Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ALTAR HAKKINDA



CEVAD MEMDUH ALTAR'I ANIŞ

İnci KUT

(Cumhuriyet gazetesi, 24 Mart 2005)

             Cumhuriyetimizin ilk yıllarının idealist kadroları içinde yer almış ve Atatürk’ün müzik devriminin gerçekleştirilip kurumlaşmasında O’nun buyrukları altında çalışmış olmaktan her zaman gurur duymuş bir kültür adamı olan babam Cevad Memduh Altar’ı, sanat ve müzik alanında çağdaş kafalar yetiştirmeye adanmış uzun bir hayatın ardından on yıl önce bir 24 Mart günü yitirmiştik. Ülkemizde çağdaş sanat kurumlarının kurulup kök salması idealine bütün ömrü boyunca özveriyle hizmet etmiş olan bu eşsiz insanın her zaman kıvançla anlattığı ilginç anılarından birkaçını burada onun ağzından aktararak ruhunu şad etmek istedim:

            “Almanya’da eğitimden 1927 yılında yurda dönmüştük. Ressam arkadaşlarım Münih’te okumuşlardı, ben de Leipzig’de. Bir süre İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde görevlendirildik. Ekim ayında da Ankara Musiki Muallim Mektebi Nazariyat (teori) öğretmenliğine atandım. Müdürümüz, İstiklal Marşı’nı besteleyen, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi, viyolonist rahmetli Zeki Üngör’dü.

            “Günlerden bir gün Zeki Bey bana inanılmaz bir haber verdi: “Cevat Memduh, Gazi Hazretleri Batıdan tahsilden döndüğünüzü gazetede okumuş, sizleri tanımak için Çankaya’ya çağıracakmış, hazır olun”. Bu beklenmedik habere nasıl şaşırdığımı anlatamam, çünkü İstiklal Savaşının bütün aşamalarını Almanya’da günü gününe heyecanla izlemiştik. Anadolu’nun kurtuluşu, ülkenin bağımsızlığa yeniden kavuşması, ulusun iradesine, ordumuza, kahraman Mustafa Kemal’e olan güvenimizi sonsuz boyutlara ulaştırmıştı. Gazi Paşa tarafından Çankaya’ya çağrılmak inanılmaz bir hayaldi. Öteki iki arkadaşım İstanbul’daydılar. Bunu öğrenince Gazi Paşa: “Öyleyse buradakini getirin!” demiş. Nihayet Çankaya’ya çağrıldığım gün geldi. Gönderilen arabayla Zeki Beyle birlikte köşke gittik. Heyecan içindeydim. Saat dört sularındaydı. Gazi, yukarıdaki odasında dinleniyormuş, biraz sonra ineceklermiş. Yaverler bilardo oynuyorlardı; Zeki Bey ve ben bir köşeye oturduk. Saat dört buçuk olmuştu, etrafta ansızın bir hareket başladı; “Paşa geliyor!” sözleri duyuldu; yaverler telaşla salonun solundaki köşeye doğru ilerleyerek yukarıdan inen merdivene doğru vaziyet aldılar. Biz de o yöne gidip geride durduk. Bir de baktım Gazi Paşa, çok zarif ve şık giyinmiş, sağ eli cebinde, yavaş yavaş aşağıya iniyor.

            “Paşa iner inmez Zeki Bey ilerledi: “Emrettiğiniz arkadaşı getirdim. Paşam” dedi. Gazi bana şöyle bir baktı, gülümsedi; hiç unutmuyorum, tatlı bir Manastır şivesiyle, “Ha, sen misin çucuk!” dedi. Koştum, elini heyecanla öptüm. Sonra Paşa oturdu, önüne küçük bir kahvaltı masası getirdiler ve bana, “Otur bakalım, anlat bana Almanya’da neler yaptın, neler öğrendin?” diye sordu. Paşa’nın sorularına cevap verebilmek için yürek lazımdı. Toparlandım, bir şeyler anlatabilme isteğiyle hayli çaba harcadım ve tahsilimle ilgili olarak o anda aklıma ne gelebildiyse anlatmaya çalıştım. Paşa’nın insanı büyüleyen, olduğu yere mıhlayan gözlerine bakabilmek hakikaten imkânsızdır. Bunu duymuştum, ama doğruluğuna Gazi’yi görme mutluluğuna erdiğim gün inandım.

            “Gazi Paşa anlattıklarımı dinledikten sonra bana, “Bundan sonra salı günleri Marmara Köşkü’ndeki çaylara geleceksin; hem müzik programlarının hazırlanmasında orkestra şefine de yardımcı olursun” dedi. Artık ben Salı günlerini iple çeker olmuştum.

            “Köşke gidişimden bir hafta sonra yine Çankaya’ya çağrılmıştım. Gazi Paşa benimle hep müzik üzerinde konuşuyor, bana çok şeyler soruyordu. Ulusal müziğimizin, çağdaş bilimin uluslararası nitelikteki ortak tekniği olan çokseslilikle işlenerek, öteki ulusların çağdaş müzikleri arasındaki yerini eşit hak ve düzeyde bir an önce alabilmesi için neler yapılması gerektiği üzerindeki bilimsel sorunlar, Paşa’yı yürekten ilgilendiriyordu.

            “Bir Cumartesi günü sinemaya gitmiştim. Gazi Hazretleri beni aratmış ve derhal Marmara Köşkü’ne getirilmemi emretmiş. İlgililer önce Cebeci’ye Musiki Muallim Mektebi’ne gitmişler; nerede olabileceğimi arkadaşlardan öğrenmişler. Birkaç sinemayı tarayarak beni ele geçirdiler. Karanlıkta birden lambalar yandı; balkondaydım. Birkaç kişinin sağa sola bakındıktan sonra bana doğru geldiklerini gördüm ve Paşa’nın emrini öğrendim. Hep beraber sinemadan çıkarken ben nereye götürüleceğimi biliyordum, ama seyirciler kim bilir ne düşünmüşlerdi!

            “Gazi, üst katta, koridorun açık penceresi önündeki masada oturuyordu. Yanında Halk Partisi Genel Sekreteri Saffet Arıkan Bey vardı. Paşa bana, “Gel bakalım çucuk!” dedi, oturdum, yine müzikle ilgili reformlar üzerinde uzun uzun konuşuldu. Paşa bir aralık yandaki odaya geçti. O anda pencerenin içinde açık duran kalın bir kitap gözüme ilişti; Gazi Paşa dönmeden kitaba bakma tutkusuyla Saffet Arıkan Bey’den izin alıp pencereye yaklaştım. Kitap, Fransız müzikologu Lavignac’ın “La Musique et les Musiciens” (Müzik ve Müzisyenler) adlı ünlü eseriydi; ve açık duran sayfalardaki bazı satırların altları kurşun kalemle çizilmişti. İşte o zaman Gazi’nin, ulusal müziğimizin geleceğiyle ilgili tasarılarını oluşturma yolunda gerekli incelemeleri, bilimsel kaynaklara başvurarak bizzat kendilerinin yapmakta olduğunu yakından gördüm ve geleceğe olan inancım daha da güçlendi.

            “Gazi Paşa, benim Almanya’da katıldığım Barok müzik topluluklarında zevkle çaldığım viyolayı da merak ediyordu; bu çalgıyı kendilerine dinletmemi istemişlerdi. Ben de bir Cumartesi günü Barok müzik bestecilerinin eserlerinden derlediğim yarım saatlik bir program hazırladım. Çankaya’daki bu programa Gazi Paşa misafirler de davet etmişti. Köşkün piyanosu, bilardo salonundan büyük salona açılan kapının sol yanına çapraz konulmuş olarak duruyordu. Davetlilerin bir kısmı oturmuştu; Gazi ayaktaydı. İlk olarak Locatelli’nin Arya’sını piyanist rahmetli Sadri arkadaşımın eşliğinde henüz çalıp bitirmiştim ki misafirler alkışlarken Gazi Hazretleri süratle bana geldi; alnımdan öptü ve misafirlere dönerek, “Arkadaşlar, bu müzik burada böyle dinlenmez, içeride salonda dinlenir!” dedi. Sonra hademeleri çağırarak piyanoyu büyük salona taşıttı. Davetliler de salonda yerlerini aldılar ve program böylece Gazi Paşa’nın istediği şekilde sona erdirilmiş oldu.

            “Aradan birkaç yıl daha geçmişti. Ata, Türk müziğini ulusal özelliklerini kaybetmeden çoksesliliğe kavuşturacak olan musiki ve temsil akademileri kanunlarını da hazırlatmış ve Meclis’ten geçirtmişti, ama bu kanunlar yürürlüğe girmemiş, 1935 yılına kadar sadece orta okullara müzik öğretmeni yetiştirmekle görevli Musiki Muallim Mektebi’yle yetinilmişti. Ulu Önder, Meclis’in 1934 yılı çalışma dönemini açış nutkunda, “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir!” demişti. Aynı yıl içinde, genişçe bir uzman kadrosuyla Ankara’da toplattığı Müzik Kongresi’nin önerisiyle, Devlet Konservatuvarı faaliyete geçirildi (1935-36), sonra da Batıdan Paul Hindemith ve Carl Ebert gibi dünyaca tanınmış müzik ve tiyatro uzmanları ve daha başka yerli ve yabancı uzmanlar davet ve angaje edildiler. Bu kadroların yardımıyla konservatuvarın tüm uzmanlık kolları daha da güçlendirilmiş olarak çalışmalarını sürdürdü. Ama ne yazık ki Devlet Konservatuvarı ancak 1940 yılında bağımsız bir kuruluşa dönüştürülebilmiş, 1938 yılının Kasım ayında gözlerini dünyaya yuman Ata, bu çağdaş kurumun ulusal ve uluslararası nitelikteki başarısını görememişti!

            “Bütün bunlar da gösteriyor ki, Atatürk’ün önderliğiyle yeşeren çağdaş Türk kültürü, özellikle çoksesli Türk sanat-müziği, ulusal opera ve bale dallarında, dünya müzik literatürüne katkıda bulunan bestecilerimizin yetişmesine imkân sağlamış, icracılarımız ve orkestra şeflerimiz dünyanın başta gelen sahnelerinde ve konser salonlarında başarı kazanmışlar, hararetle alkışlanmışlardır. Öte yandan, bütün bu yıllar içinde çoksesli sanat-müziği alanında yapılan çalışmalar, ulusal opera ve balede elde edilen başarılar, Atatürk gelinceye kadar ülkemizin ne büyük değerler kaybetmiş olduğunu da bütün acılığıyla ortaya koymaktadır.”

            Sanat dünyamızdan ayrılışının onuncu yılında Cevad Memduh Altar’ı saygıyla, sevgiyle, özlemle anıyoruz.