Ankara Radyosu
15 Eylül 1948, Pazar
Saat: 10-11
19. yüzyılın yarısı geçmiş, fakat upuzun, yalçın fiyortları, karlarla örtülü dağları, buzlu denizleriyle, güzel olduğu kadar da ağırbaşlı bir manzara arz eden kuzey memleketleri, geniş ölçüde sanat hareketlerine katılma imkânını elde edememişti. Halbuki güney ve orta Avrupa’dan her hususta ayrıldığı sanılan bu sakin ülkelerin sanat bakımından eksik olan bir tarafı yoktu. Hattâ doğanın güneşi esirgediği, ezici bir soğuğu baskın kıldığı bu uzak diyarların insanları, iç varlıklarını olsun ısıtacak, aydınlatacak imkânları ister istemez elde etmek zorundaydılar.
Diğer taraftan, bu memleketlerde yaşayan insanlar, şaşılacak derecede zengin bir folklor hazinesine de sahipti. Kuzey masallarının, kuzey hikâyelerinin cinleri, perileri, tanrıları, şeytanları, devleri, cadıları, yüzyıllar boyunca İskandinav sanatına konu olmuştu; millî bilinci geliştirmiş ve uluslararası ölçüde yazarların, şairlerin, sanat adamlarının yetişmesini sağlamıştı. Zaman oldu ki bu ülkelerin toplumlarına özgü duyuş ve seziş farkları, tıpkı İskandinav topraklarını birbirinden ayıran doğal arızalar gibi, yerel özellikleri de sınırlandırdı. Bu durum, yüzlerce yıl devam etmiş olan Danimarka hükümranlığına son verdi ve günün birinde Norveç’i İsveç’ten ayırdı ve bu üç memleket üç ayrı duyuşla sanat dünyasına ayak bastı.
Görülüyor ki Danimarka, İsveç, Norveç diye birbirinden ayrılan bu ulusal topluluklar arasında, önemli bir bölümü karlı, buzlu dağlarla kaplı bir toprağın üstünde yaşayan ve ancak okyanusun ılık akıntılarıyla ısınabilen derin, uzun fiyortlara sahip olan Norveçliler, sırf halk kaynaklarından gelen binlerce masalın ve efsanenin sihrine kapılarak, müziklerini, edebiyatlarını, kısacası sanatlarını işleyip olgunlaştırmakta gecikmediler. Norveçli yazar İbsen’in dediği gibi, “400 yıl süren bir geceden sonra” Danimarka’dan ayrılan bu ülkenin, sanatçıya her bakımdan ilham kaynağı olan masalları, hikâyeleri, zamanla İbsen, Björnson, Hamsun, Grieg gibi uluslararası ölçüde sanatçıların yetişmesini sağladı.
Kuzeyde müzik sanatçısına enerji kaynağı olan belli başlı efsanelerden biri de şuydu: Saz şairi, yeni bir şarkı öğrenmek istediği zaman, yalçın dağların arasında kıvrıla kıvrıla akan derelerden birine siyah bir kuzu atar. Suların perisi Nix de bu hediyeye ödül olarak, en güzel şarkılarından birini saz şairine öğretir. Eğer Nix bu şarkıyı kendisi çalmaya başlarsa, o zaman yerle gök yerinden oynar, ağaçlar ve taşlar harekete geçer, bu esnada öğrencisi, yani ondan şarkı öğrenmek isteyen saz şairi de hocasının sihrine kapılır ve bu şeytani şarkıyı kendi sazıyla çalmaya başladığı anda artık sazını durduramaz olur. Bu durum karşısında şair, suların perisi Nix’den öğrendiği şarkıyı durup dinlenmeden, hayatının sonuna kadar çalmak, hattâ bu yolda tükenip gitmek zorundadır. Ta ki onun bu halini gören, ona acıyan bir el gelip, sazının tellerini kesene kadar; işte o zaman saz şairi su perisinin sihrinden yakasını kurtarabilir.
Geçen yüzyılın sonlarına doğru, kuzeyin sesini, kuzeyin efsanesini ilk olarak sanat dünyasına ulaştıran besteci Edvard Grieg de Norveçliydi. Grieg, İskandinav müziği diye bir müzik kabul etmemiş ve şöyle demişti: “Ben, İskandinav müziğinin değil, tam tersine Norveç müziğinin önderiyim. Bu üç milletin -Norveç, İsveç, Danimarka’nın- millî karakterleri birbirinden tamamen ayrıdır”.
Edvard Grieg’in bizim için olan önemi, diğer sanat adamlarına verdiğimiz önemden farklı olmalıdır, çünkü günün birinde ulusal sınırlar dışında bile kendine geniş ölçüde bir şöhreti sağlamış olan Grieg, eserlerini geliştirme bakımından muhtaç olduğu malzemeyi, yalnız Norveç halk kaynaklarından almış, hayatının sonuna kadar milliyetçi kalmıştır. Bu nedenle Grieg’in sanatı, kelimenin tam anlamıyla gerçek bir vatan sanatıdır. Aynı zamanda Grieg, eserlerinde Norveç doğasını da dile getirmiştir. Kuzeyin şafağını, gece yarısı güneşinin akıllara hayret veren manzarasını, Norveç denizlerinin, Norveç fiyortlarının ihtişamını, Norveç şelalelerinin yankılarını, Norveç dağlarının sükûnetini onun kadar hiç kimse eserlerinde dile getirememiştir. Grieg, memleketinin özelliklerini bu suretle yabancı ülkelere de tanıtmıştır. Sanatçı, daha gençliğinde Norveç halkının kalbine yer etmişti. Nitekim kendisi de şöyle diyordu: “Ben, eserlerimde memleketimin halk müziğini yaşattım. Üslûp ve şekil bakımından, Schumann ekolünün yarattığı Alman romantikleri arasında sayılırım, amma memleketimin zengin halk türküsü hazinelerini iyice inceledim ve Norveç ruhunun şimdiye kadar keşfedilememiş olan bu ışığından millî bir sanat yaratmaya çalıştım”.
(Plak 1: Norveç dansları)
Görülüyor ki, her şeyden önce Norveç halk sanatı yoluyla hedefine ulaşan Grieg, Norveç müziğine uluslararası bir değer sağlamış ve günün birinde Norveç’in ulusal şairlerinden İbsen ile Björnson’un yanında, kuzey müziğinin biricik temsilcisi olarak yer almıştır. Kuzeyin bu sakin mizaçlı sanatçısı, büyük bir üslûp peşinde koşmadığı gibi, Beethoven’vari fikirlere de yaklaşmamıştır. Bu nedenle bazı eleştirmenler, Grieg’in nahif bünyeli bir insan olarak yaratılmış olmasını, Beethoven çapında bir kahraman olamayışına biricik engel olarak göstermektedirler. Ancak sanatçının hayatında karşılaşılan bazı noktalar, eserlerinin ruhsal yapısı bakımından özellikle önemlidir. Meselâ Grieg, hayatı boyunca bir senfonici olamamıştır, çünkü yaratma enerjisi uzun boylu işler için gerekli tahammülü göstermeye uygun değildi. Bu arada sanatçının eserlerinde işlediği temalar da doğal olarak narin mizaçlı, kısa soluklu temalardı. Zira doğa onu her şeyden önce lirik bir şair olarak yaratmıştı.
(Plak 2: Do-minör keman sonatı)
Grieg, ilk müzik terbiyesini ağırbaşlı bir kadın olan annesinden aldı. Bu iyi kalpli ama ciddi hoca ile birlikte geçirdiği müzik saatlerinin en küçük bir ilgisizliğe uygun olmadığından Grieg her vesileyle bahsetmiştir. Grieg’in müzik yeteneğini ilk önce Norveç’in tanınmış bir keman virtüozu olan Ole Bull keşfetmişti. Nitekim bu kişinin ısrarıyla Grieg’i 1858 yılının sonbaharında Almanya’ya, Leipzig’e öğrenime gönderdiler. Grieg, bu şehrin konservatuvarına öğrenci oldu. Ancak delikanlılık çağlarının etkisinden bir türlü kurtulamayan sanatçı, başlangıçta kuzeyin hayal dolu havasından kendini kolay kolay uzaklaştıramadı. Hattâ tembelliğinden, hayalperestliğinden kendisi de şikâyet ediyordu. Ama aradan uzun bir zaman geçmeden, Grieg bütün gücüyle mesleğine sarıldı. Ne çare ki Leipzig’deki müzik öğrencisinin yakasını, 1860 yılının ilkbaharında, bu sefer de hastalık sımsıkı yakalamıştı. Sanatçı ciğerlerinden hastalandı. Bu durum karşısında ailesi, 1862 yılında, Almanya’da geçen öğrenim hayatına son vermek zorunda kaldı. Ancak memleketi olan Bergen’e dönen Grieg, sık sık verdiği konserlerle artık bir virtüoz ve bir besteci olduğuna vatandaşlarını inandırmakta güçlük çekmedi.
Bu sıralarda Grieg’e yine Norveçli viyolonist Ole Bull rehberlik ediyordu. Diğer taraftan, ilk olarak bu tanınmış virtüozun çevresinde karşılaştığı Richard Nordraak adında, ümit dolu, genç bir besteci de Grieg’in yetişmesinde etkili oluyor ve onu büsbütün Norveç folkloruna yaklaştırıyordu. Nihayet sağlık durumu biraz düzelen Grieg için Kopenhag’da ikinci bir öğrenim dönemi başladı. Bir süre sonra sanatçı, Nordraak gibi candan bir meslek arkadaşının yardımıyla, 1865 yılında, “Euterpe” konser derneğini kurmayı başardı. Bu derneğin kabul ettiği ana prensiplere göre, düzenlenen konserlerde sırf kuzeyli genç bestecilerin eserleri çalınacak ve bu eserler sanat dünyasına tanıtılacaktı. Nitekim öyle oldu ve “Euterpe” derneğinin düzenlediği ilk konserlerin birinde, Grieg’in senfonik nitelikte yazdığı birkaç eserini arkadaşı Nordraak bizzat idare etti.
Yine bu sıralarda Grieg, güzel şarkılar da yazmaya başlamıştı. Dönemin tanınmış opera sanatçılarından Julius Steenberg tarafından okunan bu şarkılar, genç Grieg’i Norveçlilere büsbütün sevdirdi. Grieg, bu derece içli şarkılar yazmakta haklıydı, çünkü sanatçı artık hayatının ateşli aşk yıllarına da ayak basmış bulunuyordu. Grieg’in bu yılların hatırası olarak bestelediği “Seviyorum seni” adlı şarkı, genç ve güzel şarkıcı Nina Hagerup’un ağzından işitildiği gün pek çok gözleri yaşartmış ve bu güzel şarkıcıyı Grieg’e sımsıkı başlamaya yetmişti. O kadar ki Hagerup, günün birinde Grieg’e hayat arkadaşı da oldu.
(Plak 3: Lied, Bir rüya)
Çoktandır aradığı huzuru, sükûnu, şarkıcı Hagerup’un sevgisinde bulan genç Grieg, ne çare ki 1866 yılında çok sevdiği arkadaşı Nordraak’ı kaybetti; ve içli sanatçı, hayatının sonuna kadar bu acıyı unutamadı.
Grieg’in sanat başarıları, yalnız kendi çevresinin değil, uzak ülkelerin de gözünden kaçmıyordu. O kadar ki dönemin tanınmış bir sanat adamı olan Fransz Liszt, 1868’de Grieg’i Roma’ya davet etti. Sanatçı, yine Liszt’in yardımıyla, bir yıl Roma’da kalmış, Liszt gibi bir şahsiyeti yakından tanıması, sanatında yeni ufukların açılmasını sağlamıştı. Bu sıralarda Grieg, bir yandan eser yazıyor, bir yandan da Liszt, Brahms, Wagner ve Bizet gibi üstatların eserlerini incelemekten geri kalmıyordu. Bir aralık, 1873 yılında, Grieg, büsbütün gezgin bir hale geldi. Artık sanatçı, yabancı memleketlere konser turneleri yapıyor, bu turnelerde sırf kendi eserlerini idare ediyordu. Ancak bazen de vatanı olan Bergen’e gidiyor, çok sevdiği Hardanger kasabasında kalıyor ve bu sakin çevrede eser yazmaktan haz duyuyordu. Yıllar böylece geçti. Grieg adı her yerde saygıyla anılmaya başladı. 1874 yılında, “Norveç Halk Temsilciliği”, hayatının sonuna kadar verilmek kaydıyla, yılda 1600 Kronluk bir ücreti Grieg’e tahsis etti. İşte bu para, Grieg’i maddi sıkıntılardan kurtardı ve ona üzüntüsüz çalışma imkânını sağlamış oldu.
Grieg, 1880 yılında, artık dünyanın her yerinde tanınıyordu. Leipzigli basımcı ve Grieg’in yakın dostu Doktor Max Abraham, sanatçının bütün elyazmalarını satın alıp sırasıyla yayımladı. Bu durum, Grieg’in Norveç dışında büsbütün tanınmasına neden oldu. O sıralarda, sanatçının birkaç yıldır düzenlemekte olduğu turneler de devam ediyordu. Avrupa’nın büyük şehirlerine eserlerini idare etmeye davet edilen sanatçı ve bu konserde Grieg’in şarkılarını okuyan eşi Nina Hagerup, Londra, Paris, Leipzig, Viyana, Varşova ve Prag gibi, dönemin tanınmış sanat merkezlerinde başta taşındılar.
(Plak 4: La-minör Konçerto, 1. Bölüm)
Günün birinde Grieg’in 60. doğum yıldönümü, memleket içinde ve dışında heyecanla kutlandı. Bu münasebetle 500’den fazla tebrik telgrafına ve mektubuna cevap veren sanatçı, kendi özgeçmişini yazan tanınmış yazar Gerhard Schjeldedup’a gönderdiği bir mektupta şöyle diyordu: “Bu hal benim için, hayatımda hakikaten ender rastlanan bayramlardan biri oldu. Kalbim en derin minnet hisleriyle doluydu; çünkü bu kadar dostum olduğunu bilmiyordum”.
17 yaşından beri hastalıkla boğuşmak zorunda kalmış olan Grieg’in sağlık durumu, ileri yaşlarda büsbütün bozuldu. Bu ve buna benzer acılar, sanatçının yaratma enerjisini de devamlı olarak sarsıyordu. Ancak Grieg, her şeye rağmen, çok sevdiği dağ gezmelerinden kendini bir türlü mahrum bırakamıyordu. Grieg, en çok acı çektiği anlarda bile, sanat adamlarının hemen hepsinde görülen özlü bir mizaha sığınıyor, ancak bu mizah, ona muhtaç olduğu gücü sağlayabiliyordu. Hattâ sanatçı, en son piyano kompozisyonu olan “Duyuşlar” adlı eserini 1905 yılında Leipzig’deki basımcısına gönderirken, kaleme aldığı bir mektupta şöyle diyordu: “Eğer Pegasus (ilham atı) koşmuyorsa, bilmeli ki o bir Roma Asinus’undan (Roma merkebinden) daha kötülemiştir; onu ne kadar dövsen, ne kadar sopa çekten de o yerinden kımıldamamak için o derece fazla inat edecektir. Ve ben Hayvanları Koruma Derneğine üye olduğum için, bu zavallı hayvanı da biraz korumaya mecburum”.
(Plak 5: Troldhaugen’de bir düğün, Piyano)
Böylelikle kendini, yerinden kımıldamaya takati kalmamış bir mahlûka benzeten Grieg, 60 yıllık bir ömrün son enerjilerini de harcamış olmasına rağmen, konser turnelerinden kolay kolay vazgeçemiyordu. Sanatçı, 1907 yılının Nisan ayında yaptığı Berlin ve Kiel turnelerinde, geniş bir sanatsever kitlesi tarafından, artık son olarak alkışlandı. Hattâ, gücü olmadığı halde bu yorucu seyahatlerden yılmayan sanatçı, durumunu şöyle açıklıyordu: “Şimdi artık dünyanın her yerine eserlerimi idare etmeye davet ediliyorum. Bu hal talihin benimle alayı değil de nedir?”.
Grieg, 1907 yılının yaz aylarını nefes darlığı ve uykusuzlukla geçirdi. Aslında sanatçı, hayatının son aylarında, Leipzig’in en büyük müzik basımevi olan Peters müessesesinin, Norveç’te, Troldhaugen fiyordunda kendisine hediye ettiği villada oturuyordu. Ancak bu çok sevdiği sakin yuva bile sağlık durumunun bozukluğundan dolayı, artık ona beklediği huzuru veremedi. Grieg’in Christiania’ya dönmek konusundaki ısrarlarını reddeden doktor, onu asıl vatanı olan Bergen’e götürdü ve oradaki hastaneye yatırdı. Grieg, 1907 yılı Eylül ayının dördüncü günü, hiç acı çekmeden, aynı hastanede hayata gözlerini kapadı.
Ancak işin önemli tarafı, vasiyetnamesinin okunmasından sonra başlıyordu. Bu vasiyetname gereğince Grieg, çok sevdiği Bergen kasabasını servetinin biricik varisi olarak gösteriyor ve 300.000 Krondan oluşan banka mevduatını ise bu kasabanın müzik çalışmalarına tahsis ediyordu. Aynı zamanda sanatçı, kitaplarını, notalarını ve şahsına ait olan arşivini de yine bu mütevazi kasabanın kütüphanesine hediye etmeyi ihmal etmemişti. Bu gözleri yaşartan sonuç karşısında, yalnız Bergen değil, bütün Norveç, hattâ bütün İskandinav memleketleri, Grieg gibi bir sanat adamını kaybetmenin ne demek olduğunu büsbütün anladı. Sanatçının ölüm günü, Kralice Maud ve Alexandra ile Rusya Çarı’nın annesinin huzurunda, Christiania’nın millî tiyatrosunda önemli bir tören yapıldı ve bu törende Norveçli yazar Björnson’un oğlu Björn Björnson, Grieg hakkında bir konuşma yaptı.
Yine aynı gün, Norveçli yazar İbsen’in “Peer Gynt” dramının, Ase’nin ölümü ile biten ilk bölümünün, Grieg’in yazdığı müzikle oynanması, törende bulunanları candan sarstı. Nihayet Grieg de, dostlarının ve sanatseverlerin gözü önünde ebediyete terk edildi; onun bir avuç külü, çok sevdiği Troldhaugen fiyordunun yalçın kayalıkları arasındaki bir kovuğa bırakılıverdi. Tanınmış bir yazarın dediği gibi, şimdi artık bu bir avuç külü, yalnızca doğanın kutsal sessizliği çevrelemektedir; bir zamanlar Grieg’in, yuvasından bizzat seyrettiği Nordaa denizinin dalgaları, bu külün sonsuz nağmelerini dile getirmektedir.
(Plak 6: Peer Gynt, Ase’nin ölümü)