmış olacaktı. Gerçekten de bu sayıp döktüklerimizin hepsi olmuş ve karşımıza “elektronik müzik” denen yepyeni bir enstrümantal literatür çıkıvermişti. Görülüyor ki bu olay, 25-30 yıl devam eden teknik bir buluş ve oluşun neticesidir.
Genç Türk bestecisi Bülent Arel’in, iki yıldan beri Birleşik Amerika’da bu alanda yaptığı çalışmalar ve elde ettiği başarılar hakkında 24 Mayıs 1961 tarihli Ulus gazetesinde yayınlanan yazıyı okuduğum zaman, hem çok sevinmiş, hem de bu yeni yolun tarihî gelişimiyle ilgili bazı olayları hatırlamaktan kendimi alamamıştım. Bülent Arel’e sanatta yeni renk, teknik ve ifade sağlayan bu yeni imkânın bugün ulaştığı merhale, düne göre şüphesiz çok daha ileri bir merhale olabilir. Fakat bu teknikle ilgili mekanizmanın, başlangıçtan bugünkü duruma gelinceye kadar geçirdiği safhalara büyük emeği geçmiş Batılı iki bilim adamı vardır ki, bunların her ikisini de vaktiyle şahsen tanımak ve bu konu üzerinde kendileriyle görüşmek, yaptıkları deneylerde bulunmak fırsatını elde etmiştim. Bunlardan biri, ünlü Alman sanatçısı Prof. Trautwein, öteki de ünlü Fransız bilgini Prof. Maurice Martenot’dur.
1936 yılında, Ankara’da bir Devlet Konservatuvarı kurmaya memur edilmiş olan tanınmış besteci Prof. Paul Hindemith ile Berlin’de buluşmuştuk. O tarihlerde “elektronik” sesin ilk bulucusu olduğunu işittiğim Prof. Trautwein’ı, Hindemith’in aracılığıyla Berlin Konservatuvarı’ndaki atölyesinde şahsen de tanımış, kendisinden gerekli bilgiyi almış, hattâ bazı enteresan deneyleri dikkatle seyretmiştim. Prof. Trautwein’ın hazırladığı planlara göre meydana getirilen bu ilk elektronik ses aletlerinin adı “Trautonium” olarak tescil edilmişti. Prof. Trautwein, deneyleri bizzat yapmış ve Trautonium’da bana bazı eserler de çalmıştı. Bu alette dinlediğim sesleri, o zamana kadar hiç duymamıştım. Trautonium seslerinin, o zamana kadar bilinen insan ve enstrüman seslerinden herhangi biriyle kıyaslanmasına de imkân yoktu. Trautonium’un tuşlarına parmakların basınç gücüne göre dokundukça, hattâ hatırımda kaldığına göre, parmakları tuşlara yaklaştırdıkça, elektronik sesler yükselip alçalıyor, parmakların tuşlar üstünde sağa sola oynamalarıyla da müzikal titreşimler meydana geliyordu.
Aradan 13 yıl daha geçmiş, bu enstrümana dair yeni hiçbir şey duyulmamıştı. Herhalde ikinci Dünya Savaşı, bu alanda yapılan çalışmalara ara vermiş olacaktı. Hattâ Prof. Trautwein’ın, savaş içinde Berlin’de ölmüş olduğu haberini de günün birinde üzülerek öğrendik.
1949’da UNESCO’nun Paris’te düzenlediği bir konferansa katılmıştım. Ne garip bir tesadüftür ki, Martenot dalgalarının bulucusu olan ünlü Fransız bilgini Prof. Maurice Martenot’yu da bu konferansta tanımak, hattâ onun başkanlığındaki bir komitede çalışmak fırsatını elde ettim. O zaman olduğu gibi, şimdi de Fransız radyolarının teknik işlerinin en yüksek amiri olarak vazife gören bu mütevazı bilim adamına, vaktiyle Berlin’de Prof. Trautwein’i tanımış olduğumu söylediğim zaman memnun oldu ve beni Avenue de la Grande Armée civarındaki evine davet etti. Başka misafirlerin de bulunduğu bu davette, Martenot dalgaları ile bu dalgaların müziğe uygulanmasını mümkün kılan aletlere dair hayli bilgi edindik ve çok enteresan deneylere şahit olduk. Martenot dalgalarına mahsus elektronik sesler de başka seslere benzemiyordu. Hele Berlin’den bu yana aradan 13 yıl geçmiş olduğuna göre, Trautonium’un sesiyle Martenot sesleri arasında bir kıyaslama yapmama da artık imkân kalmamıştı.
Prof. Maurice Martenot ile Paris’te bir müddet çalışmıştık ki, komitemize ansızın gelmemeye başladı. İşittik ki trafik kazası geçirmiş ve tedavi altına alınmış. Büyük bilgini yine UNESCO binasında başı sarılı gördüğüm zaman da elektronik müzik hakkında kendisini soru yağmuruna tutmaktan çekindim; o günden beri de onunla bir daha karşılaşmadık.
1936’da Trautwein, 1949’da Martenot, 1961’de de Bülent Arel’in Birleşik Amerika’da Princeton Üniversitesi’nde elde ettiği “elektronik müzik” başarıları. İşte on ikişer yıllık aralıklarla elektronik müziğin bendeki aşamaları. Şimdi önemli olanı, bu müziğin yeni literatüründen seçilmiş örnekleri Ankara ve İstanbul radyolarından dinleyebilmek.
(12 Aralık 1961, Zafer gazetesi, Ankara)