
Yıl 1949. Ankara’daki Polonya Büyükelçiliği, Dışişleri Bakanlığına gönderdiği 16 Haziran tarihli bir yazıyla, büyük besteci ve piyanist Frédéric Chopin’in 100. ölüm yıldönümü vesilesiyle Varşova’da bir dizi etkinlik düzenlemekle görevli olan Yürütme Komitesi’nin, 15 Eylül-15 Ekim 1949 tarihleri arasında Varşova’da yapılacak olan IV. Uluslararası Chopin Konkuru’na gözlemci ve konuşmacı olarak katılmak üzere Basın Yayın Genel Müdürlüğü Radyo Dairesi Müdürü Cevat Memduh Altar’ı davet ettiğini bildirmektedir.
1927 yılında Almanya’da müzik eğitimini tamamlayarak yurda döndüğünden itibaren Ankara’da genç Türkiye Cumhuriyeti’nin sanat ve müzik devrimlerinin gerçekleştirilmesi yolunda büyük önder Atatürk’ün direktifleri altında kendi deyimiyle “bir kültür neferi” olarak gururla çalışıp, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın, Opera ve Tiyatro’nun kurulmasında dünya çapındaki Alman uzmanlarla omuz omuza hizmet veren babam Cevat Memduh Altar, sözü edilen etkinliğe katılmak üzere 12 Eylül günü Varşova’ya varır; Hitler’in II. Dünya Savaşında taş taş üstünde bırakmadığı ve o tarihte hâlâ yer yer harabe halinde olan Varşova’da, 1899’da inşa edilmiş olan, şehirde ayakta kalmış tek otel olarak yabancı elçilikleri de barındıran ve bugün de hâlâ hizmet veren Hotel Bristol’e yerleşir. 24 Eylül günü saat 18.00’de Varşova Konservatuvarı salonunda toplanmış seçkin davetlilerin önünde Fransızca olarak “Türkiye’de Chopin” başlıklı bir konferans verir ve bu konuşmanın metni Varşova’da Lehçeye çevrilerek basında ve arşivlerde yerini aldığı gibi, dönüşünde Ankara’da da Ulus gazetesinde dört bölüm halinde yayınlanır.
1949 yılının IV. Chopin Konkuru etkinlikleri çevçevesinde elbette bir gün de Zelazowa-Wola’ya ayrılmıştır. Chopin’in doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği bu evi bir müzeye dönüştürme fikri 1918 yılında evin o zamanki sahibinden çıkar. Sonraki yıllarda restore edilerek 19. yüzyıl stilinde döşenen ve çevresindeki parka Polonya’nın her tarafından ağaç ve fidanlar getirilerek dikilen bu ev ne yazık ki savaşta yağma ve tahrip edilir. Savaştan sonra bir kere daha restore edilerek Chopin’in 100. ölüm yıldönümü vesilesiyle IV. Chopin Konkuru etkinlikleri çerçevesinde resmî açılış töreni yapılır, bir de resital düzenlenir.
Duyarlı bir sanat adamı olan Cevat Memduh, o gün evin bahçesinde Polonya’nın dört bir köşesinden gelme yeşilliklerden ve ağaçlardan koparmayı ihmal etmediği yaprak ve çiçekleri, o anlamlı günün anısı olarak kurutup ömrü boyunca özenle saklamıştır. Ayrıca etkinliklere katılan yabancı uzmanlara hediye edilen, Chopin’in ölüm maskıyla elinin alçı kalıbı ve büyük boy bir dosya içindeki Chopin fotoğrafları da yine gururla sakladığı hatıralardır. Ne mutluyum ki benim de bu anı dosyasına yıllar sonra küçük bir katkım oldu: 1972 yılında dört yıl kalmak üzere gittiğim Varşova’da, o yılın 10 Aralık Pazar günü Zelazowa-Wola’da verilen bir resitale gittiğimde, hem Chopin’i hem de babamı anarak bahçeden koparıp kuruttuğum birkaç yaprak resital programının arasında dosyadaki yerini aldı. Ayrıca 1927 yılından başlayarak her beş yılda bir yapılan (1942 yılındaki savaş yüzünden yapılamamıştı) Chopin Konkuru’nun 1975 yılındaki dokuzuncusuna da katılma ve birinci gelerek sonradan dünya çapında üne kavuşan 19 yaşındaki Krystian Zimerman’ı dinleme şansına eriştiğimi de söylemeden geçemeyeceğim.
IV. Chopin Konkuru sonunda, iki adet birincilik olmak üzere on ödül, ayrıca çeşitli onur ödülleri verilmiş, birinciliği Rusya’dan Bela Dawidowicz ile Polonyalı Halina Czerny-Stefanska paylaşmışlardı. Baba tarafından ünlü Avusturyalı piyanist, besteci ve eğitimci Carl Czerny’nin soyundan gelen Halina Czerny-Stefanska, daha sonraki yıllarda konser vermek üzere Ankara’ya da gelmiş ve babam kendisiyle özel olarak ilgilenmişti.
Chopin yılı vesilesiyle gün ışığına çıkan bu anıların ardından, Cevat Memduh Altar’ın 1949 yılında Varşova’da yapılan IV. Chopin Konkuru vesilesiyle verdiği “Türkiye’de Chopin” başlıklı konferansın en ilginç bölümlerini Andante okurlarıyla paylaşmak istiyorum:
Türkiye’de Tanzimat reformu ve Chopin
Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa devletleri arasındaki kültür ve sanat ilişkilerinin başlangıcının 1839’daki Tanzimat reformundan önceki devirlerde aranması gerekir. Hem siyasi ve toplumsal, hem de coğrafi durumu bakımından Batı dünyasının önemli unsurlarından biri olan Türkiye’de 19. yüzyılın ortalarına doğru Tanzimat’ın ilan edilmesinin sadece bir “Batılılaşma” olarak nitelendirilmesi doğru olmaz. Bu hareket, daha önce girişilen sosyal, toplumsal ve kültürel reformların bir sonucu ve özetidir. Gerçekten de Fatih Sultan Mehmet’in İtalyan Rönesansı’yla bağlantı kurması, din özgürlüğüne yer vermesi, Kanuni’nin bilim kurumlarını ıslah etmesi, III. Selim’in, hayatına mal olan ıslahat planı gereğince Nizam-ı Cedid’i kurması, II. Mahmut’un yeniçeri ocağını zorla dağıtıp yarım kalan reformu tamamlaması, nihayet Abdülmecit’in 1839’da Tanzimat’ı ilan etmesi gibi olaylar, Türkiye’nin Batı medeniyetinin gereklerini yerine getirme amacıyla göze aldığı reform girişimlerinin en önemlileridir.
Ancak Türkiye ile Avrupa devletleri arasında bugüne kadar gelen kültürel temaslar sonunda yalnız yeni ve çağdaş Türk müziği, 15. yüzyıl İtalyan Rönesansı’nın çeşitli sanat kolları arasında da olduğu gibi, edebiyat ve plastik sanatlara oranla gelişimini geç tamamlamış ve modern Türk müziğinin bütün ulusal sanatlara temel olan ortak form ve teknik üzerinde gelişmesi, ancak Tanzimat’la beraber sistemli bir gelişme imkânını bulabilmiştir.
Bu yıl ölümünün 100. yıldönümünü idrak ettiğimiz büyük dahi Frédéric Chopin’in yetiştiği ve uluslararası bir kahraman olarak tanındığı devir, bizim ıslahat mücadelemizin en ateşli yıllarına isabet etmektedir ve Türkiye’de Chopin adının ilk olarak anılması da Tanzimat’la birlikte başlar. Klavsen ve piyano gibi tuşlu çalgıların Tanzimat’tan çok önce saraya girmiş olmasına ve Türkiye’yi ziyaret eden Batılı sanatkârların bu çalgılara özgü literatürü saraya dinletmiş bulunmasına rağmen, piyanonun halk arasında tanınıp kullanılması Tanzimat’tan sonraki yıllara rastlar. Nitekim Batıda Chopin sanatının zirvede olduğu bir devirde, ülkemizde yayımlanan ilk özel gazete olan Ceride-i Havadis’in 1845 tarihli bir nüshasında, garip olduğu kadar da enteresan olan şöyle bir duyuruyla karşılaşılır: “İLAN: Nev’ima kanuna müşabih bulunan piyano nam sazı çalmaklıkta kamile Avrupalı bir karı olup çenk zenanı zamandan isteklü olanlara talim edeceği ve mahalli havadishanemizden bildirileceği.” (Yani, Kanuna benzeyen piyano adındaki bir çalgıyı çalmakta usta olan Avrupalı bir hanım, hanımlarımızdan istekli olanlara ders verecektir, adresi gazete idarehanemizden öğrenilebilir.) Görülüyor ki burada piyano ancak bir Türk sazı olan kanuna benzetilmek suretiyle müzik meraklılarına tarif edilmek istenmiştir.
Genç Chopin’in Paris’teki yetişme döneminin başlangıcı olan 1831-1832’de, Türkiye’de II. Mahmut reform programına başlamış bulunuyordu.
1828’de tahta çıkan II. Mahmut, Türk ordusunu Avrupa sisteminde ıslah ederken, yeniçeri müziğini lağvedip yerine Avrupa tanzındaki bandoyu koymuş, bütün bu işlerin idaresini de Giuseptte Donizetti’ye vermişti. 1839’da tahta çıkan Abdülmecit’in ilan ettiği Tanzimat ve yine Donizetti’nin kurduğu saray orkestrası, Türkiye’de Batı ölçüsünde ilk müzik reformunun başlangıcı oldu. Sarayda erkek sanatçılardan oluşan orkestraların yanına, bir genç kızlar orkestrası, bir de bale heyeti katılmış, Donizetti’nin tavsiyesi üzerine İtalya’dan yeni hocalar da getirtilmişti. Ülkemizdeki görevine 1827’de başlayan Donizetti’nin, o tarihlerde, henüz Varşova’da tanınmakta olan genç Chopin’i layıkıyla tanımış olmasından kuşku duyulabilir, ancak 1856’da İspanbul’da vefat eden Donizetti’nin 1840-1849 yıllarında ve bilhassa 1847 Haziranında Franz Liszt’in Türkiye’yi ziyaret edip, Abdülmecit’in huzurunda ve özel toplantılarda konser vermesinin ardından Chopin sanatıyla yakından ilgilenmiş ve onun eserlerini öğrencilerine tanıtmış olması gerekir, çünkü İstanbul’a gelen Franz Liszt’in, İstanbul’daki bir konserinde Chopin’in Mazurka’larından birini çaldığı bilinmektedir.
Chopin’in 1840’lı yıllarda yarattığı Op. 47-65 numaralı eserleri, I. Meşrutiyet’ten önceki yıllarda ülkemizi ziyaret eden Avrupalı piyanistlerden başka, o sıralarda henüz yetişmiş olan Türk kadın piyanistleri tarafından da sanatseverlere tanıtılıp sevdirildi. Böylelikle Batı müziğine ve bu müziğin gerektirdiği zevk düzeyine ulaşma yolunda gerekli reform kendiliğinden başlamış oldu.
1876 Meşrutiyet’i ve Chopin
Birinci Meşrutiyet’i izleyen dönemin kadın piyanistleri arasında Leyla hanım adlı bir piyanist vardı. İşte ülkemizde günün birinde Türk piyanistlerin ve Türk piyano edebiyatının doğmasına rehberlik etmiş olmanın şerefini taşıyan Leyla hanım ve daha başka Türk kadın piyanistler, Chopin’i ve sanatını da ülkemizde tanıtmakta ve sevdirmekte gecikmediler. Bu dönemdeki müzikli toplantılarda Chopin’den neler çalmış olduklarını saptamak mümkün olamadıysa da İzmir’de verilen bir konserde, Türk piyanisti Tevfik beyin, Chopin’in 2. Konçertosunu çalmış olduğu, müzikolog Mahmut Ragıp Gazimihaloğlu’nun yaptığı araştırmalar sonunda tespit edilmiştir.
Arkadaşımın bana verdiği basılmamış notlara göre: “1877 yılı harbinde şehit düşen süvari binbaşısı İzzet beyin oğlu olan Tevfik bey, annesi Kontes Therez Aligehr tarafından çok küçük yaşta Venedik’e götürülüp müzik tahsil ettirilmiş ve Alexandr Voltan adı ile büyütülmüştür. Genç Voltan, Viyana’da Tausig’in yanında tahsilini tamamlamış ve Bükreş’te Carmen Sylva (1843-1916) mahlaslı Kraliçe Maria Elizabet’in saray piyanistliğini yaparken, dayısı tarafından Türkiye’ye getirilmiş; 1878 yılında piyanist Tevfik adı altında sarayda bir sıra konserler ve dersler vermeğe başlamış; 1879da Girit’ten İstanbul’a dönen piyanist Tevfik’i getiren gemi yolda İzmir’e uğramış, aynı gün İzmir’de orkestra ile bir konser veriliyormuş. Bu konserde solist olarak Chopin’in ikinci konçertosunu çalacak olan Matmazel Rosa birdenbire hastalandığı için, Tevfik beyden onun yerine çalmasını rica etmişler; o da piyanoya oturmuş ve esasen ezbere bildiği Chopin konçertosunu, hattâ provasız çalıvermiş ve bu konser o gün İzmir’de büyük bir hadise olmuş. İzmirliler Tevfik beyi bırakmamışlar Tevfik bey istifa edip İzmir’e yerleşmiş ve kendisine ayda kırk Osmanlı altını tahsis etmişler, ve ömrünün son yıllarına kadar İzmir’de kalması, sırf Chopin konçertosunu çalmakta gösterdiği maharet ile başlamış.” Chopin’in eserlerini, büyük dahinin ölümünden 30 yıl sonra İzmir’de müzik meraklılarına dinleten ilk Türk piyanistlerinden birinin Tevfik bey olduğuna şüphe edilemez. Tevfik bey, 1941 yılında, doksan yaşının üstünde İstanbul’da vefat etmiştir. [Macar Tefvik bey olarak bilinen bu piyanistin büyük bestecimiz Ahmet Adnan Saygun’un piyano hocası olduğu bilinmektedir. İ.K.]
Edebiyat-ı Cedide’de Chopin
Tanzimat, Türkiye’de eskiden yeniye geçişin her bakımdan başlangıcıdır. Bu devirde, 18. yüzyıl sonlarına kadar gelen ve dünya nimetlerine yüz çevirip kurtuluşu daha çok mistik bir tahayyülde bulmuş olan Divan Edebiyatı da Tanzimat’la beraber yerini Batıdan gelen yeni bir anlayışa bırakmış, böylece her sanattan önce söz sanatında baş gösteren “edebi tanzimat”, Chopin estetiğinin ayrılmaz bir parçası olan kadına edebiyatımızda müstesna bir durum bahşetmiştir.
Türkiye’de 1870’i izleyen yıllarda ünlenen Edebiyat-ı Cedide yazarlarında baş gösteren samimi bir Chopin heyecanı, zamanın yeni Türk romancılığında bilhassa göze çarpmaktadır. Bu devrin edebiyatçılarında, her nedense piyanoya karşı büyük bir zaaf sezilmektedir. Onun içindir ki Edebiyat-ı Cedide’nin ileri gelenlerinden biri olan Cenap Şahabettin, Tanzimat’tan sonraki ilk 30 yıl içinde sevilen bir çalgı olan piyanoya, sanatında müstesna bir yer vermiş, bu arada Chopin’in Nocturne’lerinden esinlenerek 1896’da yazdığı “Yakazat-ı Leyliye” adlı romantik şiirinde piyanoya olan ilgisini gözler önüne sermiştir. Bu güzel şiirine,
Gel bu akşam da serbeser, güzelim,
İhtizazat-ı leyli dinliyelim
mısraları ile başlamış ve,
Ta uzaklarda işte bir piyano:
Onu bişüphe bir kadın çalıyor,
Musikiden cevab-ı yeis alıyor...
Dinle ey ruhum işte ağlıyan o...”
mısralarıyla sona erdirmiştir. İşin daha enteresan olan tarafı, Edebiyat-ı Cedide’cilerin hemen hepsinin, 1909 yılında yayımladıkları roman ve hikâyelerde, Chopin’den bahsetme hususunda âdeta elbirliği etmiş olmalarıdır!
Edebiyattaki bu Chopin sevgisi, bazı yazarlarda görenek, hattâ taklit mahiyetinde ortaya çıkmasına rağmen, ilerisi için hayırlı sonuçlar doğurmuş ve bu hareket Türkiye’de 1908 Meşrutiyeti neslinin sanat zevk ve anlayışı üzerindeki olumlu bir etki yapmıştır. Nitekim bu devirde yan yana yürüyen eski Türk müziği ile Avrupa müziği alanında büyük toplantılar düzenlenmiş, bu etkinlikler Abdülhamit’in sarayında yan yana çalışan Doğu ve Batı müziği topluluklarını çok meşgul etmiştir.
1908 Meşrutiyeti ve Chopin
1908 Meşrutiyeti’nin ardından birdenbire baş gösteren geniş ölçüdeki müzik hareketi, ülkemizde yeni bir sanat anlayışının doğmasını yol açtı. Türkiye’de sık sık resim sergilerinin açıldığı, tiyatro reformunun hızlandığı bu devirde, zengin ve sürekli müzik gösterileri düzenlenmiş ve bu türlü toplantılara ilk olarak Meşrutiyet’le beraber “konser” adı verilmişti. Bu programlarda o zamanlar Türk ve Avrupa müziğinin ülkemizdeki en önemli şahsiyetlerinden Tanburi Cemil’in (1873-1916) ve Macar piyanist Hegei’nin de yan yana yer alması, konserlerin önemini büsbütün artırıyordu.
Tanburi Cemil, bir taraftan eski teksesli kültür musikisinin, bir taraftan Tanzimat’ın getirdiği yeni ruhun, bir taraftan da halk müziğinin birbirine tamamen zıt etki alanında çok ilginç bir senteze varmıştı. Tanburi Cemil, romantik şahsiyetinin üç dayanağından birini oluşturan Avrupa müziğiyle nazari olarak uğraşıyor ve zamanının aristokrasi çevrelerinde büyük saygı gördüğü için, buralarda sevilen Batı müziği eserlerini dikkatle dinliyor ve saraylarda Avrupalı müzisyenlerle tanışıyordu. Cemil, bu temasları arasında eski Osmanlı vezirlerinden Şerif Ali Haydar Paşa’nın nezdinde devrin büyük piyanisti Godowski ile de tanışmıştı. O zamana kadar Cemil, Chopin’in yalnız resmini görmüş, Lavignac ve Marmontel gibi Fransız yazarlarının eserlerinden biyografisini merakla okumuş olduğu halde, Chopin’in gerçek kimliği hakkında ancak Godowski vasıtasıyle çok iyi bir izlenim edinmişti.
Meşrutiyet Türkiye’sinde şuurlu bir Chopin sevgisi aşılamış bulunan Macar piyanist Hegei ise, 1887de, yani hocası Lizst’den 30 yıl sonra memleketimize gelip yerleşmiş ve ölüm tarihi olan 1926’ya kadar geçen 39 yıllık ciddi bir mesai içinde birçok değerli öğrenciler de yetiştirerek, ülkemizde çalışmayı çok istemiş olan büyük sanat adamı Franz Liszt’in idealini kendisi gerçekleştirmiştir.
Birinci Meşrutiyet’in ilanı yılı olan 1876dan 1914 Dünya Savaşı’na kadar geçen 38 yıllık bir süre içinde Türkiye’de Chopin’in sanatının tanınıp sevilmesini sağlayan Furiani, Hegei, Anna Grosse, Rilke, Adinolfi, Della Sudda v.s. gibi Avrupalı hocalar yavaş yavaş sahneden çekilmeğe ve yerlerini Türk piyanistlere devretmeğe başlamışlardı. Bir süre sonra İstanbul’da bir şehir konservatuvarı kurulmuş ve Türk sanatkârları arasında geniş ölçüde bir piyano amatörlüğü başlamıştı.
Cumhuriyet devrimleri ve Chopin
Türkiye’da 1923 yılı, aynı zamanda bilinçli bir sanat hareketinin de başlangıcıdır. Cumhuriyetin ilanıyla geniş ölçüde bir müzik reformu gerçekleştirilebilmiştir. Burada sırf Türk sanatkârları tarafından Union Française lokalinde verilen konserleri de anmadan geçemeyeceğim. On beş günde bir verilen ve iki sene süren, daha çok oda müziği türündeki konserlerin programında başlıca Viyana klasikleri, eski ve yeni Fransız müziği ve Chopin vardı. Konserler veren sanatçılar, bugünkü Türk müzik hayatının başlıca simaları olan gençler ve Cumhurbaşkanlığı orkestrası üniformasını ölünceye kadar terk etmeyen ihtiyar Hegei’ydi. Bu seri konserlerde Chopin’in her türlü eseri bol bol çalınmış, hattâ az tanınan sol minör triosu bile, Cemal Reşit, Ekrem Tektaş ve Mesut Cemil tarafından Türkiye’de ilk olarak dinletilmiştir.
Dünyanın bütün ulusal sanatlarına temel olan ve ortak bir form ve teknik üzerinde gelişebilen uluslararası sanat faaliyetine yeni Türk müziğiyle katılan sanatçılarımızın yetişip olgunlaşmasında, Chopin’in ve Chopin ideolojisinin oynadığı rol büyüktür. Cumhuriyet neslinin genç sanatkârları, Avrupa’nın sanat merkezlerinde kültürlerini artırmışlar ve çağdaş müziğin geliştirilmesi davasına dört elle sarılmışlardır. Bu yeni çığırın isim yapmış Türk piyanistleri arasında Cemal Reşit Rey, Ferhunde Erkin, Ömer Refik Yaltkaya, Mithat Fenmen, Fuat Turkay ve ilk piyano bestecileri arasında da Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun, Necil kâzım Akses, Ulvi Cemal Erkin ve Ferit Alnar gibi sanatçılarımız vardır.
Türkiye’de cumhuriyetten önceki ve bilhassa cumhuriyet devrindeki müzik yazarlığında, Chopin’in eserlerine ve şahsiyetine daima özel bir yer verilmiştir. Ayrıca müzik ve kültür dergilerinde Chopin hakkında makaleler ve araştırmalar yayınlanmış, bu arada yabancı dillerden de bazı tercümeler yapılmıştır. Ankara Radyosu’nda da Chopin müziği sık sık çalındığı gibi, Chopin hakkında konferanslar da verilmektedir. Ankara Radyosunda 1938 yılından beri bizzat yaptığım “İzahlı Müzik” programındaki konuşmalarımda ben de eserlerine ve şahsiyetine hayranlıkla bağlı olduğum Chopin’e daima yer verdim, ve onun sanatı ve estetiği üzerine yazılar yazdım.
Bu konuşmamda, Türkiye’de Tanzimat’tan sonraki 110 yıllık reform süresince Chopin’i ve onun Türk sanat hayatında oynadığı rolü incelemeye çalıştım. Eğer sözlerim, Chopin’siz bir sanat kültürünün imkansızlığını olduğu kadar, Chopin ile millî ve insani ideallerde hangi noktaya kadar ulaşabileceğini açıklayabildiyse kendimi bahtiyar addedeceğim. Bu arada herkes gibi benim de kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa, o da Chopin’siz bir sanat devriminin mümkün olamayacağıdır. Dünyanın her yerinde ideal bir sanat ve müzik kültürünü sürekli olarak besleyecek kaynak ancak Chopin’in eserleridir. Unutmayalım ki, sanatların en ulusal olanı, en uluslararası değerde olanıdır.
(Bu yazı, ilgili fotoğraflarıyla birlikte, klasik müzik dergisi Andante’nin Haziran 2010 tarihli 48. sayısında yayımlanmıştır.)