Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

BELGELERÇEŞİTLİ BELGELER

1 “Ludwig van Beethoven” broşürü
(Ölümünün 115inci yıldönümü
ve 9uncu senfoninin
memleketimizde ilk çalınışı
münasebetiyle)

Maarif Vekilliği
Maarif matbaası,
İstanbul, 1942

 

DOKUZUNCU SENFONİ HAKKINDA

Richard Wagner

 

Giriş

            Vaktiyle bir adam vardı, bu adam bütün düşündüklerini, bütün duyduklarını, seslerin diliyle, hem de En Büyük Üstat kendisine nasıl ilham ettiyse, öyle anlatmak isterdi; bu dille söylemek onun için en samimi bir ihtiyaçtı, bu dilin söylediklerini anlamak onun için en içten bir mutluluktu, yoksa malı mülkü, neşesi azdı, ve bütün dünyaya karşı pek iyi duygular beslemesine, pek müşfik olmasına rağmen, onu sıklıkla gücendirirlerdi. Ancak onun biricik mutluluğunun da elinden alınması mukadderdi – sağır oldu ve artık kendine ait olan o yüksek dili de anlayamaz bir hale geldi; ah evet, kendi kendini büsbütün konuşmaktan mahrum etmesine ramak kalmıştı, ama onu koruyan ilâhî el bu işi önledi, o neleri duyuyorsa yine onları anlatmaya devam etti; fakat artık bu seferki duyuşlar her zamankinden büsbütün başka ve mucize türünden duyuşlardı; herkesin kendisi için neler düşündüğü, neler hissettiği artık onu ilgilendirmiyordu, böyle şeylere kulak asmıyordu; artık onun danışabileceği tek yer, yalnız kendi iç âlemi ve ulaşabileceği tek yer ise, bütün duyguların, bütün özlemlerin en derin köşeleriydi; demek ki o ne harikulâde bir âleme göçmüştü; işte o, bu âlemde etrafını görebiliyordu, hem bu âlemde işitiyordu da, çünkü orada işitmek için maddi duyuların hiçbirisine ihtiyaç yoktu; orada yaratmak da, yaratılmanın zevkine varmak da aynı şeydi. Ancak bu âlem, ne yazık ki yalnızlığın âlemiydi. Bu derece saf bir çocuk sevgisiyle dolu olan bir kalbin, sürekli olarak böyle bir âlemde kalmasına imkân var mıydı? Bu zavallı adam gözlerini etrafını çeviren dünyaya dikmişti, bir zamanlar tatlı bir esrime içinde onu coşturan doğaya dikmişti, kendine çok yakın hissettiği insanlara dikmişti. Bu adam derin bir hasretin etkisi altındaydı ve bu hasret onu tekrar dünyaya dönmeye, dünyanın neşesini, mutluluğunu yeniden tatmaya teşvik ediyor ve zorluyordu.

            Şimdi bu kadar büyük bir istekle sizlere haykıran bu zavallı adamla karşılaşsanız, hiç aldırış etmeden çekilip gider misiniz? Bu adamın dilinden hayret ederek hiçbir şey anlamadığınızı zannetseniz, bu adamın ifadesi sizlerde acayip bir etki uyandırsa, kulağınıza alışmadığınız bir tarzda çarpsa, acaba birbirinize, bu adam ne söylüyor diye sorar mısınız? A evet, onu anlayınız, onu bağrınıza basınız, onun dilindeki mucizeyi hayretle dinleyiniz, bu dilin yepyeni zenginliği içinde şimdiye kadar hiç duyulmadık bir olgunluğu, bir asaleti hemen göreceksiniz, çünkü bu adam Beethoven’dir ve sizlere hitap ettiği dil de en son senfonisinin sesleridir ki, bu hayret edilecek adam, bütün acılarını, bütün hasretini, bütün neşesini, şimdiye kadar eşi görülmemiş bir sanat eseri haline bu senfonide koymuştur.

Dokuzuncu senfoni programının açıklanması

            Bu çok yüksek ve anlam dolu senfoniyi tam olarak anlamak ve onunla bir bağlantı kurmak isteyen, ancak böyle bir eseri ilk dinleyişte istediği sonuca varamayan bir kimsenin karşılaşacağı güçlükleri göz önüne alarak, sayıları şüphesiz pek de az olmayan bu gibi dinleyicilere gereken yardımı gösterme girişiminin yerinde olacağı kesin. Bu yüzden –aslında herkese kendi yürek gözüyle anlayabildiği nispette içyüzünü belli eden–  Beethoven eserlerinin, kesin olarak anlaşılmalarına yardım için değil de, bilakis sanat bakımından nasıl düzenlenmiş olduklarını, hiç olmazsa bazı yorumlara dayanmak suretiyle açıklamak gereklidir. Bu gibi eserler, gerek sanat içeriklerinin özellikleri, gerek taklide hiçbir zaman uygun olmayan o her zamanki yenilikleri içinde, yeteri kadar hazırlıklı olmadığı için kolayca yanılabilecek bir dinleyiciye, mahiyetlerini pekâlâ gizleyebilirler. O halde yalnızca müzik âletleriyle çalınan yüksek bir müziğin, her şeyden önce, sözlerle anlatılamayan şeylerin seslerle anlatılması şeklinde kabulü gerekir ki, bu önemli görevin tam olarak yerine getirilmesi imkânsız olsa da, sırf yorumlama yoluyla, yani Beethoven’in eserleriyle hiçbir zaman doğrudan doğruya ilgili olmamalarına ve bestecinin salt müzik yaratmalarının içyüzünü eksiksiz anlatacak bir durumda bulunamamalarına rağmen, ancak büyük şairimiz Goethe’nin sözlerine bağlanmak suretiyle yaklaşabilmemiz mümkündür. Nitekim yalnız Goethe’nin sözleri, bu yolda bir müzik eserinde bulunan yüksek duyguları bütün derinliğiyle anlatabilecek bir halde olduğuna göre, bu türden bir müzik karşısında hiç heyecan duymadan çekilip gitmektense, daha başka bir açıklama bulunamamasından dolayı, Goethe dizelerinin yaratacağı havaya bağlanmak şüphesiz daha doğru olur.

Senfoninin birinci bölümünün açıklanması:

            Neşeye ulaşmak ülküsüyle didinen bir ruhun, bizleri dünya mutluluğundan mahrum bırakmak isteyen düşman kuvvetlerin baskısını önlemek uğrunda göze aldığı büyük bir kavganın, bu bölümün esasını oluşturduğu düşünülebilir. Burada daha hemen başlangıçta, sanki uğursuzluklarla dolu bir örtünün altından bütün çıplaklığıyla, bütün gücüyle sıyrılıp çıkan ana temanın, belki de eserin ruhuna az çok uyan bir Goethe dizesiyle tercümesi mümkündür:

                        “Mahrum olman lazım senin! Senin mahrum olman lazım!”

            Aynı zamanda bu derece müthiş  bir düşmana karşı, burada soylu bir inatla, erkekçe bir karşı koyma çabasına rastlamaktayız, Bu çaba, birinci bölümün ortalarına doğru gitgide düşman gücüyle açık bir çatışma halini almaktadır. İşte bu çatışma içinde, âdeta güçlü kuvvetli iki pehlivan gözümüzün önünde canlanır; sonunda birbirini yenemeyen bu pehlivanların her ikisi de bir süre sonra bu boğuşmadan vazgeçerler. Bütün bu mücadele esnasında bazen kendini gösteren tek tük parıltılar arasından âdeta bizleri arar gibi görünen mutluluğun acı gülümsemesi de gözümüze çarpmaktadır; aslında hepimizin o mutluluğu elde etmeğe çabaladığımız, ama tam ona ulaşacağımız zaman, o hilekâr düşman tarafından tekrar önlendiğimiz bilinmektedir. Bizleri korkunç kanatlarının gölgesiyle örten bu düşman, uzak bir lütfa dikilmiş gözlerimizi de bulandırır; böylelikle tekrar karanlık bir düşünceye dalarız ki, bu düşünce, yine inatla karşı koymaya devamı ve bizden neşeyi çalan iblisle boğuşmayı yeniden göze alma kararından başka bir şey değildir. Bu suretle, şiddet, direnme, boğuşma, hasret duyma, ümit etme, neredeyse geçirme ama tekrar kaybetme, yeniden arama, yeniden kavgayı göze alma gibi birbirini izleyen şeyler, müzikteki yorulmak bilmez bir hareketin esas unsurlarını oluştururlar ve bu hareket, eserin akışı esnasında birkaç kere, her şeyi önleyen bir mutsuzluk halini alır. Goethe buradaki mutsuzluğu şu sözlerle anlatmaktadır:

                        “Sabahları yalnızca korkuyla uyanırım,
                        Acı gözyaşları dökmek, ağlamak isterim,
                        Çünkü rüyamda öyle bir gün görürüm ki,
                        O gün benim hiçbir dileğim yerine gelmez,
                        Zaten benim kendi arzum, içimde beliren istekleri
                        Yine kendi eleştirip yok eder;
                        Heyecanlı ruhumun yarattığı her şeyi, hayatın binbir adiliği
                        İçinde, yine kendi arzum mahveder,
                        Ah, hele karanlık bastırınca,
                        Yine aynı korkuyla yatağıma uzanırım,
                        Fakat aradığım huzuru yine bulamam,
                        Bu sefer de vahşi rüyalar beni korkutur durur…”

            Bu bölümün en sonunda, bu karanlık ve neşesiz havanın gitgide dev gibi büyüyüp, müthiş bir soyluluğun verdiği heybetle bütün evreni kaplayarak dünyadan pay almak istediği anlaşılır, ancak Tanrı dünyayı neşe için yaratmıştır.

Senfoninin ikinci bölümünün açıklanması:

            Bu ikinci bölümün daha ilk ölçülerinin ritmi, içimizde derhal vahşi bir istek uyandırır. Bu istekle yepyeni bir dünyaya gireriz ve bu dünya içinde bir esrimeye doğru sürüklenir gideriz; burada ümitsizlik tarafından sürüklendiğimiz halde kendi kendimize uçtuğumuzu sanan bizler, bu durumun verdiği azap ve durmak dinlenmek bilmez bir didinme içinde, sanki daha başka ve bizce bilinmeyen bir mutluluğu tutmaya çalışırız; çünkü daha önceden gördüğümüz ve gülümsemesi bizlere uzaktan akseden o eski mutluluk, artık bizden tamamen uzaklaşmış ve bizim için kaybolmuş gibidir. Goethe bu arzuyu bizlere şu sözlerle anlatmaktadır:

                        “Artık neşeden eser kalmadı,
                        İnsanları coşturan, insanları acıyla peşinden koşturan
                        Bu zevkten, ben artık tamamen uzak kaldım!
                        Bırak, o en sıradan duyguların derinliğinden
                        Yüzümüze parlayan ihtiraslar artık dinlensin!
                        Sırlarına varılamayan o sihirli örtülerin altında,
                        Bize zaten her mucize hazır!
                        Yoksa biz kendimizi, zamanın dalgasına,
                        Zamanın hadiseleri arasına bırakıverelim!
                        Ancak böyle yaparsak, ıstırap, zevk,
                        Hiddet veya başarı gibi şeyler,
                        İstedikleri gibi birbirlerinin yerini alıp dururlar,
                        Burada yalnız adam, hiç dinlenmez, yalnız didinir!”

            Bu bölümde orta cümlenin derhal başlamasıyla, önümüzde maddi bir hevesin ve mütevazı bir neşenin yarattığı sevinç sahnesi birdenbire açılır; burada sık sık işitilen sade bir tema, oldukça basit bir neşeyi ifade etmek ister gibi görünür; bu hal, saf ve mütevazı bir neşenin ortaya çıkmasından başka bir şey değildir. Şimdi bu mütevazı sevincin ne olduğunu Goethe’nin açıklamasıyla anlamaya çalışalım:

                        “Burada halkın her gün bir bayramı vardır,
                        Bu bayramın şakası da, sevinci de pek azdır.
                        Herkes daracık raks halkasının
                        Bir yerinden tutar döner.”

            Ancak bu derece sınırlı bir sevinci, öteden beri aradığımız mutluluğu yakalamak için yaptığımız yarışın hedefini bilmemize pek tahammülümüz yoktur. Nitekim bu sahneye çevrilen gözlerimiz artık hiçbir şey göremez olur; kendimizi, ümitsizliğin verdiği ıstırapla, tekrar bulmaya çalıştığımız mutluluğa doğru bizi hiç durmadan koşturan o yorulmaz içgüdüye yeniden terk etmek için, yüzümüzü bu sahneden çeviririz. Ancak ne yazık ki, aradığımız mutluluğa bu şekilde rastlayamayız, çünkü bu bölümün sonunda yine o ilk karşılaştığımız mütevazı neşenin sahnesine geri döneriz, ama bu sahneyi, gözümüze göründüğü anda, büyük bir kederin verdiği hızla iteriz, kendimizden uzaklaştırırız.

Senfoninin üçüncü bölümünün açıklaması:

            Bu bölümde işiteceğimiz sesler, ruhumuza büsbütün başka hitap ederler! Bu sesler, ümitsizlikten korkuya kapılmış bir ruhun göze aldığı inadı, vahşi arzuları, ne temiz, ne ilâhi bir teselli içinde yumuşatmış, ne içli bir duyuş haline getirmiştir. Bu hal tıpkı, içimizde bir hâtıranın uyanışına benzer, hem de vaktinde tadılmış temiz bir mutluluğun hâtırası:

                        “Göklerin sevgisi olan o öpüş,
                        Mukaddes bir günün ağırbaşlı sessizliği içinde bana koşup gelmişti.
                        Tam o sırada, sanki bütün bunları evvelden biliyormuş gibi haykıran
                        Çan sesleri etrafta çınlamağa başlamış,
                        Bunu bir ibadet ve içten gelen bir tadış izlemişti.”

            Bu hâtıra ile beraber, içimizde yine o tatlı hasret canlanır; bu hasret burada ikinci temada kendini ne kadar güzel belli etmiştir; bu temanın altına, ancak Goethe’nin şu sözlerini koymakla buradaki anlamı en iyi bir şekilde ifade etmiş oluruz:

                        “Ne olduğu anlaşılamayan lütuf dolu bir hasret,
                        Beni ormanlarda, çayırlarda dolaştırıyordu,
                        Gözlerimden binlerce sıcak yaş dökülürken
                        Önümde bir dünya açılıyor sandım.”

            Burada sanki aşkın hasretine, daha parlak bir ifade canlılığı içinde, yine o ümidi vaat eden, insanı bütün tatlılığıyla teselli eden ilk tema cevap veriyormuş gibidir; arkasından ikinci temanın tekrar duyulmasıyla, aşk ile ümidin, acı çeken ruhumuz üzerindeki tatlı telkinlerini tekrar elde edebilmeleri için, âdeta birbirlerini kucakladıkları hissi içimizde uyanır:

                        “Ey gökten gelen sesler, neden beni bütün şiddetinizle, bütün tatlılığınızla
                        Şu toz toprak içinde arayıp duruyorsunuz?
                        Sizler, yumuşak kalpli insanların bulunabileceği yerlerde
                        Haykırsanız daha iyi edersiniz.”

Burada, daha hâlâ kendini koruyabilen bir kalbin, bütün bu sesleri, sakin bir çaba içinde sanki kendinden uzaklaştırmak istediği duyulur; ama bu seslerin tatlı kudreti, bizim esasen yumuşamış inadımızdan daha tesirli olduğu için, kendimizi bütün şiddetiyle bu lütuf dolu müjdenin temiz bahtiyarlığı içine atarız:

                        “Ey göklerden inen tatlı şarkılar, bırakın duyulsun sesiniz,
                        İşte gözyaşlarım dökülüyor ve ben yine arzın elindeyim.”

            Evet, burada yaralı ruhun tekrar iyileştiği, kuvvetini ve yükselme cesaretini tekrar elde etmeğe başladığı görülür ki, bu yükselişi, cümlenin sonlarına doğru tam bir zafer ilerleyişi halinde görür gibi oluruz; ancak bu yükseliş, daha önce yaşanan fırtınaların etkisinden tamamen kurtulmuş değildir. Nitekim önceden çekilen acının ara sıra görünmesini, yeniden sükûnet veren, lütuf dolu bir kuvvet derhal önler ve artık dağılmış olan fırtına, bu kuvvetin önünde, tıpkı arkası gelmeyen, sönen bir şimşek gibi hemen akar gider.

Senfoninin dördüncü bölümünün açıklaması

            Üçüncü bölümden dördüncü bölüme geçerken duyulan müthiş haykırmayı, ancak Goethe’nin şu sözleriyle en iyi bir şekilde yorumlayabiliriz:

                        “Fakat, ah, içimde ne kadar iyi niyetler beslesem de,
                        O aradığım sevincin göğsümde akışını daha hâlâ duyamadım!
                        Ama bunu düşünebilmek bile hoş bir gaflet!
                        Ey sonsuz tabiat, seni nerenden tutayım bilmem ki!
                        Hani nerde tabiatın memeleri? Yerle göğün sallandığı,
                        Heyecanı azalmış bir ruhun hasretini çektiği hayat kaynakları nerde?
                        Sizler böyle taşınız, sizler her yere boşalınız da yalnız ben böyle
                        Nafile yere didinip durayım öyle mi?”

            Bu son bölümde Beethoven müziği oldukça konuşur bir hal almağa başlar. Burada müzik, ilk üç bölümde sonu olmayan bir anlatış gibi varlığını doyurarak ilerleyen öz enstrümantal (yalnız sazlarla çalınan) müzik karakterini bırakır; artık burada müzik şiirinin devamı kesin bir sonuca lüzum göstermektedir; öyle bir sonuç ki, ancak insan diliyle anlatılabilmesi mümkün olan bir sonuç. Üstadın o anda, artık işitilmesi bir zaruret halini almış olan insan dilini ve insan sesini, esere, önce bas çalgıların, dinleyenleri sarsan reçitatifleriyle hazırlayarak sokması, şaşılacak bir şeydir. Bu reçitatif, eserdeki salt müzik gereklerini büsbütün bırakmış olarak, bütün âletleri sanki kuvvet ve duygu dolu bir ifade ile artık bir sonuca doğru zorlarcasına kendini gösterir ve nihayet sade olduğu kadar da yüksek bir neşe içinde titreyen dalgalar halinde ve diğer âletleri de kendisiyle beraber sürüklemek suretiyle, bir şarkı konusu (teması) halini alır ve böylelikle zorlu bir yükseliş gösterir. Gerek reçitatif, gerek bu reçitatifin başvurduğu bu en son deneme, ne olduğu belli, kesin ve neşe içinde geçen bir mutluluğu bir kere daha âletle anlatmak istemesinden başka bir şey değildir. Fakat burada önüne geçilemeyen asıl unsurun (neşenin), böyle bir kısıtlamaya boyun eğmeyerek, fırtınalı bir deniz gibi köpürdüğü, tekrar durulduğu ve tatmin edilmemiş bir ihtirası uyandırdığı, vahşi, karmakarışık bir haykırışın daha büyük bir kudretle kulağımıza geldiği görülür. Ve o anda bir insan sesi, parlak, emin bir anlatış ile, âletlerin gürültüsünü karşılar ve burada Beethoven’in az sonra insan sesinin söyleyeceği şeyleri önce âletlere söyletmesinden dolayı, üstadın ilham cesaretine mi, yoksa o derin samimiyetine mi şaşılması lazım geleceği bir türlü kestirilemez.

                        “Ey dostlar, bu seslerle değil, artık bize daha hoş seslerle,
                        Neşe dolu seslerle hitap edin!”

            İşte bu kelimelerle, esasen karmakarışık olan hava içinde bir ışık belirir; artık burada kesin ve ne olduğu belli bir ifade elde edilmiştir ki, o âna kadar yalnız sazlarla çalınan bir müziğin hakimiyeti altında bulunan bizler, anlatılması istenilen şeyi, artık bu ifade içinde, bütün parlaklığıyla ve açıklığıyla duyarız ve bu hal, öteden beri neşeyi bulmak yolunda sarf edilen ezici çaba karşısında, sımsıkı tutulması gereken en büyük mutluluktan başka bir şey değildir.

                     2 “Ey tanrıların güzel alevi neşe ,
                        Ey Eliziyum’un kızı, neşe,
                        Senin mabedine biz coşarak giriyoruz, ey ilâhi neşe.
                        Âdetlerin, nizamların birbirinden kesin olarak
                        Ayırdığı şeyler, ancak senin sihrinin
                        Altında yine birleşirler,
                        Senin o tatlı kanadının altında,
                        Bütün insanlar kardeş olacaklar!

                        Bir dostun dostu olmak bahtiyarlığı kime nasip olmuşsa,
                        Kim kendine asil bir kadın bulmuşsa,
                        Neşemize katılsın!
                        Evet, hattâ bu dünyada bir dost kalbi bulup da
                        Kendine mal etmeyi bilen bir insan da
                        Bu neşeye katılsın!
                        Bütün bu işleri görmeyi başaramayan bir kimse,
                        Kendini bu birlikten ağlayarak ayırsın!

                        Bütün varlıklar tabiatın göğsünden neşe emer dururlar;
                        Bütün iyilikler, bütün kötülükler hep o neşenin
                        Güller dolu izinden yürürler!
                        Bize öpüş veren, bize üzüm salkımı veren,
                        Bize dostluğu ölümde denenmiş bir dostu veren de
                        Hep bu neşedir!
                        Doğada gözle görülmeyen en ufak bir kurda bile şehvet verilmiştir;
                        Tanrının önünde de melekler durur!”

            Bu sözler söylendikten sonra, ancak cesur ve savaşçı bir kimsenin ağzından çıkabilecek seslerin akisleri kulağımıza gelmeye başlar. Âdeta bir sürü gencin önümüzden akıp gittiğini görür gibi oluruz ve bu akıştan kulağımıza akseden şen ve kahramanca bir cesareti ancak şu kelimeler ifade edebilir:

                        “Tanrının güneşleri şu muhteşem semada nasıl uçuyorsa,
                        Sizler de yolunuzda öyle yürüyün kardeşler,
                        Neşe ile yürüyün, tıpkı bir kahramanın zafere
                        Yürüyüşü gibi yürüyün.”

            Bu cümle bizi, sanki neşe ile başarılmakta olan ve mahiyeti yalnız çalgılarla anlatılan bir boğuşma sahnesine götürür; burada, az önceki gençlerin, kendilerini zafer amacı yalnız neşe olan bir savaşa cesaretle attıklarını görürüz ve burada bir kere daha Goethe’nin şu sözlerini kullanmak zorunda kalırız:

                        “Özgürlüğe ve hayata kavuşmak,
                        Bu iki unsuru her gün  yeniden fetheden                  
İnsana ancak nasip olur.”

            Aslında elde edileceğine şüphe olmayan zafer, artık mücadeleyle ele geçirilmiştir; harcanan kuvvetin ödülü neşenin gülümsemesidir; ve burada neşe, yeniden elde edilen bir mutluluğun bilinci içinde kopardığı büyük bir sevinç çığlığıyla kendini hissettirir:

                        “Ey tanrıların güzel alevi neşe,
                        Ey Eliziyum’un kızı, neşe,
                        Senin mabedine biz coşarak giriyoruz, ey ilâhi neşe,
                        Âdetlerin, nizamların birbirinden kesin olarak
                        Ayırdığı şeyler, ancak senin sihrinin
                        Altında yine birleşirler,
                        Senin o tatlı kanadının altında,
                        Bütün insanlar kardeş olacaklar!”

            Ancak neşenin o yüksek hazzı içinde kabarmış göğsümüzde, bütün insanlık için verilmiş olan bir sevgi kararı işitilir; yüksek bir vecit içinde bütün insanlığı kucakladıktan sonra, doğanın büyük yaratıcısına döneriz ve onun mutluluk veren varlığını, ağzımızdan tam bir bilinçle çıkan “evet” haykırışıyla ilan ederiz –ve onu, bize görünmemesi sırrının en yüksek ânında, birdenbire yırtılan maviliğin arasından âdeta görür gibi oluruz:

                        “Ey milyonlar, kucaklayın birbirinizi!
                        Bu öpüş bütün dünyanın olsun!
                        Kardeşler, şu yıldızlı kubbenin üstünde,                   
                       Şefkatli bir baba olsa gerek!
                        Yerlere mi kapanıyorsunuz, ey milyonlar?
                        Yaradanı seziyor musun, ey dünya?
                        Sen onu yıldızlı kubbenin üstünde ara!
                        Yıldızların üstünde bulunur o.”

            Artık bu görünür hakikat karşısında, insanı mutlu eden bir inanca hak kazanmış olduğumuz anlaşılır: bu inanç, her insanın neşe için yaratılmış olmasıdır. Bu durum karşısında, güçlü bir kanaatle birbirimize şöyle haykırırız:

                        “Ey milyonlar, kucaklayın birbirinizi!
                        Bu öpüş bütün dünyanın olsun!”

            Sonra şunları okuruz:

                        “Ey tanrıların güzel alevi neşe,
                        Ey Eliziyum’un kızı, neşe,
                        Senin mabedine biz coşarak giriyoruz, ey ilâhi neşe.”

            Şimdi Tanrı’ın kutladığı geniş bir insan sevgisini içinde taşıyan bir birlik içinde en saf neşeyi tatmaya hak kazanmış durumdayız. Artık o en yüksek heyecanın verdiği titreyişle değil de, bilakis bizlere varlığını duyuran, bütün tatlılığıyla bizleri mutlu eden bir gerçeğin ağzından şu soruyu sorarız:

                        “Yerlere mi kapanıyorsunuz, ey milyonlar?
                        Yaradanı seziyor musun, en dünya?”

            Ve bu soruya şöyle cevap veririz:

                        “Sen onu yıldızlı kubbenin üstünde ara!
                        Kardeşler, şu yıldızlı kubbenin üstünde
                        Şefkatli bir baba olsa gerek!”

            Bize verilen bu mutluluğa ve âdeta yeniden kazanılan bu çocuk saflığı içindeki neşeye sahip olmanın yine bizde uyandırdığı samimi hava içinde, artık kendimizi bu neşenin zevkine kaptırırız: Ah evet, artık ruhumuzun masumluğu yine bize geri verilmiştir ve bu yeniden elde edilen neşenin tatlı kanatları, artık bizi kutlamak için üstümüze açılmaktadır:

                        “Neşe, ey Eliziyum’un kızı neşe,
                        Âdetlerin, nizamların birbirinden kesin olarak
                        Ayırdığı şeyler, ancak senin sihrinin altında
                        Yine birleşirler,
                        Senin o tatlı kanadının altında
                        Bütün insanlar kardeş olacaklar.”

           Artık neşenin bu tatlı mutluluğunu, yine neşeden gelen bir şenlik izler. İşte dünyayı böylece bağrımıza basarız, tıpkı gök gürültüsünün, tıpkı coşan denizden gelen seslerin etrafı kaplaması gibi, vecdin ve sevincin sesi her yeri kaplar ve bunlar, sonsuz bir hareket ve iyilik getiren bir heyecan havası içinde dünyaya can verirler, dünyayı korurlar; ve bütün bunlar, insanlar neşelensinler diye yapılır ve Tanrı bu neşeyi, insanları mutlu etmek için, yine insanlara vermiştir.

                        “Ey milyonlar, kucaklayın birbirinizi!
                        Bu öpüş bütün dünyanın olsun!
                        Kardeşler, şu yıldızlı kubbenin üstünde
                        Şefkatli bir baba olsa gerek!
                        Neşe! Neşe, ey tanrıların alevi neşe!”


1 Richard Wagner’in 1846’da 9uncu senfoniyi Dresden’de ilk defa idare ederken dinleyicilere yaptığı izahın metnidir. (Türkçeye çeviren: Cevat Memduh Altar)

2 Bundan sonraki kıtaların hepsi, Schiller’in “Neşeye Şarkı” şiirinden alınan parçalardır. Bu kıtalar, koro metnine göre, serbest nesir halinde Türkçeye çevrilmişlerdir.