
Prof. Dr. Roland Rainer
Viyana Üniversitesi eski Rektörü
İmar ve İskân Bakanlığı adına Sayın Cevat Memduh Altar tarafından tercüme edilmiştir.
Türk Tarih Kurumu Basımevi – Ankara 1965
Plastik sanatların zamanımızdaki önemini açıklama yolunda zihinleri yoran soruyu bir mimar olarak çözmek isteyişimin sebebi, şu esaslara dayanmaktadır: Mimardan, hayatın türlü akışına sahne olan çevrenin şekillendirilmesi beklenmektedir. Bu arada ondan, yalnız mekân ve mekânın bütün unsurları ile değil, aynı zamanda renk ve form yoluyla da çevreye bir şekil vermesi istenmektedir ki bu durumda resim ve plastik, dünyada en uygun yeri alarak gerçek anlamına ulaşabilme imkânını elde etmiş olsun. Onun için mimar, plastik sanatların ve görünür bir kuruluş olan resmin, makinenin yarattığı binlerce şekil altında boğulan zaman içindeki önemini kendi kendine sormak zorundadır. Nitekim çoğu kişi, gündüzleri –yalnız sokak üstünde– karşılaştığı resimlerin bıraktığı etkiden, akşamları artık hiçbir şey hatırlayamamaktadır.
Gerçek olan bir şey varsa o da, tabiatı olduğu gibi tekrarlayan resimlerle dolu dünyamızda, bu halin gene dünya lehine değerlendirilmesi zorunluluğudur. Öyle ki, bugün artık en saf bir insanın bile, zamanımızda plastik sanatların tabiatı tekrarlamak değil, aksine tabiata yeniden şekil vermek demek olduğunu kesin olarak bilmesi gerekmektedir. Fakat bizim bütün bu işlerden elde ettiğimiz sonuç, acaba nedir?
İlgili makamların kamu binalarına harcamaya yetkili oldukları ödeneklerin önemli ve değişmez bir yüzdesini bu binalarda meydana getirilecek duvar resimlerine ve plastik eserlere sarf edebilmekle de kendilerini görevli kılmaları, güzel sanatlara karşı beslenen ileri bir sorumluluk duygusunun en memnunluk verici bir örneği olma vasfını taşıyacaktır Nitekim böylelikle bu makamlar, plastik sanatların önemine olan inançlarını da açıklamış olacaklardır ki, bu durum karşısında kendilerine ancak şükran hissi besleneceği tabiidir. Bu suretle, duvar resimleri ile plastik sanat eserlerinin, eskiden bu derece zenginliğe hiçbir vakit ulaşamadığı bir nispette halka takdimi imkânı da sağlanmış olacaktır. Yoksa resim sanatında yer alan bütün yaşanışların etrafa yayılması, en güçlü anlamına ulaşması ve bu türlü bir yayılış ve güçten doğan etkinin çoğalması ve fikir hayatındaki değerinin artması, başka türlü nasıl mümkün olabilir?
Sanat yaşanışlarının kuvveti, yapılan işin büyüklüğünden ve kamunun bu işi görebilme gücünden çok, sanatçının kendini eserine gereği gibi verebilmesine bağlıdır. Sanatçının içinde çalıştığı oda ise küçük ve sessiz bir mekândır. Perde açılmadan önce de seyirci salonunun karartılması lazımdır. Gittikçe büyüyerek yapılan reklâmların ve trafik işaretlerinin her türlü dikkat ve ilgiyi boğup öldürdüğü gürültülü ve huzursuz sokaklardan ziyade, sakin ve sınırlı bir mekân içinde, kendimizi bir resme ve hattâ bir plastik sanat eserine daha kolay kaptırabilmemiz mümkündür.
Eğer halkın sanat eserini benimseme eğilimi ile ilgili soru, gittikçe artan bir önemle göz önüne alınmış olsaydı, bazı problemlerin meydana gelmesine belki de hiç lüzum kalmayacaktı. Mesela, yeni bir freskin, eski bir istasyon holüne konmasının uygun olup olmayacağı, yahut aksi deyimle, eski bir istasyon holünün, yeni bir freske uyup uymayacağı problemi gibi; hattâ tren ile otel veya tren ile otobüs konularına bağlı bir vizyonu gerçekten hayal edebilmeye elverişli biri, zamanında aranıp bulunsaydı, belki de bu türlü problemlerin meydana gelmesine hiç lüzum kalmayacaktı. Bir istasyon peronu üzerinde bir yaylı sazlar kuarteti, trafik kaldırımı üstünde senfonik bir konser dinlemek de pekâlâ mümkündür. Bu böyle olunca, plastik sanatlar alanında herhangi bir konu aramaya da artık lüzum kalmayacağı kendiliğinden anlaşılır.
Dekorasyon ile sanat arasındaki sınırın da silinip kaybolmaya devam ettiği görülüyor. Hattâ süsleme sanatının tabii temelleri, yani bir yanda sırf iş sevgisi ile zaman kaybına katlanan el işçisi, diğer yandan önemi hâlâ devam etmekte bulunan eski semboller yer almak üzere, süsleme sanatını meydana getiren bu iki ana unsur, çoktandır ortadan kalkmış bulunmakta; hem de günlük hayatın her türlü dekorasyona karşı tam anlamıyla şüpheci tavır takındığı bir devir içinde bir ortadan kayboluş. Zaman şüpheciliğe kaydıkça da, bir yandan gayeyi, diğer yandan hayali, tam bir vuzuhla birbirinden ayırt etmek istemektedir. Tıpkı vaktiyle Adolf Loos’un ortaya koyduğu ironik görüşler gibi; nitekim Adolf Loos, 20. yüzyıla girerken kendisine bina yaptıran bir kadına, satın almayı düşündüğü şeyin, plastik bir sanat eseri mi, yoksa bir cigara tablası mı olması lazım geldiğini önceden çok iyi düşünmesini tavsiye etmişti. O Adolf Loos ki, yaşamış olsa idi bugün 90 yaşını idrak etmiş olacaktı, dekorasyon ile sanat eseri arasındaki sınırı tam olarak belirtmiş ve böylelikle hepimizi kendisine şükranla bağlamıştır. Bizim bugünkü ihtiyacımız ise, bir sanat yaşayışına gitmekten ziyade, dar anlamıyla süse gitmek, sanatta derinleşmekten ziyade, dar anlamıyla imar etmektir.
Loos’un önceden sezdiği ve kendi eliyle açtığı bu devir, süsleme sanatı için tabii dayanaktan mahrum olan, günlük hayat içinde dekorasyona tam şüphe ile bakan, –Adolf Loos’a göre– yalnız iki imkânı derin bir vuzuhla seçmesini bilen bir devirdir. Bir yanda sanat eserinin, sanatçı kişiselliğinin bütün bağlardan uzak bir buluşu olması, diğer yandan ikinci imkân olarak da herhangi bir mekânın, işin başından itibaren renk ve form işbirliği ile şekillenip vücut bulması ve bu arada renk ile formun, bina ve mekân anlayışının ileri derecede disiplinli, mütevazı bir organı olma vasfını taşıması gibi hiç zorlanmadan ve bütün meslektaşlar için genel anlamda değeri olan form duyusundan elde edilen bir birlik, yani henüz gelişmekte olan zamanımız stilinden elde edilen bir birlik.
Sanatı hür bir anlayışla yaşama ve sanat hazzına gereği gibi ulaşabilme imkânından doğan ve bugün için şüphesiz ilk önce ele alınması gereken en önemli probleme yönelebilmek için, şu iki sorunun cevaplandırılması gerekmektedir. Huzursuzluk, sansasyon ve her çeşit hedeften ayrılışlara sahne olan hayatın şiddetle değişen ritmi içinde, nüfusu oldukça yüksek bir rakama varan bir topluluk için, kuvvetli ve teksif edilmiş bir plastik sanat hazzı sağlayabilmek, acaba mümkün müdür? Günün bu derece değişik akışı içinde, insanların nasıl, nerede ve ne zaman sanata karşı duygulanabilmelerine imkân vardır?
Her şeyden önce, kamunun bir arada faydalandığı ve sanat konsantrasyonuna yarayan kapalı yerler ile binalar dışında kalan, şahıslara ait özel çevrelerin ve gene şahsa ait olan herhangi bir dört duvar arasının, sanat hazzına ulaşma ânını sağlayabilecek en iyi mahal olduğuna daha başlangıçta inanmamak doğru olur.
Geniş bir pano üzerinde yer alan değerli resimlerin tanıtılmasını sağlama ve mektep duvarlarına yaşayan ressamların orijinal tablolarını asma veya benzeri işleri başarma yolunda girişilmiş olan bir sürü gayretin ise, bugün artık zamanın icabına göre ayarlanması gerekmektedir. Bütün bu işlerin hedefe ulaşabilmeleri, mekân bakımından olduğu kadar, çevre ve ziyaretçi bakımından da belirli bazı şartlara bağlı bulunmaktadır.
O halde önce çevreyi ele alalım:
Bu işle ilgili olarak bugün Japonya’dan ve bilhassa Japonların tomar halinde sarılı resimlerinden çok şey öğrenebilecek mimarlar hatıra gelebilir. Mesela böyle bir resmin, Japon evinin Tokonoma kısmında tertiplenen bir tefekkür saatinde, yahut Japon çay evinin herhangi bir maksat ve dekordan aynı nisbette uzak kalmış boşluğu içinde açılması ve düşünmeye müsait bir topluluğa, böyle bir resmi tam zamanında, hem de Schopenhauer’in kasdettiği mânâda hep beraber seyredebilme imkânının sağlanması gibi. Nitekim Schopenhauer da şöyle diyordu: “Bir resmin önünde herkes, tıpkı bir prensin karşısına dikilip kendisine ne söyleneceğini merakla bekleyen bir kimse gibi beklemelidir”.
Maksatlı ve dekorasyonlu mekânlardan koparılmaları imkânsız olduğu kadar, günlük hayatın icaplarından uzaklaştırılmamaları yüzünden de ilgisizlik yaratmaya sebep olan resimleri teşhir etmek yerine, sanat eserini Japonya’da olduğu gibi tanıtmak, acaba bugünkü ihtiyaçlarımızı daha müsait bir şekilde karşılayamaz mı?
Mimarın amacı, bütün sanatların bir arada bağdaşabilmeleri bakımından her zaman yaratmaya muvaffak olduğu uyarlık ile, kesin karara doğru atacağı ilk hattâ biricik adım içinde her şeyden önce yalnız sanat heyecanına elverişli şahsiyetlerin gereği gibi açılabilmelerini sağlayacak mekânı yaratmak olmalıdır. Modern mimarların, hemen her yerde, içinde oturulan mekânın, duvar ile bölünmemiş bir Atrium’a, yani kendine mahsus bir atmosfere doğru açılabilmesi düşüncesiyle işe başlamaları mümkündür.
O halde başlangıçta mekânın ele alınması gerekmektedir. Bugünün şehirciliğinde böylesine bir mekân fikrinin gerçekleştirilebilmesindeki güçlüğü sezen bir mimarın, herhangi bir şehrin kuruluşu ile ilgili kısımlarda, bir yandan şehrin trafiğine, gürültü ve sükûneti bozmayan işlere yarayacak semtlerin, diğer yandan ise yayaların yürümesine müsait sakin bölgelerin meydana getirilmesi icap ettiğini de bilmesi lazımdır ki, işte kültür hayatının muhtaç olduğu bütün tesislerin, bu arada ana okulundan okula, galeriye ve kitaplığa kadar, kültürle ilgili bütün binaların, kendileri için elverişli yerleri hep bu yeni sakin bölgede almaları gerekeceği tabiidir. Tıpkı bunun gibi, gene böyle açık sahalara yerleştirilen sakin ve kapalı mekânlar içinde, mesela plastik sanatların gerçek ifadelerini tekrar edebilmeleri de mümkündür.
Burada resim asma sanatından bahsederken, böyle ansızın şehirciliğe yönelmiş olmamıza lütfen hayret etmemenizi rica ederim. Bir mimarın esas vazifesinin, içinde yaşadığı dünyayı mekân bakımından şekillendirmek olduğunu, daha başlangıçta söylemeye çalışmıştım ve işte onun bu vazifesi, hayatın bizzat kendisi gibi güçtür. Bu vazife, herhangi bir oturma odası ile ilgili nizam için olduğu gibi, hepimizin müşterek evi demek olan bir şehrin gerektirdiği mekân nizamı ile de ilgilidir.
Fakat mimarın, mekânı yaratma bakımından bu ilk adımı atması mecburiyeti iledir ki, sanat yaşayış ve heyecanının gerektirdiği ilk şartı elde etmiş oluruz. Müteakip şart, sanatı seyredene aittir ve Schopenhauer da seyirci için şöyle demektedir: “… Şiir okuyan, yahut da sanat eseri inceleyen bir kimse, bu eserlerde yer alan hikmeti anlayabilmek için, o âna kadar kendi çabasıyla elde edebildiği imkânlardan yardım görmek zorundadır ve bunun neticesi olarak da, sanatı inceleyen, okuduğu şiirden veya gördüğü sanat eserinden, gene kendi gücünün ve yetişme seviyesinin yeterliği nisbetinde faydalanabilmektedir. Tıpkı gemicinin, suyun derinliğini ölçmek için kullandığı iskandil âletini, ancak zincirinin uzunluğu nisbetinde denizin dibine ulaştırabilme imkânına sahip olması gibi. Sanatı inceleyen bir kimseden, sanatın zevkine de gereği gibi varabilmesi yolunda beklenen ilgi, bir bakıma sanat eserinin, sırf insandaki hayal gücünün aracılığı ile harekete geçebilmesine bağlıdır. Bu takdirde gene aynı aracıdır ki, seyircinin hayal etme kudretini yerinden oynatır ve bu kudretin safdışı kalmasını ve hareketsiz durmasını önler. Bütün bu işlerde kendisine hizmet düşen, hem de en son hizmeti başarma vazifesi düşen unsur, insanın gene bu hayal etme gücüdür. Sanatta, doğrudan doğruya duyularımıza verilmesi gereken en makbul şey ise, ileri derecede düşünebilme melekesidir. Bu en makbul melekenin, sanatın yaratılışında olduğu kadar, seyircinin hayal etme gücünde de yer alması lazımdır”.
Burada elde ettiğimiz sonuç ile, seyircinin hayal etme gücüne, sanat konularındaki yaratıcı iştirak hissesine, yani seyredenin yaratma kabiliyetine olduğu kadar, problemin gerçekleşmesinde rolü olan ikinci derecede önemli bir yardımcı unsura, yani “sanat terbiyecisi”nin yardımına kadar gelmiş bulunuyoruz. Bu zatın, eskiden sadece “resim ve elişi” olarak adlandırılan eserinin, bugün artık genel olarak da kabul edildiği gibi, daha fazla mânâyı açıkladığı bir gerçektir.
Her şeyden önce şu hususun tesbiti gerekir ki, çeşitli teknik problemlerle dolu olan modern dünyada, hele uzun metinleri sabırla okuyacak zamanın da olmaması karşısında, grafik ifadenin, yüzey ile boşluk arasındaki münasebeti bir bakışta anlaşılır hale sokabilmesi, kıymeti gittikçe artan bir ifade unsuru olmanın önemini kazanmış bulunmaktadır. Onun içindir ki, bugün artık herkes kendi fikrini, lisanı ile olduğu kadar, bir kuşun kalem ile de olsa aynı inan ve isabette açıklayabilmelidir. Bunun ise, sanatla hiçbir ilgisi olmayacağı tabiidir. O halde lisana hakimiyet -edebiyat ile hiç ilgisi olmadan nasıl ki şart ise- plastik sanat ile hiç ilgisi olmadan resimde de hakimiyet öylece şarttır.
Fikirler, çizgiler ve renkler ile açıklayabilme ve bu iki unsura bağlı nizamlara gereği gibi hakim olabilme yolunda sıkı bir öğretime tabi olmamız, plastik sanatların dilini gereği gibi anlamamıza da imkân verecektir.
Bütün bunlardan ayrı olarak da -ki asıl temaya şimdi gelmiş bulunuyoruz- çizgi, renk ve şekil, esasen öteden beri vasıtasız ifade yönünden olduğu kadar, hayal ile duygunun kendiliğinden açıklanması yönünden de önemli bir aracı olma vasfını taşımaktadır. Böylesine bir ifade imkânı ve bu imkândan faydalanabilmek ise, ön planda gençliğin çeşitli etki, macera ve buhrandan kurtarılabilmeleri bakımından olduğu kadar, ruhsal alanda, yetişkinler için de önemlidir ve bu imkân, bazı yönlerden, ruh doktorlarının bile işini kolaylaştırmaya yarayacak durumdadır.
Her şeyden önce çok önemli ve hiçbir vakit feda edilemeyecek olan şey, plastik sanatın şekil verme imkânları ile, şahsi tahayyül gücünü ifadelendirme bakımından, yaratıcı ve bağımsız bir münasebet kurabilmektir.
O halde halen bu hususu çok iyi bilen ana okulu öğretmenlerimiz, küçüklerin eline bu sade ve abstre oyuncağı vermektedirler ki, bu oyuncak, çocuğu sentez yapma ve tahayyül etme yolunda olduğu gibi, bağımsız bir tasavvur ve dolayısıyla düşünme yolunda da harekete geçirmektedir. Çünkü bir şeyi hayal etmeden tanıyabilmenin tasavvuru bile imkânsızdır. Bundan dolayıdır ki, çocuğu bağımsız bir düşünceye götürme yolunda eğitmeye devam etmek ve ileri yaşlarda da hayal gücünü geliştirmek, hiç şüphe yok ki çocuğu bilgi ile yetiştirmek ve böylelikle hafızasını geliştirmek kadar önemlidir. Hazır eşya gibi meydana getirilen günün hafıza malzemesi ise, belki de son zamanlardaki gelişmemize aşırı derecede tek taraflı tesir icra edecektir.
Bu durum, hem de bütün insanları hayal ve tasavvur gücünü harekete geçirecek mekânın artık hiçbir yerde bulunmaması yüzünden, bağımsız düşünme ve tahayyül etme imkânlarından mahrum bırakan ve dolayısıyla insanları bitmez tükenmez kopya yağmuruna maruz bırakan bir zaman içinde meydana geliyor.
Fakat biz, sanat yaşayış ve heyecanına, sırf sanatın hatırı bakımından sahip olmayı istemediğimiz içindir ki, hayal gücündeki çöküntünün, netice itibariyle insana zarar mı, yoksa fayda mı getireceğini de düşünmek zorundayız. Esasen tam bu noktada, kesin karar ânına ulaşmış bulunuyoruz.
Yetişme kabiliyetimiz ile hayal etme gücümüzün, eğer şu tabir daha iyi karşılıyorsa, kendi ”görüşlerimizin” ve kelimenin kesin anlamıyla tahayyül ettiğimiz “dünyanın” bozulmasının ve bütün bunların yerini fabrika malı olan ve makine ile yapılıp her yere yayılan kopyaların almasının, yani basmakalıp işlerin hakimiyeti ele geçirmesinin açıkladığı mânâ nedir?
Her şeyden önce şunu bilmemiz gerekir ki, makineleşmek ve otomatikleşmek, her ne kadar maddi verimi sınırsız olarak arttırmakta ise de, bu türlü verime sözünü geçirecek, yön verecek olan insan kabiliyeti de aynı oranda artmamakta, hattâ aksine olarak, yukarıda gördüğümüz üzere, azalmaktadır. Bilindiği gibi, zamanımızın ana problemlerinden biri de şudur: Medeniyet geliştikçe, o nisbette de karışık ve içinden çıkılması güç bir hal almaktadır. Medeniyetin bugün ortaya koyduğu problemlerin çözülmesi ise son derece güçtür. Bu meselelerin üstünde zekâya sahip olan insanların adedi ise gittikçe azalmaktadır. Bu durum, problemleri aşma imkânlarının olmadığına değil de, çözecek kafaların bulunmadığına delâlet etmektedir. Bu işe bir çare sağlanamadığı takdirde, problemlerin ortaya koyduğu nazik durumla ileri zekâlı insanlar arasında baş gösteren intibaksızlık gittikçe artacaktır. Nitekim Ortega y Gasset, haklı olarak, “Medeniyetin içinde bulunduğu facianın en derin noktasına işte tam burada temas etmekteyiz” demektedir.
Tahayyül imkânına sahip olmayan bir vatandaş zümresi, artık bağımsız düşünceden de mahrum kalır ve üstelik bu zümrenin bütün tasavvurları da gitgide büsbütün bir klişe haline gelirse, bu durum, devletin inkişafı bakımından, sonuç olarak ve ön planda, acaba neye delâlet eder? Bu tarz, bazı idare şekillerine göre şüphesiz pek istenmeyen bir tarz değildir, hattâ idarede esas şart olarak kabul edilmektedir.
Fakat demokrasi, ancak mensubu olduğu vatandaş zümresinin her işe bağımsız katılması ile yaşayabilmektedir. Aksi takdirde vatandaş, artık tasavvur edebilme imkânından da mahrum kalırsa, toplumun problemlerini çözme yolunda tedbir alma gücüne nasıl sahip olabilir, mevcut imkânlar arasında nasıl bir tercih yapabilir?