Batıdan kültür alanında ne aldık ve Batıya ne verdik? İşte bu sorun, son zamanlara kadar gereğince ele alınmamış bir araştırma konusu olmanın niteliğini taşımaktadır. Kaldı ki, etnik farklılıklar arasında öteden beri sürüp giden kültür geçişlerinin, karşılıklı bir alışverişin sonucu olduğuna şüphe etmemek gerekir. Ulusların bu tür alışverişlerle, tarihsel akımın en olanaksız sanılan anlarında bile birbirini sessiz sedasız etkilemiş oldukları bir gerçektir. Gerçekten de savaşlar, istilalar, düşmanca karşılaşmalar türünden eylemler bile karşılıklı kültür geçişlerini daha da kolaylaştırmıştır. Etnik ayrılıklar arasında oluşan böylesine bir geçiş, bazen bilinçli bir ilginin etkisiyle meydana gelmiş, bazen de bilinçaltı birikintilerin giderek dış dünyaya yansıması biçiminde ortaya çıkmıştır.
Bütün bunları daha ayrıntılı bir sınıflandırmaya bağlamak amacıyla yapılan araştırmalar genel olarak şu üçlü perspektifin oluşumuna yol açmaktadır: 1) Komşuluk ilişkileri, 2) Terk edilmiş egemenlik bölgelerinde yaşamını olduğu gibi ya da değişik biçimlerde sürdüren kültür gelenekleri, 3) Kesin bir programın gereği olan karşılaşmaların doğurduğu geçişler.
Yukarıda belirtilen bu üçlü görüntünün biraz daha açıklığa kavuşturulması yolunda yapılan araştırmalar ise şu tür ayrıntıların ortaya çıkmasına yol açmaktadır: Kültür ve sanat gelenekleri, değişik formlara ulaşma yolunda gelişinceye kadar varlığını sürdürmekte, yeni ve taze karşılaşmalar ise etnik bünyeyi, her defasında yeni bir aşı faktörü olarak etkilemektedir. Doğanın gelişim yasası gereği olan böylesine bir sürecin, Ziya Gökalp’in (1875-1924) kurala ya da geleneğe bağlılık açısından yapmış olduğu kıyaslamada daha belirgin bir görünüşle dile geldiği görülür. Ziya Gökalp şöyle demektedir: “…Her biri bağımsız ve salt varlığa dayanan kurallar oturdukları yerlerde oturdukları gibi kalırlar ve gelecek yaratmazlar. Gelenek ise yaratma ve gelişme demektir. Çünkü gelenek, çeşitli anları birbiriyle kaynaşmış bir geçmişi, hareket ettiren bir güç gibi arkadan ileri doğru iten doğal bir akıma sahiptir ki, sürekli olarak yeni gelişimler ve eğilimler doğurur. Gelenek, tek başına doğurucu ve yaratıcı olmakla birlikte, kendisine aşılanan yabancı yeniliklerde, damarlarındaki besi suyundan feyiz alarak canlanır ve bayağı taklitte olduğu gibi çürüyüp düşmez…”.(1)
Gökalp’in bu yorumu da gösteriyor ki, İstanbul fatihi II. Mehmet’in (1430-1481) Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik Cumhuriyeti arasında 16 yıl sürmüş olan Mora seferinin hemen arkasından Venedik Cumhuriyeti’nden İstanbul’a bir ressamın gönderilmesini istemesi ve Venedikli ünlü ressam Gentile Bellini’yi (1429-1507) bir yıl süreyle İstanbul’da sarayında kendi konuğu olarak alıkoyması, yukarıda açıklanan üçlü geçişin üçüncü şıkkının gereği olma niteliğindedir. Fatih Sultan Mehmet’in uzun yıllar sürmüş olan Mora savaşını, Venedik Cumhuriyeti’nce ressam Gentile Bellini’nin İstanbul’a gönderilmesi için yapmamış olduğuna bakılırsa (!), kanlı savaş sona erer ermez (1479’da) düşman ülke Venedik’ten bir ressamın hemen İstanbul’a gönderilmesini padişahın bir mektupla istemesinin ciddi bir anlamı olması gerekeceği doğaldır.
Gerçekten de Gentile Bellini’nin Fatih’in konuğu olarak bir yıl İstanbul’da kalıp padişahın o ünlü portresini yapması, Doğu-Batı kültür geçişlerine zamanında yeni bir halkanın daha katılmasına yol açmış, bu olaydan her iki taraf da etkilenirken, Türk resim sanatına ilkel bir perspektifin sızmasını gerektiren bu karşılaşma, İtalyan resim sanatına da Türk dünyasının yansımasına olanak sağlamıştır. Yıllarca önce İstanbul’da bulunmuş olan Dr. F.R. Martin’in meydana çıkarmış olduğu minyatürümsü bir portrenin de Gentile Bellini tarafından yapılmış olduğu sanılmaktadır ki, Doğu-Batı kültür bileşiminin dikkate değer bir örneği olan bu resim de, her iki dünyaya özgü iç ve dış yaşamı tek bir sentezde dile getirmektedir.
Son yıllarda bu konuda Venedik Devlet Arşivi’nde yaptığım araştırmalar, bugüne kadar bilinmeyen önemli bir belgenin daha ortaya çıkmasına yol açmıştır. 22 Nisan 1480 tarihini taşıyan ve İstanbul’dan Venedik maden işçileri yöneticilerine Venedik dilinde yazılmış olarak gönderilen bir mektupla, Fatih Sultan Mehmet, bir yıl öncesine kadar aralıksız 16 yıl savaşmış olduğu bir ülkeden, sanat yeteneğini öteden beri işittiği ünlü bir kılıç kını ustasının da İstanbul’a gönderilmesini istemektedir.(2)
Yapılan araştırmalar, Doğu-Batı kültür geçişleri arasında Türk müzik kültürünün Batıyı geniş ölçüde etkilemiş olduğunu da açıkça ortaya koymaktadır. 16. yüzyıldan beri yeniçeri birliklerini örnek alarak orduya Mehter takımlarına benzeyen mızıka kuruluşlarını katmış olan orta ve güneydoğu Avrupa ülkelerinde, Osmanlı ordularının Mehterhanelerinde kullanılan müzik aletlerinin bir kısmı aynen kullanılmıştır(3); ve böylelikle Türklerin orduya müzik birlikleri de katma fikri Batıda temelden benimsenmiştir. Hattâ 16. yüzyılda Türk ordularıyla savaşan eski Reich’ın orduları, ilk olarak Osmanlı Mehterhanesini bütün özellikleriyle yakından tanıma olanağını elde etmiştir. Bu durum karşısında Batı ordularında 16. yüzyıldan başlayıp 18. yüzyıl sonlarına kadar sürüp gitmiş olan Türk müziği etkisiyle ilgili coğrafya sınırı Alpler ve Karpatlar olduğuna göre, bu gerçeğin orta ve güneydoğu Avrupa gibi iki ayrı bölgeyi etkilemiş olduğu açıkça görülmektedir. Batının bu iki bölgesinde meydana gelen Türk müziği geçişlerinin şu iki ayrı yönden ele alınıp incelenmesi gerekmektedir: 1) Yerel doğrudan etkenler, 2) Savaş ve kuşatmaların neden olduğu geçici ve periyodik etkenler.
Ünlü Bulgar müzikologu ve bestecisi Dr. Peter-Assèn Panòff’un da (d. 1899) söylemiş olduğu gibi, Osmanlı-Reich ilişkilerinde Türklerle savaşan Almanlar, Orta Avrupa’da ilk olarak yeniçeri mızıka birliklerini (Mehterhaneyi) tanımış ve 16. yüzyıldan beri Alman ordularında Türklerin etkisiyle kurulan müzik birliklerine büyük önem verilmiştir. Bu türlü karşılaşmalar dolayısıyladır ki, 18. yüzyıl boyunca da sürüp gitmiş olan temaslar, Türk davulu ile zil ve üçgen türünden aletlerin Reich’ın en eski askerî mızıka birliklerinde yer almasına yol açmış ve yeniçeri mehterhanesi özellikle Orta Avrupa’da büyük ilgi uyandırmıştır. Nitekim 16. yüzyılı izleyen dönemlerde Almanya’daki bazı Warkgraf’lar, ordularına Mehterhaneye eşit müzik birlikleri kurmuşlar ve Prusya kralı II. Friedrich (1740-1786), Türk müzikçilerini sarayına davet ederek, bunların yardımıyla orduda ilk askerî mızıka birliğini kurmuştur.
Bu türden ilişki ve alışverişler arasında, kültür geçişleri açısından büyük önemi olan bir başka olay da, savaşları izleyen barış antlaşmaları uyarınca geçici süreler için karşılıklı olarak gönderilen elçilerle ilgili törenler ve bu törenlerin yarattığı etkenlerdir. Gerektiğinde beş ila yedi yüz kişiyi bulan elçilik heyetlerinde genişçe kadrolu birer Mehterhane de yer almakta ve bu birlikler, gerek seferde gerek menzile vardıktan sonra, düzenli icra seansları uygulamaktaydı. Bundan dolayı yabancı ülkeler halkı ve bu arada yabancı müzikçiler, Türk elçilik heyetlerinin bazen bir yılı aşan görevi süresince hemen her gün Türk müziğini orijinal kapsam ve biçimiyle doğrudan dinleyebilme olanağını elde etmiş ve bu tür karşılaşmaların direkt etkisi altında kalan Batılı müzikçiler, eserlerinin arasına Türk karakterinde eserler de yazıp katmanın gayretine düşmüşlerdir. Örneğin Orta Avrupa bestecileri arasında özellikle Joseph Haydn (1732-1809), Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1791), Ludwig van Beethoven (1770-1827) ve İtalyan besteci Giacchino Rossini (1792-1868) gibi büyük çaptaki sanatçıların Türk müziği ya da Türk konulu müzik türünden yazmış oldukları eserlerin, doğrudan dinlenen Mehter müziklerinin etkisiyle yazılmış Türk karakterli yaratılar olduğu bir gerçektir.
Türk müziği olma niteliğinden doğal olarak yoksun bulunan bu yabancı kaynaklı Türk müziklerinin ne de olsa Türk musikisinin orijinal şekliyle dinlenmesinden meydana gelmiş esinlenişler olarak benimsenmesi gerekir. Gerçekten de büyük sanatçı Ludwig van Beethoven, Viyana’da herhalde birinci elden dinlemiş olduğu özgün Türk müziğinin ne derece etkisi altında kalmış olacak ki, böylesine bir kültür akışının gereği olarak 9. Senfoni’sinin sonuna da Türk müziği katma isteğine kapılmıştır (1824). O halde Beethoven’in insan sesi için işlenmiş koro ve solo partilerini de kapsayan 9. Senfoni’yi yazmak için Osmanlı Mehter müziğini Viyana’da yakından dinlemiş, zafer ve yenilmezlik havası yaratan bu müziğin etkisi altında eserinin son bölümüne yönelmiş olduğu bir gerçektir. Aksi takdirde 9. Senfoni’nin kendi eliyle yazılmış ilk projesinde yer alan şöylesine bir tasarı ile karşılaşmak nasıl mümkün olurdu?: “…Alman senfonisi, ya önce varyasyonlu bir başlayışı koro izleyecek, sonra esere girilecek, ya da eser varyasyonsuz olacak, senfoninin sonu Türk müziği ve koro ile bitecek”. İşte kültürün Doğu-Batı akışının Beethoven çapında bir sanat büyüğünü ne derece etkilemiş olduğunu açıkça ortaya koyan bir belge. Ludwig van Beethoven son büyük eseri olan 9. Senfoni’sini bu proje gereğince oluşturmuş ve senfoninin en sonundaki orkestral dokunun bir bölümüne Türk Mehterhanesi egemen olmuştur.
Türk müzik kültürünün Beethoven’den 159 yıl önce de Batıyı etkilemiş olduğunu, tarihteki bir olayın perspektifinde incelemek mümkündür; şöyle ki: 1665 yılında, yani ikinci Viyana kuşatmasından 18 yıl önce, Osmanlı padişahı IV. Mehmet’in (1641-1692), Türklerle Avusturyalıları oldukça hırpalamış olan korkunç savaşın sonunda imzalanan barış antlaşması uyarınca, Alman imparatoru I. Leopold (1658-1705) nezdine Kara Mehmet Ağa’yı (ölümü 1683) görevlendirerek göndermiş olduğunu ve 299 kişilik elçilik heyetinde de genişçe kadrolu bir Mehterhanenin yer almış bulunduğunu, geçen yıl Viyana Ulusal Kitaplığı’nın yazma eserler bölümünde yaptığım araştırmalar sonunda meydana çıkardığım bir belgeyle saptamış buluyorum. Kaldı ki, Kara Mehmet Ağa’nın yurda dönünce IV. Mehmet’e sunmuş olduğu Viyana Sefaretnamesi de halen İstanbul’daki Millet Kitaplığı’nın yazma eserleri arasında bulunmakta, fakat Viyana kitaplığında bulduğum belge kadar ayrıntılı bilgileri içermemektedir (Millet Kitaplığı yazmaları No. 846).
Aralarında Kara Mehmet Ağa’nın (Paşa’nın) oğlu ve ünlü Türk yazarı Evliya Çelebi’nin de bulunduğu Hammer tarihinde açıkça belirtilen elçilik heyeti, Viyana surlarına yaklaşır yaklaşmaz, kalabalık bir halk kitlesi ile esnaf dernekleri, atlı ve yaya askerler ve imparatorun temsilcileri tarafından parlak bir törenle karşılanmış ve bindirilmiş Mehterhanenin gülbank sesleri arasında Viyana’nın Kärntherthor kapısından girerek, kentin içindeki Leopoldstadt mevkiine kadar ilerleyen heyet, kendilerine tahsis edilen binalara yerleştirilmiş, Kara Mehmet Paşa birkaç gün sonra I. Leopold’ün huzuruna kabul edilerek IV. Mehmet’in mektup ve hediyelerini imparatora törenle sunmuş, ziyaretlerde bulunmuş ve gelen heyetleri kabul etmiştir. Elçilik heyetinin Viyana’da kaldığı 9 aylık süre içinde Kara Mehmet Paşa Leopoldstadt’taki binada her gün öğleden sonraları divan kurmuş ve Mehterhane divan süresince gülbank vurarak halka ve bu arada müzikçilere Türk musikisini özgün kapsam ve biçimiyle dinletme olanağını sağlamıştır.(4)
1956 yılında Viyana Üniversitesi ve Avusturya Sanatlar Akademisi’nce, W.A. Mozart’ın 200. doğum yılı nedeniyle düzenlenen Mozart Kongresi’nde okuduğum tebliğde(5), -Osmanlı İmparatorluğu tarihini yazan Avusturyalı tarihçi Hammer’e atfen- Kara Mehmet Ağa’nın 1665 yılında Osmanlı padişahı IV. Mehmet tarafından Avusturya imparatoru I. Leopold nezdine büyükelçi olarak gönderilmiş olduğuna değinmiş ve elçilik heyetinde yer alan Mehterhanenin 9 ay süreyle ve her gün öğleden sonra düzenlenen seanslarda Viyana halkına özgün Türk müziği dinletmiş olduğunu, hattâ müzik sanatında Viyana Klasikleri türünün kurucuları olan Haydn, Mozart ve Beethoven’in bile bu tür müzikten doğrudan etkilenerek Türk müziği karakterinde eserler verme gayretine düşmüş olmalarının güçlü bir ihtimal sayılması gerekeceğini söylemiştim.
Kongrede değindiğim konuyu daha da deşmek ve Doğudan Batıya yönelen kültürel etkenlerin daha görünür bir belirliliğe bağlanmasını sağlamak amacıyla tasarladığım arşiv araştırmalarına başladım ve sadece Hammer ile yetinmeyip bu kişinin kısaca değinip geçtiği bazı önemli belgelerin yeniden ve derinliğine incelenmesinin zorunlu olduğu kanısına vardım. Bu konuda her şeyden önce şu iki önemli belgenin incelenmesini gerekli buldum: 1) Alman imparatoru I. Leopold’ün, Osmanlı elçisi Kara Mehmet Ağa’yı karşılayıp elçilik heyetinin Viyana’da ikameti süresince iaşe, ibate, izaz, ikram ve her çeşit ağırlama işleriyle görevlendirmiş olduğu saray müşaviri Lorenzo de Churelichz’in imparatora sunduğu rapor, 2) Kara Mehmet Ağa’nın Viyana’dan dönüşte padişah IV. Mehmet’e sunmuş olduğu Viyana Sefaretnamesi.
Kara Mehmet Ağa’nın 12 sayfalık ve rık’a hattıyla yazmış olduğu Viyana Sefaretnamesi’ni, İstanbul Millet Kitaplığı’nın yazma eserler endeksinde bulup incelemiş ve tam kopyasını almış bulunuyorum.
Bostancılıktan yetişmiş olup (H. 1075, M. 1664/65) büyükelçi olarak Beylerbeyilik payesiyle Viyana’ya gönderilmiş bulunan (H. 1076, M. 1665-66) Kara Mehmet Aga(6), çok kısa tuttuğu sefaretnamesinde heyetin Viyana’ya kadar gidişinde, orada 9 ay süreyle kalışında ve yurda dönerken gördüğü şeylerle Viyana surlarının ölçüsü üzerine IV. Mehmet’e bilgi vermektedir.(7)
1664 yılında meydana gelen, ağır ve her iki tarafı oldukça yıpratan bir savaştan hemen sonra oluşan bu karşılaşmanın, Doğu-Batı kültür akışıyla ilgili yönüne gelince: Bu konu, önce Kara Mehmet Ağa’nın 12 sayfalık Viyana Sefaretnamesi açısından ele alındığı takdirde, paşanın çizdiği şu enteresan tablolarla karşılaşılmaktadır: “…Viyana’ya doğru yola çıktık, Yanık kalesine yaklaştığımızda burada bulunan yaya ve atlı erler bizleri alay düzeniyle karşıladılar ve bizler de adımlarımızla alay düzeninde bayrak ve sancaklarımızı açıp, davul ve dübeklerimizi döğdürerek kaleye yakın bir yere vardık…”.(8)
Alman imparatoru I. Leopold’ün saray müşaviri Lorenzo de Churelichz’in çok uzun tutulmuş olan raporunda ise (135 sayfa), Türk elçisinin Viyana’ya aynı şekilde yaklaşmış olduğuna değinilmektedir. Bu rapora dayanan tarihçi Hammer, Türk elçilik heyetinin kente 8 Haziran 1665 tarihinde büyük bir törenle girip ilerlemesi esnasında, Kara Mehmet Ağa’nın Sefaretnamesinde yazdığı gibi yalnız davul ve dümbeleklerin döğülmüş olduğuna değil, kente giriş ve kentte ilerleyiş süresince Mehterhanenin de savaş havaları çalarak ilerlemiş olduğunu açıkça belirtmekte(9) ve kısaca şöyle demektedir: “…Elçilik alayı, Schwechat’tan itibaren parlak bir törenle ilerlemeye başlamış ve heyete hoş geldiniz demek üzere saray mareşali ile heyetin iaşe ve ibate komiseri olarak görevlendirilen von Ugarte karşıcı gelmişti. Elçilik heyeti, en önce kentin esnaf loncaları temsilcileri… atlılar, daha sonra imparatorun ve saray mareşalinin maiyetleri, Sultanın imparatora hediye ettiği at yedekte, daha sonra ağalar, tuğ taşıyan yeniçeri ve hemen arkasından imparatorun iki borazancısı, saray mareşali ile saray komiseri arasında, imparatorluk mareşali tarafından gönderilen muhteşem bir atın üstünde büyükelçi, saray tercümanı, büyükelçinin oğlu, bir imam ve bir kadı arasında yürüyen içoğlanları, subaylar, mühürdar, hazinedar… kâhya, divan efendisi ve büyükelçinin kırmızı bayrağı önünde Türk musikisi çalan Mehterhane ve üstü kırmızı örtü ile örtülü olup içinde padişahın imparatora sunduğu hediyeler bulunan araba yer almış olarak ilerlemişti…; …heyet, günde beş kez cemaatle namaz kılmış, büyükelçi her gün öğleden sonra divan kurmuş ve Mehterhane gülbank vurmuştur…”.
Hammer, elçilik heyetindeki Mehterhanenin her gün gülbank vuruşu ile ilgili bilgileri hangi belgelere dayanarak açıkladığını belirtmemiş, Kara Mehmet Ağa’nın ise Sefaretnamesinde sadece tabel (davul) ve nakkarelerden (dümbelek) bahsetmiş olduğuna bakılırsa, Hammer’in bu bilgileri saray tercümanı Meninski’nin raporundan almış olacağı kanısı ağır basmaktadır.(10)
Hammer’in aksine olarak Kara Mehmet Ağa’nın Viyana Sefaretnamesi’nde, heyetin kente tabel ve nakkareleri döğdürerek girmesine Avusturya makamlarınca önce izin verilmemiş olduğuna değinilmekte ve kente giriş şöyle açıklanmaktadır: “…Viyana’ya vardığımızda, bayraklarımızı açıp davul ve dümbekleri döğdürerek kente girmemize izin verilmeyip, bugüne dek böyle bir şey yapılmamıştır, bütün kayıtlara baktık böyle bir şey hiçbir vakit olmadığı için sizlerin de bundan vazgeçmeniz gerektir, diye önlemeye çalıştılar ve imparatorun buna izin vermediğini söylediler. Ama biz de cevabımızda, oraya dostluk ve sevgi için geldik, bu tutumunuzun dostlukla bir ilgisi yoktur, eğer amacınız düşmanlık ise bu davranışlardan vazgeçin, dedik ve isteklerimizde ısrar ettiğimiz için deilediğimiz gibi harekete uysal davranmak zorunda kaldılar. Surlara iki saat mesafeye kadar yaklaştığımızda Avusturya piyade ve süvarileri bizleri karşılamaya geldiler…”.(11)
Avusturya saray müşaviri Lorenzo de Churelichz ise, imparatora sunduğu 135 sayfalık, 30 Mayıs 1665’ten 20 Mart 1666 tarihine kadar elçilik heyetiyle geçen eylemleri içine alan İtalyanca raporunda yer yer şöyle demektedir: “…Hiçbir büyükelçiye yapılmamış olan parlak bir törenle karşılamak için sayın bakan, Viyana’dan gelen bütün süvari ile durdu… böylece kalkavad (süvari yürüyüşü) yola düzüldü… büyükelçinin maiyeti ikişer ikişer ve kendilerine özgü boru, zil, zurna gibi Türk çalgılarının ahengi içinde ve üç sancak dalgalanmış olarak geliyordu…” (Sayfa 35).
Şimdi de saray müşaviri Churelichz’in Türk elçilik heyetinin Viyana’ya yerleştikten sonraki müzik eylemleriyle ilgili notlarına değinelim: “…Bundan başka Osmanlı elçisi bütün adamlarıyla, istediği yere atlı olarak gitmek için büyük bir özgürlüğe sahip olduğundan ve bu özgür davranışı yalnız Viyana kenti ve yöresi için değil, aynı zamanda majestelerinin sarayının önüne kadar sürdürmeye yetkili olmasından dolayı, büyükelçi böylesine bir özgürlükten yararlanarak borular, davul, dümbelekler, zurnalar ve daha başka aletlerle imparatoriçelerin çok sevilen bahçesine ve dinlenme yerlerine kadar gitmiştir…” (Sayfa 55). “…Artık akşam oluyordu… büyükelçi bir seccade üzerinde namaz kılmak istedi, sonra atlara binilerek bütün maiyetiyle çalgılar ve borularla imparatoriçenin kapalı bir pencere arkasında bulunduğu mahalden geçildi…”. “…Sonra majeste imparatorun büyükelçiye son mülâkatı vereceği zaman da gelmişti… kesin hareket günü olarak 13 Mart tespit edildi… Büyükelçi, davul, dümbelek, zurna ve borularını çaldırarak ve sancaklarını açtırarak parlak bir törenle yavaş yavaş gemilere doğru hareket etti…” (20 Mart 1666) (Sayfa 103).
Alman imparatoru I. Leopold’ün saray müşaviri Lorenzo de Churelichz raporunda, 299 kişilik elçilik heyetinde yer alan 70 kadar önemli kişinin adlarını ve sıfatlarını teker teker vermektedir (Sayfa 125-131).(12) Kara Mehmet Ağa’nın elçilik heyetinde gösterilen Mehterhane musikişinasları, Lorenzo de Churelichz’in İtalyanca raporundaki numaralı listede şu sıraya göre yer almaktadır:
39- Mehterbaşı (Maestro di capella)
40- Fifrelerin başı
41- Ömer bey, birinci boru
42- Birinci davul
43- Baş timpanist
44- Baş zilci
45- Başka müzikçiler (17 kişi)
54- Kornacı ve kornettacı (3 kişi)
Yukarıdaki listede açıklanan İtalyanca adlı enstrüman türlerine göre sayıları 26’ya varan Mehterhane musikişinaslarının hangi aletleri çalmakta olduklarını ve bu aletlerin Türk musikisindeki adlarını kesin olarak saptamaya şimdilik olanak sağlanamamıştır. Batı arşivlerinde konumuzla ilgili daha başka belgelerle de karşılaşmış bulunuyorum. Venedik ve Viyana arşiv ve kitaplıklarında yapılacak sürekli araştırmaların Doğu-Batı kültür geçişlerinin henüz bilinmeyen daha başka yönlerini de kanıtlayacak ilginç belgelerin ortaya çıkmasına olanak sağlayacağına şüphe etmemek gerekir.
Cevad Memduh ALTAR
(Ankara, 11 Mart 1974)
(1) Ziya Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak”, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1950.
(2) Dışişleri Bakanlığımızın yakın yardımlarıyla Venedik Devlet Arşivi’nde yapabildiğim araştırmalarda meydana çıkardığım ve o tarihlerde İstanbul’da oturan Venedikli bir aracı tarafından yazılmış olduğu anlaşılan bu mektupta şöyle denmektedir: “Maden işçileri yöneticilerine bir kılıç kını ustasının gönderilmesi için. Tanrı izniyle bütün Asya’nın ve Rum diyarının… imparatoru olan Sultan Mehmet’ ten maden işçilerinin sevgi ve iyi niyet sahibi yönetici ve başkanlarına. Bu mektubun gönderilmesi amacı şudur, orada deriden kabartmalı kılıç kınlarının en güzellerini yapan bir usta varmış ki, onu, sizlere bu mektubumu getiren kölem Şendar da tanımaktadır ve o, ustanın benim hatırım için buraya gönderilip, kendisine karşılığında bol miktarda ücret ödenecek olan bazı işlerden ötürü beni görmesini söyleyecektir. Bu zat istediği zaman yurduna dönebilme özgürlüğüne sahip olacaktır. Onun için kendisinin, benim sadık kölem Şendar eşliğinde bana gönderilmesine izninizi rica ederim. Başkaca bir dileğim yoktur. 22 Nisan 1480’de İstanbul’da yazılmıştır.”
(3) Mahmut Ragıp Gazimihal; “Türk Askerî Mızıkaları Tarihi”, S. 36, Maarif Basımevi, İstanbul 1955.
(4) Joseph von Hammer-Purgstall: “Geschichte des Osmanischen Reiches”, Cilt 3, S. 578-580, C.A. Hartleben’s Verlag, Pesth 1835.
(5) Cevad Memduh Altar: “W.A. Mozart im Licht Osmanisch-Österreichischer Beziehungen” (W.A. Mozart, Osmanlı-Avusturya İlişkileri Açısından), Revue Belge de Musicologie, Vol.X, fasc. 3-4, S. 138-148, Bruxelles 1956.
(6) Kara Mehmet Ağa, Viyana’dan dönüşte Sipahiler Ağası, daha sonra da sırasıyla Vezir, Serasker, Vali ve Budin Muhafızı olmuş ve Estergon Seraskerliğine kadar yükselmiş ve ikinci Viyana Kuşatmasında şehit olmuştur (H. 1095, M. 1683/84).
(7) Kara Mehmet Ağa’nın Viyana kuşatmasından 18 yıl önce Viyana’ya büyükelçi olarak gönderilmiş bulunmasının asıl nedenini, Sefaretnamesinin en sonunda belirttiği Viyana surlarının ölçüleri açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim elçi gene aynı amacın gerçekleşmesi yolunda ikinci Viyana kuşatmasında şehit düşmüştür.
(8) Osmanlıca metin: “…Beç tarafına revane olduk yanık kalesıne karip geldiğimizde derunünde olan piyade ve süvari asker alayla istikbale çıkıp ve biz dahi etba ve avamımız ile alay tertibi üzere alem ve sancaklarımızı açup tabel ve nakkaremizi döğdürerek kaleye karip mahalle nüzul olundu…”.
(9) Joseph von Hammer-Purgstall: “Geschichte des Osmanischen Reiches”, Cilt 3, S. 578-580, C.A.Hartleben’s Verlag, Pesth 1835.
(10) Hammer tarihinde Meninski raporuna değinilmiş, fakat raporun bulunduğu arşiv ile numarası açıklanmamıştır. Avusturya arşivlerinde yapacağım araştırmalar sonunda meydana çıkacağına emin olduğum bu rapordan da birçok tamamlayıcı bilgilerin elde edileceği muhakkaktır.
(11) Osmanlıca metin: “…ve Beç tarafına azimet olundukta bayraklarımız açılması ve tabel ve nakkarelerimizin döğülmesi hususuna suret-i adam-i müsaade gösterüp misli sebk etmiş değildir cümle defterhanelerimizi yokladık bir vakitte olmamış mutat olmadığı ecilden siz dahi bu daiyeyi bertaraf etmek gereksiz deyu mumanaata iktam ve çasar tarafından adem-i rıza ilan eylediler lakin biz dahi cevabında biz buraya dostluk ve ızhar-ı muhabbet için geldik eğer ref-i esbab-ı husumet eylediniz ise bu gûna vasfı terk edersiz deyu sözümüzde ısrar gösterdiğimizden naşi naçar biliktiza muradımız üzere harekete ızhar-ı suret-i müsaade ve rıza eylediler kal’aya iki saat mesafe mahalden bilcümle piyade ve süvari Nemçe askeri istikbal…”.
(12) Hammer’in bunların arasında bulunduğunu söylediği ünlü Türk yazarı Evliya Çelebi’nin adı bu raporda yer almamaktadır. Gene Hammer’e göre Evliya Çelebi, Kara Mehmet Ağa ile Viyana’ya kadar geldikten kısa bir süre sonra heyetten ayrılarak Batıda tek başına büyük bir geziye çıkmış ve birkaç yıl sonra yurda dönmüştür.