Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

DOSYALAR / CARL EBERT

CARL EBERT'İN ARDINDAN…

Cevad Memduh ALTAR

(Meydan dergisi, Ağustos 1980, Sayı: 584-66)

            Çağımızın ünlü tiyatro adamı Carl Ebert’in geçenlerde Los Angeles’te 93 yaşında hayata gözlerini yumması, bizleri yürekten duygulandırdı. Bu büyük insan, 1935-36 yıllarında faaliyete geçen Ankara Devlet Konservatuvarı’nın Tiyatro ve Opera Bölümlerinin, daha sonraki yıllarda da Devlet Tiyatro ve Operası'nın kurucusuydu ve dokuz yıl süreyle yönettiği bu kurumlarda, birçok yetenekli sahne sanatçımızın yetişmesine olanak sağlamıştı.

          Kendisiyle uzun yıllar bir arada çalışabilmenin mutluluğuna ermiş ve ondan çok şey öğrenmiş olduğum için, Ebert’in ölüm haberini alır almaz, geçmiş yılların unutulmaz günleri kafamda bir sinema şeridi gibi canlanıverdi; bir çoğu henüz bilinmeyen bazı önemli anı ve olayları olduğu gibi  yazmayı görev bildim.

            1935 yılıydı. Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki Sanat ve Müzik Tarihi hocalığından, Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğü Şube Müdürlüğüne nakledilmiştim; güzel sanatlar alanında girişilecek bazı önemli hareketlere yardımcı olacaktım.

            1934 yılında, Abidin Özmen’in Millî Eğitim Bakanlığı zamanında, Atatürk’ün direktifleriyle Ankara’da toplanan uzmanların raporu uyarınca, Bakanlıkta bir Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kurulacak, sonra da ele alınacak birçok önemli işler arasında, Ankara’da bir Devlet Konservatuvarı faaliyete geçirilecekti. 1935 yılında Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan idi. Berlin Müfettişliğinden Bakanlık Teftiş Kurulu Başkanlığına getirilen Cevat Dursunoğlu, Berlin’den ayrılmadan önce, zamanın ünlü orkestra şefi Wilhelm Furtwängler (1888-1954) ile görüşmeye memur edilmiş ve onun önerisine uyularak, ön planda ünlü alman bestecisi Paul Hindemith’in (1895-1963) Ankara’ya davet edilmesi ve müzik alanında girişilecek reform hareketlerine yardımcı olması kesinleşmişti. Nitekim Hindemith Ankara’ya geldi (1935). Sürekli bir hizmet kabul etmedi; Türkiye’ye arada sırada gelip, yapılacak işleri denetleyip rapor vermesi üstünde anlaşmaya varıldı. Hindemith, bir süre sonra dört rapor verdi ve bu raporları dilimize çevirmeye Bakanlık beni memur etti.

            İlk iş olarak, Ankara’daki Musiki Muallim Mektebi’nin öğrencileri arasından seçilen elemanlarla, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın sınıfları, Cebeci’deki Musiki Muallim Mektebi’nin içinde idareten kuruldu.

            Paul Hindemith, Devlet Konservatuvarı’nın Tiyatro ve Opera Bölümleri’nin başına, o sıralarda Buenos Aires’teki Alman Operası’nın başında bulunan Carl Ebert’in getirilmesini önerdi. Bakanlık, uzmanın bu isteğini benimsedi ve Carl Ebert başkente davet edildi. İş bununla bitmemişti; aynı yıl Devlet Konservatuvarı’na ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na Almanya’dan yirmiden fazla uzman gelmiş ve sözleşmeli olarak hizmete başlamıştı. Benim işim, dışarıdan angaje edilecek uzmanlarla meşgul olmak, dış yazışmaları yönetmek, öteki işlere bakmak ve ayrıca Devlet Konservatuvarı’nda Sanat ve Müzik Tarihi hocası olarak çalışmaktı.

            Önce Carl Ebert’ten 24 Ocak 1936 tarihli şu telgrafı aldık: “Perşembe sabahı 7.35de İstanbul’dayım”. Sonra da Muhsin Ertuğrul’dan Cevat Dursunoğlu’na 2 Şubat 1936 tarihli şöyle bir telgraf geldi: “Prof. Ebert yarın sabah trenle Ankara2ya vasıl olacaktır. Kendileri namı âlilerine karşılanmış ve teşyi edilmiştir, saygılar”.

            1936 yılının serince bir Şubat günüydü. Heyecanlıydım, çünkü o sabah Ankara garında Prof. Ebert’i ve ünlü mimar Hans Pölzig’i karşılamakla görevlendirilmiştim. Tren Ankara garına tam vaktinde girmişti. Ne var ki yataklıdan güler yüzlü üç yabancı indi ve bunların birbirlerini iyi tanıdıklarını sonradan anladım. Gelen yabancılardan, resimlerden hemen tanıdığım biri Prof. Carl Ebert idi; öteki ikisi de zamanın iki büyük mimarı olan Hans Pölzig ile Ankara’da Devlet Mahallesi’ni ve Parlamento binasını inşa etmekte olan Holzmeister idi. Konuklara gereken yardımı yaptım. Holzmeister ayrıldı. Ebert ile Pölzig’i, önce Ankara Palas oteline götürdüm; sonra da hep beraber Bakanlığa gittik. Bakan Saffet Arıkan, ikisiyle de görüştü. Uzmanlar, Cevat Dursunoğlu ile de görüştüler. Mimar Hans Pölzig, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin Mimarlık Bölümü’nün başına yönetici olarak angaje edilmek üzere başkente davet edilmişti. Hattâ bu konuda kendisiyle bir sözleşme imza edildi: Pölzig, birkaç gün içinde evini İstanbul’a nakletmek üzere Berlin’e döndü; sonra da ölümü haberini aldık ve üzüldük.

            Carl Ebert’in Ankara’ya ayak bastığı günün sabahı, ünlü aktör Raşit Rıza ile görüşmesi gerekiyordu. Bakanlığın Ulus’taki yanan binasının üst katındaki Teftiş Kurulu Başkanının odasında, Carl Ebert ve Raşit Rıza buluştular. Bu konuşmada Raşit Rıza, Carl Ebert’e Türk sahne sanatının çeşitli kolları ve İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun tarihsel gelişimi üstünde ayrıntılı bilgi verdi ve Ebert bu karşılaşmaya çok memnun oldu.

            Carl Ebert, Buenos Aires’ten geliyordu. Hitler Almanyası’ndan umudu kestiği için oraya gitmiş ve oradaki Alman Operası’nın başına geçmişti. Ebert, uzunca bir süre Ankara’da kalmayı, Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşuna yardım etmeyi çok istiyordu. Birkaç gün sonra Bakanlıkta sözleşme imzalandı ve kısa bir süre sonra da ailesi Ankara’ya geldi; Ebert işe başlamıştı.

            Bütün bu olayların, bugün 45. yılını da arkaya atmış olan Devlet Konservatuvarı’nın, Devlet Tiyatrosu ve Operası’nın kuruluşları bakımından olağanüstü nitelikte bir sanat olayı olduğunun, o günlerde pek farkında değildik. Hattâ bu kuruluşla, ileride dünya sahnelerinde, konser salonlarında hayranlıkla alkışlanacak Türk sanatçılarının yetişeceği, tüm dünyaya hitap eder güçte müzik eserlerinin, ulusal Türk operasının yazılıp oynanacağı düşüncesinden de henüz pek uzaklardaydık. Nitekim bu kuruluşun taşıdığı anlama ancak yılları arkaya attıkça yaklaşabildik.

            Carl Ebert’in, özü geleneğe ve çağdaş bilimin ortak tekniğine dayalı eğitim ve öğretimi altında, Devlet Konservatuvarı’nın Şan Bölümü öğrencileri ile Tiyatro Bölümü öğrencileri, Batı sahne literatüründen seçilmiş klasik eserleri, bir iki yıl içinde Türkçe metinlerle oynayabilecek düzeye yaklaşmışlardı. Durum Atatürk’e aksetmiş, bu habere çok memnun olan Devlet Başkanı, Bakan Saffet Arıkan’a, “Sorunuz bakalım Prof. Ebert’e, memleketimizde kaç yıl sonra Türkçe metinli bir opera oynayabilecek?” demiş. Bakan da, yanlarında benim de bulunduğum bir sırada bu soruyu aynen Ebert’e nakletti ve şöyle dedi: “Cumhurreisimiz, çocuklarımızın bir operayı, baştan aşağı Türkçe sözlerle ne zaman oynayabileceklerini öğrenmek istiyorlar, ne dersiniz?”. Ebert de bu soruya, gülümseyerek, “Beş yıl sonra, sayın Bakan” cevabını verdi. Bu çok önemli diyalog, beni büsbütün şaşırtmıştı; hattâ itiraf edeyim ki Ebert’in samimiliğine gölge düşüren düşüncelere bile kapılmaktan kendimi alamadım!

            İşte Carl Ebert, kendince en yüksek ideal bildiği bu yeni ve taze göreve öylesine yorulmak bilmez bir çabayla başlamıştı ki, Mozart’ın (1756-1791) on üç yaşında yazmış olduğu 1 perdelik “Bastien und Bastienne” adlı komik-opera, kuruluşundan üç yıl sonra, öğrenciler tarafından büyük bir başarıyla oynandı ve bu olay, Carl Ebert’in içtenliğine duyduğumuz sevgi ve sempatinin daha da güçlenmesine olanak sağladı; hepimizin çalışma şevkimizi arttırdı. Ne var ki bu sevinç yanında, önlenmesi olanaksız çok büyük bir acımız da vardı: büyük önder Atatürk, yıllardır beklediği bu sanat olayını göremeden, bir süre önce ölümlü dünyaya gözlerini yummuştu.

            Carl Ebert’in ve çocuklarımızın başarısı, yalnız Mozart’ın 1 perdelik “Bastien ve Bastienne” operasının oynanmasıyla statik bir döneme girmiş değildi. Tiyatro Bölümü öğrencileri de Molière’in (1622-1673) “Gülünç Kibarlar” ve Maeterlinnck’in (1862-1949) 1 perdelik “Bir Evin İçi” adlı eserlerini büyük başarıyla oynadılar.

            Tiyatro Bölümü öğrencilerinin Molière ve Maeterlinnck temsillerinin yanı başında Opera Bölümü öğrencileri de yeni eserlere yönelmiş ve Ebert’in planlı eğitimi altında İtalyan Verismo (Gerçekcilik) türünün en büyük ustası olan Giacomo Puccini’nin (1858-1924) “Madame Butterfly” ve “Tosca” operalarının sadece 2. perdelerinin sahneye konabilmelerini mümkün kılacak bir düzeye erişmişti; her iki perde de bir yıllık bir fasıla içinde başarıyla oynanmış ve basında büyük yankılar uyandırmıştı. İşte bu eserler, Devlet Tiyatrosu ve Operası repertuvarının 1 numaralı oyunları olmanın niteliğini kazanmış oldular.

            Öte yandan, zamanın kalbur üstü kalem sahipleri arasında, Devlet Konservatuvarı’nın başarısını dile getirme yolunda dikkate değer bir yarış da başlamış oldu. Nitekim ünlü yazarlarımızın eleştirilerinden derlediğim irili ufaklı fıkralar bile olayın büyüklüğünü yansıtmaya yetecek nitelikteydi ve bu yazarlar kronolojik sıraya göre şöyle diyorlardı:

            “Türk zekâsının, ilim gibi sanatın her dalında metodla çalışırlarsa, hep böyle başarılar yaratacağına şüphe yok. Buna o gece bir kere daha iman ettim.” (Halit Fahri Ozansoy, 1939); “Geçen sene Devlet Konservatuvarı öğrencileri tarafından oynanan Madame Butterly operasının ikinci perdesi bizleri Avrupa sahnelerine bile nasip olmayan bir hadise ile karşılaştırmıştı… Tosca’nın ikinci perdesini seyredenler, mukakkak ki, kurulması geç kalmış olan Türk operasının artık sağlam temellere dayandığına inanarak salondan çıkmışlardır.” (Nahit Sırrı Örik, 1941); “Biz operayı, bir zümre içinde değil, bir millet için hazırlıyoruz…”(Akagündüz, 1941) “Devlet Konservatuvarı çetin bir imtihan vermiş ve muvaffak olmuştur… sanat kültürünün doğması için mektebin mevcut olması lâzım geldiğini kabul etmek mecburiyetini duyarız… Maeterlinnk’in “Bir Evin İçi” ismindeki eserini oynamak kolay değildir… Bu eser Konservatuvar’a imtihanda kasten çıkarılmış çetin bir sualdir… Konservatuvar talebeleri bu cesareti göstermişler ve muvaffak da olmuşlardır… Tasavvur edin ki aynı talebeler biraz sonra Molière gibi çok güç bir mevzuu ellerine almışlar ve “Gülünç Kibarlar”ı hiç yadırgamadan temsil etmişlerdir… bu genç istidatlar, iki sanat iklimini hiç yadırgamadan, hiçbir aksaklık göstermeden değiştirmesini kolayca bilmişler ve ikisine de ayrı ayrı intibak ettiklerini göstermişlerdir. Bu bir “comedien” hasletidir… Molière’i temsil edebilmek bir tiyatro kültürü meselesidir. Bu kültürün tekevvününü [var oluşunu] konservatuvara borçluyuz. Konservatuvardan dostum Nurullah Ataç’ın da teslim ettiği gibi çok şeyler bekliyoruz.” (Mümtaz Faik Fenik, 1941).

            Carl Ebert, yazarlarımızın da üstünde önemle durmuş oldukları gibi, ulusal kültüre dayalı bir Devlet Tiyatrosu ve Operası’nın kurulabilmesi için, uluslararası geleneğin gereği olarak, her şeyden önce uluslararası nitelikte klasik literatürden seçilecek belli başlı örnekleri iyice tanımanın ve tanıtmanın zorunlu olduğuna inanıyor ve ancak böylesine bir uygulayışı değerlendirmeye büyük önem veriyordu. Kaldı ki memleketimizde de önce Batıdan aktarma bir repertuvar oluşturma yolunda girişilen çabayla ulusal eserler verebilme dönemine de girilmiş ve çağdaş nitelikli ulusal Türk tiyatro eserleri ile operaları, hattâ baleleri, ancak böylesine bir dönem içinde oluşup gelişme aşamasına ayak basabilmiştir; ve Carl Ebert’in böyle bir dönemin doğmasına katkısı, -dolaylı da olsa- inkâr edilemez bir gerçek olmanın önemini taşımaktadır.

            Madalyonun ters tarafı
Carl Ebert’in Ankara’da geçen dokuz yıllık faaliyetinin tümüyle taşsız ve dikensiz bir ilerleyişle oluşup gelişmiş olduğunu düşünmek hatadır; şimdi de işin pek bilinmeyen yönlerine değinelim:

            Dokuz yıllık sürenin sonunda Bakanlıkça sözleşmesi ansızın yenilenmeyen Carl Ebert, 1945 yılında Londra’ya gitmiş ve kendisini yıllardır beklemekte olan Mr. Christi’nin Glyndebourne’daki özel operasında her yıl tekrarlanan Mozart Festivalleri’nin başına geçmişti. Bunun sebebi neydi? İşte ben bu sebebi bugüne dek çözmeyi başaramadım. Yalnız çok yakından bildiğim bazı dikkate değer noktaları, olduğu gibi açıklamanın da yerinde olacağı kanısındayım.

            Carl Ebert, Devlet Konservatuvarı kurulup faaliyete geçerken, Bakanlığın planına göre, Paul Hindemith ve Muhsin Ertuğrul ile işbirliği yapacaktı; bu hususta kendisiyle tam bir anlaşmaya varılmıştı. Muhsin Ertuğrul da yanında Galip Arcan ile birlikte Ankara’ya gelmiş ve çalışmalarına başlamıştı. Ne var ki bu işbirliği çok kısa bir süre içinde hayal oldu ve Muhsin Ertuğrul, ne olduğunu hâlâ bilemediğim bir nedenle işi bırakıp İstanbul’a döndü. Buna Ebert de çok üzüldü. Sadece Galip Arcan, işine sımsıkı sarılmış olarak görevini uzunca bir süre sürdürdü. Bu durum karşısında Cevat Dursunoğlu ve Ebert İstanbul’a Muhsin Ertuğrul’u aramaya gittiler, ama kendisiyle bir anlaşmaya varamadan Ankara’ya döndüler. Ankara’ya bir daha gelmeyen Muhsin Ertuğrul’un, “Ben her işimde lokomotif idim, artık furgon olamam!” demiş olduğunu, daha sonraları onun yakınlarından işittim.

            Carl Ebert, kendisinin Türkiye’ye angaje edilmesine neden olan Paul Hindemith ile de mutlu bir işbirliğini gerçekleştirmede başarılı olamadı. Çünkü Hindemith müzikçi olduğu için, bu sanatın geniş bir kolu olan opera çalışmalarında, Ebert’in sorumluluğu tek başına üstlenmesini uygun bulmuyor, bu yüzden arada bir sert tartışmalar oluyor ve bu hal vakit vakit çalışma uyumunu da bozuyordu. Paul Hindemith için opera sanatı, her şeyden önce müzikti ve müzik uzmanı olarak Ankara’ya davet edilmişti. Ebert ise, Muhsin Ertuğrul misali, bu işte yalnız kendisinin lokomotif olduğu prensibinde ısrarla direnmiş ve Hindemith’i işine karıştırmamakta azimli davranmıştı. Nihayet bu işi olumlu bir sonuca bağlayabilme umut ve isteği ile, Ulus’taki yanan Bakanlık binasının alt katında, Dursunoğlu’nun çalışma odasında geçen uzun görüşme ve tartışmalardan sonra, her iki uzmanın yapacağı işler yazılı ve imzalı bir protokole bağlandı. Ama iş gene de umulan bir düzene sokulamadı; her iki uzman da hayatlarında bir daha karşılaşmamak üzere birbirlerinden dargın ayrıldı! Bir türlü uygulanamayan bu anlaşmanın imzalandığı oda, güpegündüz loş, hattâ karanlık bir oda olduğu için, bu mutsuz protokolü aramızda “Kuyu Dibi Antlaşması” olarak adlandırmıştık!

            1945 yılına giriyorduk. Ben esasen 1943 yılından beri Bakanlıktan ayrılmış ve yeni kurulmakta olan Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde Radyo Dairesi Müdürlüğü görevine atanmıştım; bu nedenle Carl Ebert’ten de uzak kalmıştım ve kendisini ancak arada sırada görebiliyordum. O sıralarda Ebert, “Carmen” operasının sahneye konması hazırlıklarıyla meşguldü. Ama sözleşmesi yenilenmedi ve Ebert ansızın Londra’ya dönmek zorunda kaldı. Bütün bu işlerde Carl Ebert’in bilmediği daha başka bir şey vardı ki, bunu Ebert’in duymamasına büyük özen gösterilmişti: Ebert’in, hazırlıklarını hayli ilerletmiş olduğu “Carmen” operasını sahneye koymak üzere, yanılmıyorsam Yunan asıllı rejisör Renato Mordo Ankara’ya davet edilmiş, hattâ kendisiyle gizlice sözleşme de imza edilmişti. Bunları ben de uzaktan uzağa duyuyor, böyle bir şeyin gerçek olabileceğine bir türlü akıl erdiremiyordum.

            Carl Ebert gitmiş, kısa bir süre sonra da Mordo gelmiş, “Carmen”i o çalıştırmaya başlamış ve eninde sonunda eser Renato Mordo tarafından sahneye konmuştu. Bunun sebebi neydi? Bu iş neden böyle olmuştu? Bunları hâlâ bilemiyorum. Yalnız Ebert’in bunu İngiltere’de öğrendiğini, bunun kendisinden gizli yapılmış olmasının nedenine bir türlü akıl erdirememiş olduğunu ben de sonradan işittim ve çok üzüldüm. Dokuz yıl geceli gündüzlü çalışmanın ve Devlet Konservatuvarı ile Türk Devlet Tiyatrosu ve Operası’nı kurmanın böylesine bir davranışla sonuçlanmış olması cidden hazindi.

            Aradan altı yıl daha geçmişti. Basın Yayın’da Radyo Dairesi Müdürlüğü görevini yürütüyordum. Günlerden bir gün telefon çaldı; kendisinin Millî Eğitim Bakanı olduğunu söyleyen bir zat, görüşmek üzere beni Bakanlığa davet ediyordu. Bakanlık makamına henüz getirilmiş olan rahmetli Tevfik İleri’yi tanımıyordum. Ertesi sabah Bakanlığa gittim. Bakan bana Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğünü teklif etti; uzun uzun konuştuk. Bu teklif, sekiz yıldır uzak kaldığım Millî Eğitim hizmetine tekrar dönmemi gerektiriyordu. Buna çok sevindim ve teklifi memnunlukla kabul ettim. Yalnız Bakanın benden hemen yapmamı istediği çok önemli bir hizmet vardı; o da İngiltere’ye gidip Ebert’i bulmam ve gönlünü yapıp Türkiye’ye getirmemdi. Bakan bu hizmeti ancak Carl Ebert ile uzunca yıllar çalışmış ve onunla yakın bir dostluk kurmuş olan benden bekliyordu.

            Birkaç gün içinde tayin kararnamem imzadan çıktı ve İngiltere Büyükelçiliğimiz kanalıyla Glyndebourne’daki Carl Ebert’ten randevu alındı. Maliye Bakanlığı Merkez Veznesine yol ödeneğimi almaya gitmiştim. Şimdiki Bakanlığın alt kat koridorunda giderken, gülümseyerek yaklaşan tanımadığım bir zat ile karşılaştım; yanında kimse yoktu, ama yüzü de bana yabancı gelmiyordu. Bu zat bana gülerek, “Burada bir işiniz mi var?” dedi. Bir yanlışlığa neden olmamak için ben de kendisini tanıyormuş gibi davrandım ve yolluğumu almaya geldiğimi söyledim. Elimden tuttu, “Gelin biraz görüşelim” dedi ve binanın tam ortasındaki üstü kırmızı kaplı uzun ve geniş bir merdivenden çıkmaya başladık. Bu zat kimdi? Nereye gidiyorduk? Hâlâ anlayamamıştım. Ama merdivenin ortasına yaklaşmıştık ki, koridordaki odacıların telaşla ortadaki büyük kapıyı açmaya koşmalarından, beni odasına götüren zatın, Başbakanlık görevini henüz üzerine almış olan Adnan Menderes olduğunu anladım.

            Odaya girdik. Beni karşısına oturttu, hal hatır sorduktan sonra, “Sizden bir ricamız var” dedi; ve ne yapıp yapıp küskünlüğünü giderip Carl Ebert’i Ankara’ya getirmemi, kendisine selam ve saygılarıyla ricasını iletmemi söyledi. Yeni görevimde başarılar diledi ve “Yolculuğunuz hayırlı olsun” sözleriyle beni uğurladı. Teşekkür edip ayrıldım.

            Bir hafta kadar sonra Glyndebourne’daydım. Carl Ebert beni görünce nasıl sevindi anlatamam. Ebert, Mozart Festivalleri’nin kurucusu olan Mr. Christi ile beni tanıştırdı. Festivaller, Ortaçağ’dan kalma Gotik bir İngiliz şatosunda yapılıyordu ve Mr. Christi bu şatonun sahibiydi. Ancak 400 seyirci alabilen salonun abonman biletlerinin birkaç yıl öncesinden satılıp bittiğini öğrendiğim zaman hayrete düşmüştüm.

            Carl Ebert’in gönlünü almak, tahmin ettiğim gibi güç olmadı. Ama ne var ki Ebert’in Türkiye’ye sürekli olarak gelmesi artık olanaksızdı, çünkü Ebert, Berlin Devlet Operası’nın Genel Müdürlüğü ve Baş Rejisörlüğü sorumluluklarını üstlenmişti; ve ayrıca her yıl Glyndebourne Mozart Festivalleri’ni yönetme görevini de üzerine almıştı. Carl Ebert Ankara’ya ancak 1952 yılında bir iki hafta için gelip, Devlet Konservatuvarı ile Devlet Tiyatrosunu ve Operasını denetleyip rapor verebileceğini ve bu arada Shakespeare’in bir eserini de sahneye koyabileceğini söyledi ve bu önerisi Bakanlıkça kabul edildi. Ebert, 1952 yılında Ankara’ya geldi, eliyle kurup geliştirdiği atmosferin içine yeniden girmesi onu son derece mutlu kılmış, kırgınlık ve küskünlükler ortadan kalkıvermişti. O tarihlerde Devlet Tiyatro ve Operası kadrolarında önemli görevler üstlenmiş bulunan sanatçılarımız da yıllar sonra hocaya tekrar kavuşabilmenin mutluluğuna ermişlerdi.

            Ebert, Ankara’daki bu kısa çalışmaları esnasında gerekli inceleme ve denetlemeyi yapmış, Bakanlığa çok yararlı bir rapor sunmuş, ayrıca Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası” adlı ünlü eserini akla hayale sığmayan nitelikte sahneye koymuştu ki, bu oyunu kendisi de “Hayatımın en mutlu anısı” olarak tanımlamaktan kendini alamamıştı.

            1957 yılında Günel Sanatlar Genel Müdürü idim. Görev gereği Berlin’e gitmiştim ve Carl Ebert ile de randevum vardı; Berlin Ebert’in 70. doğum yılını kutluyordu. Bakanlıkça Ebert’i gene Ankara’ya davet etmem isteniyordu. Kendisiyle anlaşmaya vardık ve Ebert 1958 yılında kısa bir süre için Ankara’ya gelmiş, ilgili kurumlarda incelemeler yapmış, bu kez de bir rapor vererek Berlin’e dönmüştü.

            Aradan on bir yıl daha geçmişti. Bu kez de İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi’nin, yani o zamanki adıyla İstanbul Kültür Sarayı’nın uluslararası planda açılış töreni yapılacaktı. İşte o zaman Millî Eğitim Bakanlığı, büyük bir kadirşinaslık eseri olarak Carl Ebert’i, son yıllarda yaşadığı Los Angeles’den bu törene davet etmişti. Bakanlığın bu davranışı hepimizi sevindirdi. İki yıldır ben de emekliydim, beni lütfedip törene davet ettiler. 12 Nisan 1969’daki bu karşılaşma ne yazık ki Carl Ebert ile son karşılaşmamız oldu. Bir aralık İstanbul Festivalleri’nin hazırlıklarına ben de yardım etmiştim. Ebert ile bu konuda uzun uzadıya mektuplaşmış ve festivallere yardım hususunda kendisinden kesin vaat de almıştık, fakat bu husus gerçekleşemedi.

            Carl Ebert’in bir süre önce Birleşik Amerika’da 93 yaşında ölümü şüphesiz tabii bir ölümdü, ama bizleri gene de yürekten üzdü, çünkü eşsiz bir hocayı kaybetmiştik. Yetenekli Türk sanatçısının yalnız yurt içinde değil, yurt dışında, hattâ zamanla Scala Tiyatrosu ve New York Metropolitan Operası çapındaki sahnelerde bile heyecanla alkışlanmalarına giden yolu ilk önce Carl Ebert aşmıştı; işte insanlık böylesine bir Carl Ebert’i kaybetti.