Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİBİLDİRİLER

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

ÇOKSESLİ MÜZİK SEMPOZYUMU

Çoksesli Müziğimizin Bugünkü Durumu, Sorunlar ve Çözüm Yolları

Kültür ve Turizm Bakanlığı
Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü

2-4 Mayıs 1985 Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul

(Cevad Memduh ALTAR’ın bildirisi)

 

“GELENEK-KÜLTÜR” DİNAMİZMİNİN EN ÜSTÜN GÜCÜ,

MİLLÎ MÜZİKLERİ ÇAĞDAŞ KİŞİLİĞE ERİŞTİRMEDEKİ

ÖNLENMEZ BAŞARISIDIR

“Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini,
Türk Cumhuriyetinin temel direği olarak temin edeceğiz!”
Gazi Mustafa Kemal

            Atatürk-dinamizmi, her şeyden önce akıl ile ruhu, ya da her ikisinin ortak bileşimini, durup dinlenmek bilmeyen yüceltici atılımlara dönüştürülebilmenin ürünüdür; hattâ bu tür atılımları, sürekli olarak güçlendirebilmenin felsefesidir. Bu da gösteriyor ki, kültürde ve sanatta “Statizm”, yani ağırlaşıp duraklama, doğanın gelişim yasasına da tümüyle ters düşmektedir. Onun için kültürde Statizm, yüzyıllar boyu değişmezlik niteliği ile kurallaşıp kalmış olan gelenek ve kültürleri, millî-çağdaş planda yenileyip tazeleme ihtiyacından kesinlikle yoksun bir anlayışa tutsak düşmenin bağnazlığıdır.

            Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra süratle ele alınan inkılap hamlelerinin oluşturduğu yenilenme hareketleri içinde, güzel sanatların ve özellikle müzik sanatının çağdaşlaşma aşamasına ayak basabilmiş olmaları için her önleme baş vurmuş ve bu alanda da ileriye yönelik reformlara önderlik etmiştir. Atatürk, bu konudaki görüşünü, 13 Ağustos 1923 tarihinde Büyük Millet Meclisine hitaben yaptığı bir konuşmada, Kurtuluş Savaşının olağanüstülüğünü önemle işaret ederek dile getirmiş ve şöyle demiştir: “…Fakat efendiler, millet, milletin ruh sanatı, musiki edebiyatı ve güzel sanatları, bu kutsal havanın ilahi nağmelerini, sonsuz bir vatan aşkının coşkunluğu içinde, daima güzel seslerle dile getirmelidir!...”

Ata’nın, yukarıdaki hitabında işaret buyurdukları böylesine köklü bir idealden ve üstelik çokseslilikten tümüyle yoksun alelade özentilerin oluşturduğu müziklerle, uluslararası kültür karşılaşmalarında lâyık olduğumuz yeri alabilmemize hiç imkân var mı? O halde çoksesli-çağdaş Türk sanat-müziğinin uluslararası planda gerektirdiği evrensellik, ancak çağdaş bilimin uluslararası nitelikteki ortak tekniğinden esinlenerek oluşturulacak, kendi müziğimize özgü çokseslilik tekniklerini değerlendirmek ve uluslararası nitelikteki normalize enstrümanları kullanabilmekle mümkün olacaktır; ve bu tür uygulama, her uygar ülkede de böyle olmuştur. Çünkü gelenek ve kültürleri yenileyip tazeleme, uluslararası  kültür alışverişlerinin karşılıklı olarak sağladığı verimli etkilenişler ve nihayet ulusal kültür ve geleneklerin lâyık oldukları yerleri uygar ülkeler arasında çağdaş kişilikleriyle eşit hak ve düzeyde alabilmeleri, sadece bu yoldan mümkün olabilecektir.

            Hiç şüphe yok ki günümüzde, kültürde ve sanatta en ileri düzeye ulaşmış ülkelerde bile yozlaşmış, etkileyici güçten tümüyle yoksun müziklerle de karşılaşılmaktadır. Şu farkla ki, o ülkelerde halka ve gençliğe yayın yapmakla görevli bulunan kurumlar, bu tür uygulamaların sebep olabileceği moral çöküntüyü önleyici müziklere, yayın programlarında olağanüstü ilgi ve bilgiyle yer vermekte, hele seviyesiz müzikler ile yapıcı ve icracılarını göklere çıkaran yersiz ve gülünç övgülerden uzak kalmaktadırlar. Ama o memleketlerde yer alan, kültüre ve sanata yardımcı kuruluşlar, manevi çöküntülere sebep olan uygunsuz yayınların getirebileceği tahribatın panzehiri olmanın niteliğini taşımaktadırlar.

            Müzikte yenilenmeyi, kültür devrimlerinin en başında ele alan Ata’mız, yozlaşmış, değerden yoksun, özenti türünden müziklerin, en başta gençlik üstündeki olumsuz etkisini çok iyi biliyordu; ve Cumhuriyetin genç kuşaklarına bambaşka bir müziğin sunulması gerektiğine gönülden inanmıştı. Çünkü Ata’nın bu konuda üstünde önemle durduğu ilkenin, şu önemli sorunları da birlikte getirdiği muhakkaktı ve burada temel sorun şu idi:

  1. Türk milletinin evrim çabasına eğitim-öğretimle yön vermede elverişli seçeneklerin en yararlısını, en doğrusunu arayıp bulmanın bir kültür görevi olmasına özellikle önem verilmesi,
  2. Ülkenin sakinlerine, neyi isteyip özlediğini sormaktan çok daha ziyade, ne tür eserlerin ne oranda, programların hangi bölümlerinde, hangi kanal ve dalgalarda, hangi saatlerde verileceği ve ne tür teknik yeteneğe sahip kişiler tarafından seçilerek saptanmaları gerekeceği.

            Ata’mız, Cumhuriyet ile birlikte, Batının belli başlı müzik akademilerinden mezun olmuş ve çağdaş bilimin uluslararası nitelikteki ortak tekniğini öğrenerek oluşturdukları, kendi müziğimize uygun yeni tekniklerle, çeşitli formlarda yazılmış çoksesli kompozisyonlar vermiş olan öncü bestecilerimizin, yani “Beşler”in (Cemal Reşit Rey 1904-1985, Ferit Alnar 1906-1978, Ulvi Cemal Erkin 1906-1972, Ahmet Adnan Saygun 1907-1991, Necil Kâzım Akses 1908-1999) eserlerini dinleyerek, büyük bir inançla serpmiş olduğu tohumların ürünlerini kısmen olsun görebilmekle mutlu olmuştur ki, Ata’nın gönlünde beliren bu büyük hazza, o eşsiz önderin yanı başında sık sık şahit olmanın bahtiyarlığına erdiğimiz günler de olmuştur.

            Teksesli (monodik-modal) klasik musikimizin büyük bilgini rahmetli Rauf Yekta Bey (1871-1935), Fransa’da yayınlanmış olan “Türk Musikisi” (La Musique Turque) başlıklı yazısında(1) , monodik musikimizin çoksesliliğe dönüşmesi konusunu önemle ele almış ve bu alanda, kendi yaptığı deneylerde 12 perdeye bölerek oluşturduğu özel bir diziyi kullanmış olduğunu, bundan 62 yıl önce Batıya da açıklamıştı. Bundan da anlaşılmaktadır ki, rahmetli Rauf Yekta Bey gibi ünlü bir müzik bilginimiz de millî musikimizin çoksesliliğe dönüşmesinin artık zorunlu olduğu tezini daha o tarihlerde ele almış ve çok şükür ki Gazi Mustafa Kemal Atatürk, büyük bir devlet adamı olmanın bilinci içinde, Cumhuriyetin kuruluşundan bir yıl sonra (1924) Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’nin açılıp faaliyete geçmesine imkân sağlamış ve böylece Türk-Çoksesliliğine ilk olarak 1935 yılında gene Musiki Muallim Mektebi içinde kurulan ilk Devlet Konservatuvarı ile yön verilmiştir; ve bu çağdaş kültür görevini, daha sonraki yıllarda İzmir ve İstanbul’da kurulan Devlet Konservatuvarları yükümlenmişlerdir. Ve bu kıvanç verici hareket, bugün artık ellinci yılını da arkaya atabilmenin mutluluğuna ermiştir!

            Ata’nın “Yalnız musikinin türü göz önüne alınmaya değer!” diye nitelediği ilkeden hareket eden bir sanat anlayışı, zamanla duraklama durumuna girmiş olan musikilerin bir an önce tasfiye edilmelerini sağlayacak inisiyatiflere, yönetimlerin vakit kaybetmeden baş vurmaları zorunluluğunu, bugün artık tam açıklığı ile ortaya koymuştur. Ve Ulu Önder Ata, bu noktaya özellikle önem veren bir konuşmasında şöyle demiştir: “…Musiki, hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir. Hayat musikidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi kavrayabilmesidir. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir!..”

            Özlü geleneklerimizin evrim çabalarını hiç durmadan sürdürmelerine olağanüstü bir yorumla önem veren ünlü filozof ve sosyoloğumuz Ziya Gökalp (1876-1924), Ata’nın bu konudaki eşsiz ilkesine, daya 1918 yılında can ve gönülden katılmış ve şöyle demişti: “…Her biri bağımsız ve salt bir varlığa sahip olan kurallar (kaideler), oturdukları yerlerde oturdukları gibi kalırlar ve bir gelecek yaratamazlar. Gelenek (anane) ise, yaratma ve gelişme demektir. Çünkü gelenek, çeşitli anları birbirleriyle kaynaşmış bir geçmişi, hareket ettiren bir güç gibi, arkadan ileri doğru iten bir akıma sahiptir ki, sürekli olarak yeni gelişimler ve eğilimler doğurur. Gelenek, tek başına doğuran ve yaratan bir güç olmakla birlikte, kendisine aşılanan yabancı yeniliklerde, damarlarındaki hayat suyundan feyiz alarak canlanır ve bayağı taklitte olduğu gibi çürüyüp düşmez…”.(2)

            Şimdi de Atatürk ve Ziya Gökalp’in, yukarıda değinilen, gelenek ile kültürün, yani Ata’ya göre müzik kültürünün, sürekli evrim çabası içinde yenilenip tazelenmeleriyle ilgili yorumlarını, Batı’nın ünlü düşünürlerinden Jacop Burckhardt’ın (1818-1897) benzeri yorumuyla karşılaştıralım ve Burckhardt’ı dinleyelim: “İnanç zamanla geleneğe dönüşerek, evrimsel gelişime ve değişime olan bağlılığını ve ne kadar güçlü olursa olsun, kültüre yardımcı olma yeteneğini yitirir ve geleneğe tutsak düşer. İşte böylesine bir tehlike, din ve devlet işlerini birbirinden ayrı tutamayan yönetimlerde alabildiğine büyük boyutlara ulaşır ve din ile devletin ortak güç oluşturdukları dönemleri ise, kültürün zincire vurulduğu dönemler olmanın özelliğini taşırlar…”.(3)

            Üzerinde dikkatle durulması gereken bu teşhiste, yalnız bir noktaya ilgiyle değinmek gerekir ki, o da yukarıda açıklanan Ziya Gökalp’in “gelenek” ile “kural” arasında yaptığı kıyaslamadaki “kural” anlayışının (yani kaidenin) Burckhardt yorumundaki karşılığı, kültüre yardımcı olma gücünü yitirerek zamanla geleneğe tutsak düşecek olan “inanç”tır, yani katılaşıp kurala düşen gelenektir. Ziya Gökalp, böylesine gelenekleri “kaide”, yani “kural” olarak nitelemektedir.

            Atatürk’e göre, “…bir ulusun yeni değişikliğine…” katkıda bulunabilecek temel ilke, yani millî müziğin teknikte ve biçimde olduğu kadar, anlatım gücünde de gelişip olgunlaşmasını kesintisiz sürdürecek olan tek faktör, ancak ve ancak yaşanılan çağın gerçeklerine uyum sağlayabilecek nitelikteki yenilenmelerdir; ve çağdaş yapıya her şeyden önce anlatımda yepyeni bir hayat sağlayacak olan çokseslilik tekniği ve estetiğidir. Ziya Gökalp gibi bir sosyolog, boşuna şöyle dememiştir: “…[yaşanılan] çağın anlamından oluşan manevi bir dili vardır ki, her dilin ona uyum sağlaması gerekmektedir…”. Nitekim Ata, evrim çabasını bu yolda sürdüren ve son 50 yıl içinde gerçekleşen çoksesli Türk sanat-müziğine duyduğu özlemi, yukarıda değinilen ilkelerle dile getirirken, ünlü filozof Friedrich Hegel’in (1770-1831), önemini her zaman koruyacak olan sanat anlayışını da “ideal-pozitivist” düşün açısından olağanüstü önem taşıyan bir yorumla açıklamış ve şöyle demiştir: “…Bugünkü Türk kafası, musikiyi düşündüğü zaman, insanlara basit ve geçici heyecan verecek musikiyi aramıyor. Musiki dendiği zaman, yüksek duygularımızın, hayat ve hatıralarımızın ifadesini bulan bir musiki murad ediyoruz. Bugünkü Türkler musikiden, diğer yüksek ve hassas cemiyetlerin beklediği hizmetleri bekliyor!...”.

            Friedrich Hegel’in sanata yönelik aynı paraleldeki yorumuna gelince: Atatürk’ün bu konudaki görüş ve anlayışına eksiksiz katılan Hegel de sanat için şöyle diyor: “…Sanat, hayatın yorumu olduğu kadar, tarihin açık felsefesidir de. Çünkü sanat, insan ruhunu en derinden titreten şeyin ne olduğunun habercisidir; ve gerçeğe erişme yolunda göze alınan savaşlardan başarıyla çıkan, temiz ve yüce bir sevgiyi ya da Tanrı’yı saf bir deyişle dile getiren de sanattır!..”

            Buraya kadar açıklanan “gelenek-kültür dinamizmi” ile ilgili gerçekler ve bu gerçeklerin pratik uygulamada oluşturduğu aşamalar, sadece kültür yozlaşmasından gelen geçersiz teşhislere konu edilmek istenmektedir; ve evrim çabaları, güya özlü geçmişimizin inkârı, millî gelenek ve kültürümüzü hiçe saymaya yönelik tehlikeli uygulamalarmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Tümüyle hatalı, gülünç, çoğu kez kasıtlı olan bu tür iddialar, Ata’nın yönlendirdiği reform hareketleri doğrultusunda çağdaşlaşmada öze dönüşün inkılabı demek olan gayretleri kalp gözü ile görememenin ya da görmek istememenin psikolojisi, hattâ psikozudur.

            Her şeye rağmen, genç Cumhuriyetimizin sımsıkı bağlı olduğu ilkelerden güç alan gelenekte ve kültürde çağdaşlaşma çabası, 50 yıl gibi oldukça kısa sayılabilecek bir süre içinde, gerek öncü bestecilerimizin, yani “Beşler”in, gerek onların yetiştirdiği öncü kuşaklar bestecileri ile halen yetişmekte olan besteci, icracı, baleci ve orkestra yönetmenlerinin, ulusal olduğu kadar uluslararası sanat dünyasına da katkıları olmuş ve bu yolda geliştirilen çabalar, dünyanın belli başlı sanat merkezlerinde de içtenlikle alkışlanmıştır. Bu belli başlı sanat merkezleri şunlardır: Milano’da Scala tiyatrosu, Viyana, Paris, Roma, Napoli, Venedik, Londra, Moskova, Münih, Prag, Amsterdam, Budapeşte, San Francisco, Tokyo, Johannesburg v.b. Burada en önemli nokta, çoksesli çağdaş Türk sanat-müziğinin bu uzak ülkelere kadar gidebilmiş ve icracılarımızın o ülkelerde de tanınabilmiş, kısacası o uzak ülkelerde, çağdaş Türk kültürünün tanınmış ve alkışlanmış olmasıdır. Millî gelenek ve kültürlerin, uluslararası planda karşılıklı olarak benimsenip sayılmalarının kıvanç verici bilançosu işte budur!

            Yukarıdan beri ana hatlarıyla açıklanan, Atatürkçü devrim hamlelerinin ışığında, üzerinde olağanüstü titizlikle durulması gereken başka bir hayati sorunu da gözden uzak tutmamak gerekir ki, bu sorun da, gelenek-kültür dinamizminin doğal akışını uygar ülkelerde olduğu gibi bizde de her türlü önleyici müdahaleden koruyacak “siyasal iktidarlar üstü” millî bir kültür politikasının, bugüne dek gerçekleştirilememiş olmasının sebep olduğu gecikme ve böylesine tehlikeli bir gecikmenin etkisini sürdürmeye devam etmiş olmasıdır!

            Özellikle bizde, kişiye ve topluma, kültür de sanatta, her şeyden önce nelerin sunulmasının, nelerin öğretilmesinin gereğince saptanabilmesi, kültür ve sanatı yozlaştıran eğilim ve davranışların gereğince önlenebilmesi, ancak ve ancak sağlam bir millî kültür politikasının bir an önce yürürlüğe girmesiyle mümkün olacaktır.

            Kültür ve Turizm Bakanlığının, istekle katıldığımız bu sempozyum dolayısıyla bizlere gönderdiği bildiride büyük bir isabetle yer alan sorunların, gene de yürürlükte olmasını özlediğimiz millî kültür politikasının sevk ve idaresi altında incelenmeleri ve bu sayede alınabilecek sağlam kararların yardımıyla çözümlenebilmeleri mümkündür; onun için:

  1. Çok sesli müziğimizin bugünkü durumuna ve sorunlarına bu yolda çözüm bulunabilecek,
  2. Sanatçılarımızın ve sanat kurumlarımızın randımanları bu yoldan arttırılabilecek,
  3. Yeni kurulacak müzik kurumlarının ihtiyaçları bu yoldan karşılanabilecek,
  4. Sanatçı yetiştiren kuruluşların sorunlarına bu yoldan çözüm bulunabilecek,
  5. Bestecilerin daha fazla eser vermeleri ile solist ve toplulukların yurt içinde ve dışında çok sayıda konser vermeleri, bu yoldan sağlanabilecektir.

Hattâ yukarıdaki önemli sorunlara ek olarak, kanımca:

  1. Milletin parasıyla ve büyük emeklerle yetiştirilmiş olan Devlet Opera ve Baleleri ile Devlet Senfoni Orkestralarının, ve bu kurumlarda hizmet gören tanınmış sanatçılarımızın, devletin radyosunda ve televizyonunda artık gereği gibi yer alabilmeleri de gene bu yoldan mümkün olabilecektir.
  2. Millî müziğimizin, çağdaşlaşma yolunda, her şeyi ile tek bir müzik olduğu da ancak millî kültür politikasının bir an önce yürürlüğe girebilmesi ile gereği gibi anlaşılmış olacaktır.

            Atatürk Türkiyesi için büyük önem taşıyan ve yukarıda birer birer sayılıp dökülmüş olan sorunlara daha yıllarca el konamaması, yani Ulu Önder Atatürk’ü ve büyük düşünürümüz Ziya Gökalp’i en çok endişeye düşüren, kültürde statizmden dinamizme geçememe tehlikesi, bu yoldan beslenen umutların zamanla tereddüde düşmesine yol açabileceğini de gözden uzak tutmamak yerinde olur. Ama gene de unutmamalıdır ki, Ata’mızın, gelenek-kültür dinamizmine katkısının günümüze dek oluşturduğu aşamaların, geleceğe ışık tutan nice üstün başarılara gebe olduğu bir gerçektir. O halde özlü kültür ve geleneklerimizi millî-çağdaş üstünlüğe götüren yol, ne kadar engebeli olsa da, evrim çabalarımız ne kadar zorlaştırıcı gel-gitlerle savaşsa da, Atatürk devrimlerinin gücünü, kesinlikle çağdaş bilimin, çağdaş estetiğin, uygar hareketlere yansıyan ışığından esinlenerek oluşturmadaki başarısı, Türkiye’mizin de kültürde özlenen aşamaya er geç ulaşmasında başlıca etken olacaktır; bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın!

(Gayrettepe, 17 Şubat 1985)

 

(1) Encyclopédie de la Musique et Dictionnaire du Conservatoire, Sayfa 3062-3064, Paris 1922

(2) Ziya Gökalp: Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak (1918), İnkılap Kitabevi, İstanbul 1950.

(3) Jacop Burckhardt: Weltgeschichtliche Betrachtungen, Alfred Kröner Verlag, Stuttgart 1938.