Cevad Memduh ALTAR
Müzik sanatımızın çağdaş oluşum ve gelişimine “öncü” olmuş bir büyüğü kaybettik: Cemal Reşit Rey’i! Ona “öncü” değil, çoksesli çağdaş Türk sanat-müziğinin “babası” demek şüphesiz daha doğru olur!
Cemal Reşit ve onunla birlikte “Türk Beşleri” diye anılan büyük bestecilerimiz Ahmet Adnan Saygun, Necil Kâzım Akses, Ulvi Cemal Erkin ve Ferit Alnar ile onları izleyerek çoksesli teknikle eserler vermiş bulunan Bülent Tarcan ve Ekrem Zeki Üngör gibi besteciler ve onların Ankara ekolünde yetiştirdikleri genç kuşak bestecileri Selahattin Kalender, Kemal İlerici, Bülent Arel, Nevit Kodallı, İlhan Usmanbaş, İlhan Baran, Cengiz Tanç, Atatürk Türkiyesi’nin çağdaşlaşma ilkesine özgün bir müzik sanatı yaratmış bestecilerdir. Başta Cemal Reşit Rey olmak üzere, Beşler Grubu’nun tüm bestecileri ve genç kuşak bestecilerinden bazıları, kompozisyon ihtisaslarını Batının belli başlı kültür merkezlerindeki müzik akademilerindeki uluslararası nitelikte tanınmış büyük bestecilerin yanında tamamlayarak yurda dönmüşler, zamanla Ankara Devlet Konservatuvarı ile İzmir ve İstanbul Devlet Konservatuvarlarının kuruluşuna katkıda bulunmuşlar, son elli yıl içinde dördüncü kuşağa kadar erişen genç kuşak bestecilerini yetiştirmişler, ulusal-çağdaş çoksesli bir müzik literatürünün oluşum ve gelişimini gerçekleştirmişler, uluslararası kültür değişimindeki başarılarıyla yalnız bizde değil, dünyanın en ileri sanat merkezlerinde de eserleriyle tanınmışlar, müzik sanatının hemen her dalında yazdıkları eserlerle, geleneksel musikimize temel olan monodik-modal özellikleri de günün teknik gereğine uygun bir şekilde değerlendirmedeki hünerleriyle, uluslararası çağdaş müzik literatürünü, dünyanın her yerinde benimsenir ve aynen uygulanabilir nitelikteki eserlerle zenginleştirmişlerdir.
İşte yarım yüzyılı aşan bu büyük ve güçlü hareketin en başında Cemal Reşit Rey görülmektedir. Ama ne var ki bizler, Cemal Reşit Rey’in ne olduğunu, kim olduğunu, önce kendi memleketimizde gereği gibi anlatıp tanıtamadık ve bunda çok kabahatliyiz! Bu büyük insanın naaşı önündeki anma töreninde Ahmet Adnan Saygun’un haklı olarak söylediği gibi, Cemal Reşit Rey’i kendi ulusuna ve ülkesine sadece bir iki opereti ile tanıttık. Rol dağılımı bile ele alınmış, yakında sahneye konacağı haberi eserin bestecisini gönülden heyecanlandırmış olan “Çelebi” operası neden bir türlü oynanamadı? Ben, dünyanın hiçbir yerinde Rey gibi büyük bir bestecinin kendi ulusuna her şeyden önce yalnız bir operetiyle tanıtıldığını görmedim. Bu düşüncemle operet sanatını hiçbir zaman küçümsüyor değilim. Şüphesiz operet de müzik sanatının önemli kollarından biridir. Ama önemli bir sanat adamının, eserleri arasında yer alan bir opereti ile kendi kültür dünyasına tanıtılması çok garip ve düşündürücü!
25 Ekim 1904’te Kudüs’te doğan Cemal Reşit Rey, dokuz yaşında Paris’te müzik çalışmalarına başlamış, zamanın ünlü hocası Marguérite Long’un yanında piyano öğrenimi görmüş, 1914-19 yıllarında İsviçre’de Cenevre Konservatuvarı’nda çalışmış, 1920-23 yıllarında tekrar Paris’e giderek Long’un denetimi altında piyano, Laparra’nın öğrencisi olarak da kompozisyon öğrenimini tamamlamıştır. 1923 yılında cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte yönetimce İstanbul’a davet edilen Rey, o tarihte yeniden düzenlenen İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda piyano ve kompozisyon öğretim üyelikleri görevlerini üstlenmiştir. Rey, 1938 yılında Ankara’ya davet edilmiş ve o tarihte başkentte henüz faaliyete geçmiş olan Türkiye Radyosu’nun müzik yayınları bölümünün başına geçerek bu görevi 1940 yılına kadar yürüttükten sonra gene İstanbul’a dönerek, kompozisyon çalışmaları, oda müziği ve senfonik eserler yazmasının yanında, organizasyon çalışmalarında ve özellikle İstanbul Şehir Orkestrasının bir Devlet Senfoni Orkestrasına dönüştürülmesinde aktif rol oynamış ve başarılı olmuştur.
Gerçekten de İstanbullu müzikseverlerin yardım ve teşvikleriyle kurulması düşünülen İstanbul Filarmoni Derneği’nin 1945 yılında ilk olarak organize edilmesine ve derneğin 1946 yılında Beyoğlu’nda Saray Sineması salonunda abonman konserleri düzenlemesine Cemal Reşit Rey’in büyük emeği geçmiştir. Yaratıcılıktaki atılımlarını, özellikle 1940 yılından sonra, çoksesli Türk müziği uğrunda değerlendirmiş olan Rey, sanat çalışmalarının doruk noktasına Filarmoni Derneği’ndeki uğraşlarıyla erişmiştir.
Cemal Reşit Rey’in yetmiş yılı aşan yaratıcılık, icracılık, yönetmenlik ve organizatörlük dönemlerini birbirinden farklı uygulamalar halinde karakterize edebilme yolunda yaptığım araştırmalar, çeşitli aşamalara bölünmüş bir mesleksel uğraş tablosunun meydana gelmesini gerektirmiştir ki bu tablonun iki ana kolu şunlardır:
Zamanında İstanbul Filarmoni Derneği’nin düzenlediği konserlerle dünyaca yanınmış büyük virtüozların İstanbul’a gelmelerini sağlayan, uluslararası karşılıklı kültür alışverişindeki olağanüstü titizliğiyle ünü yurt dışına da taşan Cemal Reşit Rey, 1946 yılından itibaren dünyanın belli başlı orkestralarıyla konserler yönetmiş ve bu tür çalışmaları sayesinde çoksesli ulusal Türk sanat-müziğini yabancı ülkelere tanımada da başarılı olmuştur. Rey’in orkestra yönetmenliğine özellikle önem verdiği bu dönemde, Batının belli başlı senfoni orkestraları kendisini, istediği gibi program uygulamaya davet etmiş ve bu arada Rey, Viyana Filarmoni Orkestrası, Fransa Ulusal Orkestrası, Roma Santa Cecilia ve Napoli Scarlatti Orkestraları ve Belgrad, Bükreş, Atina, Sofya, Varşova, Madrid, İsrail senfoni orkestralarıyla konserler yönetmiş ve bu konserlerin programlarında kendi eserlerinden seçtiklerini de yöneterek, Türk sanat-müziğinin çoksesli türlerini Batının kültür çevrelerine gereğince tanıtmıştır.
Cemal Reşit Rey’in yazmış olduğu yüze yakın eser arasında, senfonik eserlerle çeşitli enstrümantal eserlerden başka, operalar, operetler, revüler ve müzikaller de yer almaktadır; ve Rey’in bugüne kadar ne yazık ki hiç oynanmamış olan operaları şunlardır: Faire sans dire (Fransızca, 1 perde, libretto: Ekrem Reşit Rey, 1920); Jean Marek (Fransızca, 3 perde, 4 tablo, libretto, Xavier Formentin, 1920); Sultan Cem (5 perde, 12 tablo, libretto: Ekrem Reşit Rey, 1922-23); L’enchantement (Fransızca, 2 perde, libretto: Ekrem Reşit Rey, Mme Roussel Despierre’in senaryosu üzerine, 1924); Zeybek (3 perde, libretto: Ekrem Reşit Rey, 1926); Köyde Bir Facia (1 perde, libretto: Ekrem Reşit Rey, 1929); Çelebi (4 perde, libretto: Ekrem Reşit Rey, 1942-45, orkestrasyonun tamamlanışı 1973, sahneye konması hazırlıklarına başlanmıştı).
Yukarıda kısaca açıklanmış olduğu gibi, hayatı boyunca kendini canlı ve renkli bir yaratıcılıkla tanıtmış olan Rey’in uluslararası plandaki hayranları arasında, özellikle ellili yılların dünyaca tanınmış orkestra şeflerinden Grek asıllı Dimitri Mitropoulos da (1890-1960) bulunmaktaydı. Nitekim 1954 yılında kendisiyle New York’ta tanıştığım bu Birleşik Amerikalı sanat adamımın, Türkiye ile ilgili olarak bana ilk sorduğu kişi, bestecimiz Cemal Reşit Rey olmuştu ve Rey’in çalışmalarıyla ilgili olarak Mitropoulos ile uzun uzun görüşmüştük.
Rey ile çalışmam ve birbirimizi yakından tanımamız, ilk olarak 1938 yılında faaliyete geçmiş olan Ankara’daki Türkiye Radyo Postası ile başlamıştı. O zaman radyonun Batı müziği yayınlarını Rey, Türk musikisi yayınlarını da Mesut Cemil yönetmekteydi; ben de Bakanlıklararası Radyo Kurulu’nda Millî Eğitim Bakanlığının temsilcisi olarak bulunuyordum. Sık sık yapılan kurul çalışmalarında, bazen Rey ile çelişkiye düştüğümüz konular da oluyordu, ama işlerimizi her seferinde de karşılıklı sevgi ve saygıyla yürütmekten geri kalmıyorduk. İşte bu çalışmalarımızda, adımın vakit vakit gıyabımda geçtiği hallerde, sevgili Rey’in beni bazen Balzac diye anmakta olduğunu, yıllarca sonra Mesut Cemil’den duyduğum zaman katıla katıla gülmüştüm ve bunu Rey’in bir iltifatı olarak kabul etmiştim. Beni neden Balzac’a benzettiğini bugüne kadar öğrenemedim ama bu geniş esprili sanat adamının insana -Allah korusun!- başka isimler de takması pekâlâ mümkündü.
Rey, Türkiye Radyo Postası’ndaki birlikte çalışmalarımızın en başında, benden Batı müziği bestecileri hakkında seri konuşmalar yapmamı istemiş ve bu konuşmalarımın ilki, gene onun öneri ve isteğiyle George Bizet olmuştu; işte benim o tarihlerde her Pazar sabahı bir saat süreyle yaptığım müzik konuşmaları böyle başlamıştı.
İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın kuruluşuna gelince: Vaktiyle Rey’in emeğiyle kurulmuş olan İstanbul Şehir Orkestrası’nın tam kadrolu bir Devlet Senfoni Orkestrasına dönüştürülmesiyle ilgili çalışmalara ellili yıllarda Ankara’da başlamıştık. Özellikle bu konuda büyük bir heyecan ve istekle vakit vakit Ankara’ya koşup gelen Cemal Reşit Rey’in bu en büyük idealinin gerçekleştirilmesi uğrunda mümkün olanı da olmayanı da yapmaya tüm gücümüzle gayret ediyorduk; ve bu konuya Rey ile Mükerrem Berk arkadaşımızın bu konudaki tükenmez ilgi, yardım ve inisiyatif almadaki isabetini hayranlıkla belirtmeyi vazife saymaktayım. Bu çok önemli işe yönelik çaba, benim Millî Eğitim Bakanlığından ayrılıp Basın-Yayın Genel Müdürlüğünün Radyo Dairesi Müdürlüğüne tayinim yılı olan 1943’ü takip eden yıllarda bile, bu konuda ağızdan ağza dolaşan isteklerden güç almış ve zamanla ellili yıllara kadar gelip dayanmıştı. Kaldı ki eninde sonunda Rey’in yenilmez iradesi ve aklın zaferiyle İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası da 1972’de kuruldu ve kıvanç dolu çalışmalarını sürdürmekte başarılı oldu, hâlâ da olmaktadır.
Bu orkestra kurulurken hep kafamdan şunları geçirirdim: Bugün varlığıyla kıvanç duyduğumuz, Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın kuruluşuna ilk temel taşını koymak ve uzun yıllar gelişimine emek vermek üzere, vaktiyle padişah Sultan Mahmut İtalya’dan Giuseppe Donizetti’yi (1788-1856) İstanbul’a davet etmiş, bu zat bol para ile rahat rahat çalışmış ve böylece resmî bir orkestra kurulmuştu (1828). Bu işinde büyük başarı elde eden Donizetti Paşa, tam 28 yıl İstanbul’da yaşayarak, kurduğu orkestranın gelişimine büyük emek vermiş, 1856 yılında ölmüş ve Pangaltı’daki Dame de Sion Fransız Kiz Lisesi’nin avlusundaki St. Esprit kilisesinin mahzenindeki mezara gömülmüştü. Ama aradan tam 144 yıl geçmiş, bu kez İstanbul’da bir Devlet Senfoni Orkestrasının kurulabilmesi çalışmalarına, ancak Cemal Reşit Rey’in insanüstü iradesiyle başlanabilmiş, gene de yıllarca beklenmiş, eninde sonunda İstanbul’da bir Devlet Senfoni Orkestrası kurulabilmişti.
İki yıl kadar önceydi; günlerden bir gün, Beşiktaş Serencebey yokuşundaki apartman dairesinde Cemal Reşit Rey’i ziyaret etmiştim. Bir hayli konuştuktan sonra Cemal Reşit, ansızın piyanosunun önündeki tabureye oturarak kapağı açtı ve yeni yazmış olduğu bir eseri çalmaya hazırlandı; ama hemen bana dönerek iki elinin avuçlarını gösterdi ve büyük bir üzüntüyle, “Bakın, artık piyano da çalamıyorum, çünkü ellerimi tam olarak açamıyorum” dedi. Baktım, avuçlarının ortasındaki kasların kısılmasıyla Rey ellerini gereği gibi açamıyor, hattâ isabetli bir oktav oluşturamıyordu. Sonra gene bana döndü: “Ama ne yaptım yaptım, piyano için şu eseri yazdım” dedi ve eseri bütün gücünü toplayarak çalmaya başladı; çalmaya zorlukla devam edişine -bugün gibi hatırlıyorum- çok, hem çok üzüldüm. Bir aralık durdu ve bana; “İşte artık bu yazı benim Chant du Cygne’im!” [kuğunun son şarkısı] dedi. Bu sözleriyle Rey’in, çaldığı eserin hayatının son eseri olduğunu söylemek istediğini hemen sezdim; ve onu, fazla üzüntüye kapılmadan teselli edebilmenin gayretiyle bir şeyler söyledim, söyledim ama bugün artık ne dediğimi de hatırlayamıyorum.
Cemal Reşit’in, başlığını ne yazık ki hatırlayamadığım o harikulâde güzel eserini “kuğunun son şarkısı” (chant du cygne) olarak nitelemesinin nedeni şuydu: Kuğu kuşu, yani Fransızca adı “cygne” olan o iri, beyaz, şahane görünümlü ve antik mitolojiye göre Tanrı Apollo’nun çok sevdiği kuğu, gene antik mitolojide, hayatında bir kez çok hazin bir şarkı çağırır ve ölürmüş! Onun içindir ki büyük sanatçıların ölümlerinden önceki en son eserleri “kuğunun son şarkısı” olarak adlandırılmaktadır. Nitekim Rey’in bana dinletmek istediği piyano eseri de, büyük sanatçının son eseri oldu; ve kendisinin de söylediği gibi, gerçekten bir “chant de cygne” olan bu eserle mukadder olan yerini buldu!
Nur içinde yat Rey! Senin adının ve eserlerinin, bundan böyle de çoksesli çağdaş Türk sanat-müziğinin hiç durmadan erişeceği evrensel boyutların simgesi olduğuna inanıyoruz ve senin yolunda inançla ilerlemenin bilinci içindeyiz!
(Gayrettepe, 15 Ekim 1985)