Bilim ve sanatın kaderini, çağımızda sadece eğitim ve öğretimin etkilediği bir gerçektir. Rönesans’ta olduğu gibi, bilimi ve sanatı usta-çırak ilişkisine tutsak düşüren anlayıştan zamanla uzaklaştıran tek etken, mutlak-aklın eleştirisidir. Ne var ki tabiatın gelişim yasası gereği olan bu tür ilerleyişlerin hızını ayarlamakta insanoğlunun istek ve anlayış gücünün rolü büyüktür. Gelişimde hızla koşmalar, gerileyip beklemeler, yaşanılan çağla bağdaşamayan gecikmeler, hep insan ve toplumun irade gücünde vakit vakit baş gösteren duraklamalardan başka bir şey değildir.
Atatürk reformları bu bakımdan, tüm engelleri aşıp, bilimde ve sanatta hızla ilerleme aşamasına ayak basma ve durmadan mesafe alma istek ve azminin etkeni olmanın niteliğini taşımaktadır; ve memleketimizde de eğitim-öğretimde üstünlük ilkelerinin daha yakından anlaşılmasıyla hayata göz açmış bulunan çağdaş öğrenim kurumları arasında, Ankara Devlet Konservatuvarı ile Devlet Tiyatrosu ve Devlet Opera ve Balesi de layık oldukları yeri doğal olarak almış bulunmaktadırlar.
Aktörün ve müzisyenin çağdaş bilimin ortak tekniğinden güç alan bir yöntemle yetiştirilmesi ilkesi, bizde İmparatorluğun son yıllarında bile az çok benimsenmiş, bu amaçla Batıya bestecilik ve icracılık alanlarında yetiştirilmek üzere öğrenci gönderilmiştir. İstanbul Belediye Tiyatrosu’nun temelini oluşturan Dar-ül Bedayi sahnesi de Birinci Dünya Savaşından önce kurulmuş ve yine o yıllarda, zamanın ünlü Fransız rejisörü M. André Antoine (1858-1943) İstanbul’a davet edilmiş, ve bu kişi kısa bir süre için de olsa Dar-ül Bedayi’in çalışmalarına okul karakteri verme yolunda yardımcı olmuştur.
Cumhuriyetin ilanından sonra da İstanbul Belediyesi, okula dönük girişimlere önem vermeyi ihmal etmemiş, konservatuvarın ıslahı için Avusturyalı ünlü besteci Joseph Marx’ı (1882-1964) davet etmiş ve Marx’ın, Türkiye’de müziğin gelişimini sağlayacak tedbirlerle ilgili bir rapor vermesine imkân sağlamıştır. Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre önceki tarihlerde bile bu yolda alınmış olan inisiyatifler, sanat eğitim ve öğretiminde çağdaşlık ilkelerine bizde de önem verilmiş olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bundan kısa bir süre önce Birleşik Amerika’da 93 yaşında hayata gözlerini yummuş olan Prof. Carl Ebert (1887-1980), Türkiye’de müzikli ve müziksiz sahne sanatlarının sırf okula dayalı olarak gelişip olgunlaşması ve bunun doğal sonucu olarak da Türkiye’de ilk Devlet Konservatuvarı ile Devlet Tiyatrosu’nun ve Devlet Operası’nın kurulup faaliyete geçmesi çabasına içtenlikle katkıda bulunmuş bir sanat büyüğüdür; ve bu çabasını Ankara’da aralıksız dokuz yıl sürdürmüş olduğu için, ölümü hepimizi yürekten duygulandırmış ve üzmüştür.
Prof. Carl Ebert kimdir, neler yapmıştır ve Ankara’ya nasıl getirilmiştir? sorularının çözümü, Türk Devlet Tiyatrosu’nun ve Devlet Operası’nın, çağdaş eğitim ve öğretime yön veren Ankara Devlet Konservatuvarı ile birlikte, yarım yüzyıldan beri harcadığı oluşum ve gelişim çabasını gereğince yorumlayabilme bakımından olağanüstü önem taşımaktadır.
Carl Ebert aslen Berlinlidir; ve zamanında büyük üne ulaşmış bulunan Alman rejisörü Max Reinhardt’ın (1873-1943) öğrencisidir; Max Reinhardt da vaktiyle dünya çapında üne ulaşmış bir tiyatro okulunun kurucusu olan Rus asıllı Constantin Stanislowsky’nin (1863-1938) öğrencisidir. Max Reinhardt, uzun yıllar Avusturya Devlet Tiyatrosu’nun müdürlüğü görevini üzerine almış ve sahne sanatı alanında oluşturduğu yepyeni bir oyun türünün geniş çevrelerde uyandırdığı ilgiyle tanınmıştır.
Prof. Carl Ebert, Almanya’dan koparak ayrıldığı 1933 yılına kadar özellikle Berlin’de çalışmış olmakla birlikte, aşağıda kronolojik sıraya göre açıklanan hizmetlerin sorumluluğunu üstlenmiştir: Berlin Devlet Tiyatrosu aktörü (1909-14); Frankfurt a/M. Şehir Tiyatrosu aktörü ve rejisörü (1915-22) ve Frankfurt Tiyatro Okulu’nun kurucusu (1919); Berlin, Prusya Devlet Tiyatrosu aktörü (1922-27), Alman Sahne Hizmetlileri Birliği Başkanı (1922-27), Berlin Devlet Tiyatro Okulu’nun kurucusu (1925) ve müdürü; Darmstadt, Hess Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü (1927-31); Berlin Şehir Operası Müdürü (1931-33).
Alman Eğitim Bakanlığınca 1925 yılında profesör unvanı ile onurlandırılmış olan Carl Ebert, 1933 yılından, Türkiye’ye davet edildiği 1935 yılına kadar da Buenos Aires’deki Teatro Colon’da faaliyetini sürdüren Alman Operası’nın rejisör ve direktörlüğü görevi ile İngiltere’deki Glyndebourne Mozart Festivalleri’nin ve Floransa’daki Maggio Musicale operasının rejisörlüğü ve direktörlüğü sorumluluklarını üzerine almıştır.
Prof. Carl Ebert, 1945 yılında bizden ayrıldıktan sonra da uzun süre Londra civarındaki Glyndebourne’da her yıl düzenlenen ünlü Mozart Festivalleri’ni idare etmiş, daha sonra da A.B.D.’de Los Angeles’e yerleşerek, Güney California Devlet Üniversitesi’nin Tiyatro Kürsüsü profesörlüğü görevini yürütmüştür.
Şimdi de Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşu çalışmalarını kısaca gözden geçirelim: 1934 yılında, Atatürk’ün direktifleri ve zamanın Millî Eğitim Bakanı Abidin Özmen’in çağrısı üzerine Ankara’da toplanan uzmanların raporu uyarınca, ilk iş olarak bakanlıkta bir Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kurulacak, sonra da hemen ele alınacak daha başka işler arasında, Ankara’da bir de Devlet Konservatuvarı faaliyete geçirilecekti. Kaldı ki yine Atatürk’ün direktifleriyle daha önceki yıllarda hazırlanıp Büyük Millet Meclisince kabul edilmiş bir Musiki ve Temsil Akademisi Kanunu vardı ki, bu kanunun yürürlüğe konmasının bir süre ertelenmesi uygun görülmüş ve geniş kadrolu bir uzmanlar kurulunun bu konuda vereceği rapora kadar beklemenin çok daha doğru olacağı kanısına varılmıştı. Nitekim de öyle olmuş ve Devlet Konservatuvarının birkaç yıl idareten faaliyete geçmesiyle elde edilen olumlu sonuçlar karşısında, daha önce hazırlanmış olan kanun yerine Büyük Millet Meclisince kabul edilen Ankara Devlet Konservatuvarı Kanunu (1940) yürürlüğe girmiştir. Böylece Devlet Konservatuvarı, geleceğe yönelik çalışmalara ışık tutan deneme yıllarının arkaya atılmasından sonra, bu kurumun meyveleri olmanın önemini taşıyan Ankara Devlet Tiyatrosu ile Devlet Opera ve Balesi’nin, hattâ bir bakıma Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın, İzmir Devlet Konservatuvarı ile Devlet Senfoni Orkestrası’nın, İstanbul Devlet Konservatuvarı ve Devlet Senfoni Orkestrası’nın, her şeyden önce çağdaş eğitim-öğretime yön veren bir okullaşma hareketinin doğal sonuçları olarak kurulup geliştirilmeleri imkânı sağlanmıştır.
İşte Prof. Carl Ebert, Cumhuriyet ile birlikte ele alınmış olan müzikli ve müziksiz sahne sanatlarını, uygar ülkelerin hepsinde olduğu gibi, bizde de Devletin eğitim-öğretime yönelik kültür felsefesinden güç alan resmî bir kuruluş halinde biçimlendirme çabasına yardımcı bir uzman olarak Ankara’ya çağrılmış ve bu hareketin oluşum ve gelişimine tam dokuz yıl içtenlikle emeğini katmıştır.
Bütün bu gelişmeler süresince, özellikle tiyatro sanatına emeği geçmiş ünlü Türk uzmanlarının da Carl Ebert ile işbirliği yapmalarına, zamanın Millî Eğitim Bakanlığınca ön planda özen gösterilmiştir. Örneğin İstanbul Belediye Tiyatrosu’nun gelişimine, dolayısıyla Türkiye’de çağdaş tiyatronun kuruluşuna büyük çapta emeği geçmiş olan rahmetli Muhsin Ertuğrul gibi bir uzmanın da, yapılacak işleri Carl Ebert ile bölüşerek yürütmesine bakanlıkça büyük ölçüde önem verilmiştir; ama her iki uzmanın, daha sonraları Hindemith ile Ebert arasında olduğu gibi, ortak bir çalışma üstünde anlaşabilmeleri imkânı ne yazık ki sağlanamamıştır. Özellikle sanatta mesleklerinin zirvesine ulaşmış kişilerin, aynı konuya ortak bir görüşle eğilememiş oldukları bir gerçektir. Muhsin-Ebert ve Hindemith-Ebert anlaşmazlığının da aynı nedenden kaynaklanmış olabileceği düşünülebilir.
Muhsin Ertuğrul, ancak Carl Ebert Türkiye’yi terk ettikten sonra ve iki ayrı dönem içinde Devlet Tiyatro ve Operası’nın genel müdürlüğü görevini yürütme sorumluluğunu üzerine almıştır (1949-51 ve 1951-58). Ne var ki yukarıda değinildiği gibi, Ankara’daki kuruluş çalışmalarının daha başka bir üzüntü konusu da vardı. Nitekim Carl Ebert’in Türkiye’ye çağrılmasında başlıca rolü oynayan Prof. Paul Hindemith ile işbirliği de olumlu yolda gelişememişti Aslında birbirinin yakın dostu olan, Batının bu iki büyük sanat adamını, uygulamada birbirinden şiddetle uzaklaştıran tek neden, her ikisiyle ilgili meslek alanlarının uygulamadaki yakınlık ve yaklaşım açısından sahip oldukları özellikti. Yani opera sanatının esası müzikti ama bir yandan da sahne sanatıydı. Onun için müzikçi Paul Hindemith’in, Opera Bölümünün kuruluşuna uzaktan yakından el koyması, Ebert’i bir süre sonra tedirgin etmişti. Bu durum zamanla sert tartışmalara da yol açmıştı. Hattâ günün birinde, yetki konusunun yazılı ve imzalı bir protokole bağlanması bile sonuç vermemiş ve Ebert, Opera Bölümünün kuruluşunu Hindemith’i müdahale ettirmeden tamamlamıştı. İşte bu durum vakit vakit üzüntülere yol açmaktan geri kalmadı.
Prof. Carl Ebert, Devlet Tiyatroları ile Devlet Opera ve Balesi’nin temeli olan Ankara Devlet Konservatuvarı’nın çağdaş teknik ve estetik açısından kurucusu olduğu kadar, bu kurumun eğitim ve öğretimde başöğretmenliği görevini de yıllarca üstlenmiş bir uzmandır da. Bundan dolayı Ebert, her şeyden önce bugün kendileriyle iftihar ettiğimiz çok değerli rejisör ve sahne sanatçılarımızın yetişmelerine emeği geçmiş mutlu bir hocadır. Onun öğrencileri olan Devlet Tiyatro ve Operası öncüleri de, hocalarından aldıklarını yeni kuşaklara devrederek, Ebert ile başlayan eğitim-öğretime dayalı bir geleneği, olduğu gibi sürdürmede başarılı olmuşlar ve kırk yıla yaklaşan bir süre içinde daha birçok kültürlü sahne sanatçısının yetişmesine de imkân sağlamışlardır.
Carl Ebert’in, Batılı rejisörlerde hemen hemen karşılaşılmayan bir başka yönü de tiyatro ve opera gibi değişik amaçlara yönelik iki ayrı sanatın birbirlerinden farklı icra türlerini kişiliğinde tek bütüne dönüştürmüş bir sahne uzmanı olmasıdır. Böylesine bir özelliğin önemi çok büyüktür, çünkü tiyatro sanatı, en açık anlamıyla edebiyattır, opera sanatı ise her şeyden önce müziktir. Her ikisinin yolu, icra alanında birbirinden tamamen ayrıdır. Onun içindir ki operanın icracısı olan müzikçi aktör, tiyatro sanatının özelliği açısından büyük önemi olan jest, mimik, davranış ve hareket türünden temel unsurları opera icracılığı ile gereğince bağdaştıramamakta ve sahnede geçen olayın en canlı ve en hareketli anlarında bile, bir şan konserinin gereği olan az çok statik davranıştan sıyrılıp, sahnedeki olayın ritmik akışını, tiyatroya özgü hareket ve davranış serbestliği ile tamamlayabilme bakımından oldukça zahmet çekmektedir. İşte Carl Ebert, teatral davranış ve hareket tekniğini opera sanatıyla da bağdaştırabilen bir rejisör olarak ün kazanmış ve bizde yetiştirdiği sanatçıların çoğunlukla Ebert ekolünü başarıyla sürdürmekte oldukları görülmüştür.
Atatürk’ün yürekten istek ve ilgileriyle, 1935-36 yıllarında, müzikte ve tiyatroda reformu gerektiren kuruluş çalışmalarına hükümetçe özellikle yön verilmişti. 1935 yılında, zamanın Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, aynı yıl Berlin öğrenci müfettişliği görevini yürütmekteyken bakanlık Teftiş Kurulu başkanlığına atanan Cevat Dursunoğlu’nu, Berlin’den ayrılmadan önce, zamanın ünlü orkestra şefi Wilhelm Furtwängler (1886-1954) ile reform konusunda görüşmeye memur etmişti. Nitekim Furtwängler’in önerisi üzerine, ünlü Alman bestecisi Paul Hindemith’in (1895-1963)Ankara’ya davet edilmesi kesinleşmişti. Hindemith 1935’te Ankara’ya gelmiş, sürekli bir hizmet kabul etmemiş, ancak arada sırada Ankara’ya gelip, yapılan işleri denetledikten sonra Bakanlığa rapor vermesi üstünde kendisiyle anlaşmaya varılmıştı. Bu arada ilk iş olarak, Ankara’daki Müzik Öğretmen Okulu (Musiki Muallim Mektebi) öğrencileri arasından seçilen elemanlarla, yine aynı okulun içinde, Devlet Konservatuvarı sınıfları ancak idareten kurulabildi.
Paul Hindemith, Devlet Konservatuvarı’nın Tiyatro ve Opera Bölümlerini yönetmeye, o sıralarda Buenos Aires’teki Alman Operası’nın başında bulunan Carl Ebert’in getirilmesini uygun bulmuş, Bakanlık da uzmanın bu teklifini benimsemiş ve Ebert Ankara’ya davet edilerek, kendisiyle imzalanan sözleşme gereğince kuruluş çalışmalarına başlamıştı.
Paul Hindemith ve Carl Ebert gibi iki ünlü uzmanın 1936 yılında Ankara’da çalışmaya başlamalarıyla yürürlüğe giren reform hareketinin gelecek yıllarda ne gibi sonuçlara varacağını kestirmek, o tarihlerde imkânsızdı. Hattâ bu yeni kuruluşla, ileride dünya sahnelerinde ve konser salonlarında bile alkışlanacak kültürlü Türk yorumcu ve bestecilerinin yetişeceği, tüm dünyaya hitap eder nitelikte çoksesli ulusal Türk sanat müziklerinin, ulusal Türk operalarının yazılıp icra edileceği kimsenin aklına gelmiyordu; ve bu hareketlerin taşıdığı anlama ancak uzunca yıllar arkaya atıldıkça yaklaşılabilecekti.
Çoksesli çağdaş Türk sanat müziği ile ulusal Türk operasının yazılabilmesi için, her yerde olduğu gibi bizde de, Batı müzik literatüründen seçilmiş klasik eserlerin ele alınıp örnek olarak değerlendirilmelerinin gerekeceği doğaldı. Böylece konservatuvar sınıflarının Şan Bölümü ve Tiyatro Bölümü öğrencileri, Batı müziği literatüründen seçilmiş klasik eserleri, bir iki yıl içinde Türkçe metinlerle icra edebilecek düzeye kolaylıkla ulaşabildiler. Durum Atatürk’e aksetmiş, bu sonuca çok memnun olan Devlet Başkanı, zamanın Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’a, “Sorunuz bakalım Prof. Ebert’e, memleketimizde kaç yıl sonra Türkçe bir opera oynanabilir?” demişti. Bakan da Ata’nın bu isteğini aynen uzmana nakletmiş, Ebert de gülümseyerek, “Beş yıl sonra, sayın Bakan!” cevabını vermişti; ama o sıralarda bu cevaba kimse akıl erdirememişti.
Carl Ebert, Türkiye’deki görevine sarsılmaz bir inançla başlamıştı. Opera sanatına ilk örnek olarak Mozart’ın (1756-1791) çocuk denecek yaşta bestelemiş olduğu 1 perdelik “Bastien und Bastienne” (Bastien ve Bastienne) adlı operası (şarkılı-oyun) ele alındı; ve eser, konservatuvar sınıflarının kuruluşundan üç yıl sonra, öğrenciler tarafından büyük bir başarıyla ve Türkçeye çevrilmiş olarak oynandı. Ne var ki o sıralarda Türk ulusu önlenmesi imkânsız bir üzüntüyle sarsılmıştı; Atatürk’ü bir süre önce kaybetmiştik. Bu büyük acı, Devlet Konservatuvarı camiasını da yürekten yaraladı, çünkü Ata, çoktandır beklediği, Türkçe bir operanın konservatuvar öğrencileri tarafından sahneye konmasını görememişti.
O tarihlerde, Türkiye’de yeni ve taze bir kuruluş olan Devlet Konservatuvarı öğrencilerinin elde etmiş oldukları umut verici başarılar, yalnız Mozart’ın 1 perdelik komik-operasının oynanmasıyla statik bir döneme girmiş değildi. Tiyatro Bölümü öğrencileri de Molière’in (1622-1673) “Gülünç Kibarlar” ve Maurice Maeterlinck’in (1862-1949) 1 perdelik “Bir Evin İçi” adlı eserlerini üstün bir başarıyla oynamışlardı. Hattâ Ebert’in Molière’in eserini sahneye koyma yolunda büyük çaba harcadığı günlerde, başkenti daha başka bir sanat olayı da yakından ilgilendiriyordu: o sıralarda Türkiye’yi ziyaret etmekte olan Comédie Française artistleri Halk Evi’nde temsiller veriyordu. Carl Ebert, başlarında zamanın ünlü yazarı Jean Cocteau’nun da (1889-1963) bulunduğu Fransız artistlerini, “Gülünç Kibarlar”ın son provasına davet etmiş ve öğrencilerimizin başarısı, Comédie Française artistleriyle Cocteau’ya beklenmedik bir sürpriz olmuş ve hepsi de Ebert’i ve gençleri uzun alkışlarla tebrik etmişlerdi. Bu vesileyle Cocteau ve Ebert gibi Batının iki büyük sanat adamı, ilk olarak Ankara’da birbirlerini tanımış oldular.
Kısa bir süre sonra Opera Bölümü öğrencileri daha başka eserlere yönelmiş ve Ebert’in planlı eğitimi altında, İtalyan Verismo türünün başta gelen bestecisi Giacomo Puccini’nin (1858-1924) “Madame Butterfly” ve “Tosca” operalarının sadece 2. perdelerinin sahneye konabilmelerini mümkün kılacak bir düzeye erişmişti. Her iki perde de bir yıl arayla oynanmış ve bu olay basında büyük yankılar uyandırmıştı. Hattâ zamanın ünlü yazarları, Devlet Konservatuvarı sınıflarının başarısını dile getirme yolunda dikkate değer yazılar yayınlamışlardı. Nitekim bu ünlü kalem sahipleri yazılarında kısaca şöyle diyorlardı: “…Türk zekâsının, ilim gibi sanatın her dalında metodla çalışılırsa, hep böyle başarılar yaratacağına şüphe yok. Buna o gece bir kere daha iman ettim…” (Halit Fahri Ozansoy) (1939); “…Geçen sene Devlet Konservatuvarı öğrencileri tarafından oynanan Madame Butterfly operasının ikinci perdesi bizleri Avrupa sahnelerine bile nasip olmayan bir hadise ile karşılaştırmıştı… Tosca’nın ikinci perdesini seyredenler, muhakkak ki, kurulması geç kalmış olan Türk operasının artık sağlam temellere dayandığına inanarak salondan çıkmışlardır” (Nahit Sırrı Örik) (1941); “…Biz operayı bir zümre için değil, bir millet için hazırlıyoruz…” (Akagündüz) (1941); “…Devlet Konservatuvarı çetin bir imtihan vermiş ve muvaffak olmuştur: … sanat kültürünün doğması için mektebin mevcut olması lazım geldiğini kabul etmek mecburiyetini duyarız… Maeterlinck’in Bir Evin İçi ismindeki eserini oynamak kolay değildir. Bu eser, konservatuvara imtihanda kasten çıkarılmış çetin bir sualdir… Konservatuvar talebeleri bu cesareti göstermişler ve muvaffak da olmuşlardır… Tasavvur edin ki, aynı talebeler biraz sonra Molière gibi çok güç bir mevzuu ellerine almışlar ve Gülünç Kibarlar’ı hiç yadırgamadan temsil etmişlerdir… bu genç istidatlar, iki sanat iklimini hiç yadırgamadan, hiçbir aksaklık göstermeden değiştirmesini kolayca bilmişler ve ikisine de ayrı ayrı intibak ettiklerini göstermişlerdir. Bu bir “comedien” hasletidir… Molière’i temsil edebilmek bir tiyatro kültürü meselesidir. Bu kültürün tekevvününü [oluşmasını] konservatuvara borçluyuz. Konservatuvardan, dostum Nurullah Ataç’ın da teslim ettiği gibi, çok şeyler bekliyoruz” (Mümtaz Faik Fenik) (1941).
Prof. Carl Ebert, zamanın ünlü yazarlarının haklı olarak vakit vakit değinmiş oldukları gibi, ulusal kültüre dayalı bir Devlet Operası ile Devlet Tiyatrosunun kurulabilmesi için, uluslararası nitelikteki sahne geleneği kurallarına uyarak, her şeyden önce dünya literatüründen seçilecek klasik örnekleri iyice tanımanın zorunlu olduğunu biliyor ve yalnızca böylesine bir uygulayışı değerlendirmeye büyük özen gösteriyordu. İşin bir başka dikkate değer yönü de, sahne sanatında son derece başarılı olan çocuklarımızın, daha Devlet Konservatuvarı’nın kuruluş hazırlıklarına başlandığı günlerde, Ebert gibi dünya çapında bir sahne otoritesiyle karşılaşabilme şansına sahip olmalarıydı. Bu gerçekten bir şanstı; ve bunun böyle olmasında, 1935 yılını izleyen yıllarda, tanınmış Alman uzmanlardan çoğunun yavaş yavaş Hitler Almanyası’ndan kopup uzaklaşmaya başlamış olmalarının büyük rolü vardı. Öte yandan bu durum aslında Ebert için de bulunmaz bir şanstı, çünkü onun da ülkesinden uzaklaşarak yerleştiği Buenos Aires’te, Atatürk Türkiyesi gibi bilime, sanata susamış, genç ve taze yeteneklerle reformlara el koymuş bir ortamı karşısında hazır bulması imkânsızdı. Nitekim bu gerçeği, Ebert’in kendisi de sık sık rahatça söylüyordu. Onun içindir ki Carl Ebert’in aşkla, şevkle başladığı çalışmalarda, kendine özgü “sahne” derslerini yakından izleyebilme fırsatını elde edebilmek de bir başka zevkti.
Ebert’in Devlet Konservatuvarı’nın Tiyatro ve Opera Bölümleri için faaliyete geçirdiği Tatbikat Sahnesi ile Opera Stüdyosu’nda, önce dünya sahne literatüründen seçilmiş belli başlı eserlerin bazı parçaları incelenip yorumlanıyor, sonra da bu tür fragmanların sahne üstünde uygulanmasına geçiliyordu. Bu işler ilerledikçe, çocuklarımız, eserlerin bütününü baştan aşağı oynayabilecek düzeye ulaştıklarını kanıtlama yolunda da büyük ilgi toplamaya başladılar. Shakespeare’ler, Goethe’ler, Schiller’ler, Olcar Wilde’lar, Mozart’lar, Beethoven’ler, Puccini ve Rossini’ler, daha neler ve neler başarıyla sahneye konmaktan geri kalmıyordu. Böylece başlangıçta konservatuvarın içinde kurulan Tatbikat Sahnesi ve Opera Stüdyosu, Devlet Tiyatrosu ve Operası resmen kurulup faaliyete geçinceye kadar (1949), ilk mezunlarla, dünya sahne literatürünün başta gelen örneklerini tanıma ve tanıtma yolundaki hizmeti gereği gibi sürdürmede oldukça ileri aşamalara ulaşmaktan geri kalmadı; ve 14 yıla yaklaşan uzunca bir süre, bu derece yoğun bir çalışma gayreti içinde arkaya atıldı.
Kaldı ki memleketimizde, önce Batıdan alınan örneklerle repertuar oluşturma yolunda girişilen bu yoğun çabalar sonunda, yerli eserler verebilme dönemine de girilmiş ve ulusal tiyatro ve opera eserleri, hattâ ulusal baleler ancak böylesine bir dönem içinde oluşup gelişme aşamasına ayak basabilmiştir; Carl Ebert’in, böyle bir dönemin doğmasına katkısı, -dolaylı da olsa-, inkâr edilmez bir gerçek olmanın niteliğini taşımaktadır.
Şimdi işin biraz da başka yönlerine değinelim: Carl Ebert’in Ankara’da geçen dokuz yıllık faaliyetinin tümüyle taşsız, dikensiz bir ilerleyişe sahne olduğunu sanmak hatadır. Onun için dokuz yıllık sürenin sonunda sözleşmesi ansızın yenilenmeyen Carl Ebert, 1945 yılında Londra’ya gitmiş ve kendisini yıllardır beklemekte olan Mr. Christi’nin Glyndebourne’deki şatosunda düzenlenen Mozart Festivalleri’nin başına geçmişti. Halbuki Ebert, sözleşmesi ansızın yenilenmeden bir süre önce, “Carmen” operasının sahneye konması çalışmalarına başlamıştı. Bütün bu işlerde Ebert’in bilmediği başka bir şey vardı ki, bunu sonradan duymamasına imkân yoktu; “Carmen” operasını sahneye koymak üzere, Yunan asıllı olduğu söylenen rejisör Renato Mordo, Ebert’in gıyabında Ankara’ya davet edilmiş, hattâ kendisiyle gizlice bir sözleşme de imza edilmişti.
Ebert gider gitmez Renato Mordo Ankara’ya gelmiş, hazırlıkları hayli ilerlemiş olan “Carmen” operasını o ele almış ve o sahneye koymuştu; bu olayın içyüzünü anlamak bugüne kadar da mümkün olamamıştır. Ama bunu, Ebert’in sonradan Londra’dan işitmiş ve çok üzülmüş olduğu duyuldu. Dokuz yıl kuruluş çabalarına katkıda bulunmasının, Devlet Konservatuvarı ile Devlet Tiyatrosu ve Operası’nın faaliyete geçebilmesini sağlama yolunda Meclisçe kabul edilen Devlet Konservatuvarı Kanunu’nun hazırlanmasına yardımcı olmanın böylesine bir davranışla sonuçlanmış olması cidden hazindi.
Aradan altı yıl daha geçmişti. Bu süre içinde, yapılan hata her halde anlaşılmış olacak ki, Carl Ebert, Millî Eğitim Bakanlığınca yeniden Ankara’ya davet edilmiş, bu çağrı, sanki bir kırgınlığın unutulmasına imkân sağlamış, ama Ebert ancak 1952 yılında Ankara’ya gelebilmişti. Kuruluşuna içtenlikle yardımcı olduğu bir sanat yuvasına yeniden ayak basmak, onu son derece mutlu kılmıştı. O tarihlerde, Devlet Tiyatrosu ve Operası kadrolarında önemli görevler üstlenmiş bulunan sanatçılar da, yıllar sonra hocaya tekrar kavuşabilmenin mutluluğuna erişmişlerdi. Ne var ki Ebert’in Ankara’ya artık sürekli olarak dönüp işlere el koyması imkânsızdı, çünkü onun İngiltere’deki Glyndebourne Mozart Festivalleri’nden kopup ayrılması artık mümkün değildi. Ebert, Ankara’da bu seferki kısa çalışması esnasında, gerekli inceleme ve denetlemeyi yapmış, bakanlığa bir rapor sunmuş, ayrıca Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası” adlı eserini, akla hayale gelmeyen bir reji anlayışıyla sahneye koymuş ve genç sanatçıların bu başarılı oyununu kendisi de, “Hayatımın en mutlu hatırası!” diye nitelemekten kendini alamamıştı. Ve Ebert, emek verip yetiştirdiği sanatçılar tarafından Ankara’da uçağa bindirilerek uğurlanmış, ama bu seferki ayrılış, daha başka anlamı olan bir ayrılış olmuştu!
Aradan beş yıl daha geçmiş, 1957 yılına gelinmişti. Carl Ebert şimdi de Berlin Devlet Tiyatrosu’nun yönetimi sorumluluğunu üstlenmişti; ve Berlin, büyük sanatçının 70. doğum yılını kutluyordu. Millî Eğitim Bakanlığı, onu, kendi eliyle kurduğu müesseseleri yeniden denetlemek üzere Ankara’ya davet etmiş ve Ebert ancak 1958 yılında, çok kısa bir süre için Ankara’ya gelebilmiş, gerekli denetimi yapıp rapor vermiş ve yine Berlin’e dönmüştü.
Aradan on bir yıl daha geçmişti (1969). Bu kez de İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi’nin, yani o zamanki adıyla İstanbul Kültür Sarayı’nın açılış töreni yapılacaktı. İşte o tarihlerde de Millî Eğitim Bakanlığı, büyük bir kadirşinaslık eseri olarak Carl Ebert’i, son yıllarını Güney California Devlet Üniversitesi’nin tiyatro kürsüsü profesörü olarak geçirdiği Los Angeles’ten İstanbul’a, 12 Nisan 1969’daki açılış törenine davet etmiş, Ebert hele bu davetten son derece mutlu olmuştu. Hattâ yine o tarihlerde, İstanbul Festivalleri’ne yardımcı olması hususunda kendisinden vaat de alınmıştı ama bu girişim gerçekleşemedi.
Prof. Carl Ebert’in, bir süre önce Birleşik Amerika’da 93 yaşında ölümü, herkesten çok, onunla yan yana çalışmış olanları yürekten üzdü. Görülüyor ki Türkiye’de genç kuşak sanatçılarının, yalnız yurt içinde değil, yurt dışında, hattâ zamanla La Scala tiyatrosu sahnesi ile dünyanın öteki belli başlı sahnelerinde alkışlanmalarına giden yolu Carl Ebert açmıştır.
Carl Ebert’in ve yetişmiş Türk sanatçı ve idarecilerinin katkılarıyla 1935-36 yılında kurulmuş ve bugün artık 45. doğum yılını da başarıyla arkaya atmış olan Ankara Devlet Konservatuvarı için yıllar boyu güzel şeyler söylenmiştir, ama bu güzel sözlerin en önemlilerinden biri de zamanın ünlü gazetecisi ve yazarı rahmetli Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazısıdır. Nitekim Ankara Devlet Konservatuvarı’nın 1941 yılında düzenlediği öğrenci temsillerinden birini hayranlıkla seyretmiş olan Yalçın da bu konudaki düşüncelerini yazıya dökmekten kendini alamamıştı; bu yazının taşımakta olduğu ana fikir aynen şöyleydi: “…Ankara Halkevi sahnesi, Devlet Konservatuvarı’nın uzun gayretlerle hazırladığı bedii [güzel] bir zaferi bize büyük bir iftihar ve sevinç ile seyrettirdi… Devlet Konservatuvarı mütemadiyen [sürekli] çalıştı ve nihayet aldığı semereleri bize gösterebilecek hale geldi. İlk adım çok ümit veriyor, ve bu sahaya tevcih edilen himmetlerin [yöneltilen çabaların] boşa gitmediğini gösteriyor… Konservatuvara devam eden talebenin bir kısmı iptidada [başlangıçta] bir komedi ile bize çok hoş dakikalar geçirttiler. Daha şimdiden uzun seneler aktörlük etmiş zannını verecek bir alışkanlık ve tabiilik gösterebilmeleri kendilerinden çok daha geniş muvaffakiyetler bekleyebileceğimizi vaat ediyor… Fakat Halkevi’ndeki müsamerede [gösteride] beklediğimiz şey, eserden ziyade artistti. Bu bakımdan ben tamamen memnun ve müftehir olduğumu [iftihar ettiğimi] söylemeyi vazife biliyorum ki perde açılmadan evvel içimde bir korku vardı. En ziyade “konuşma tarzı”nı endişe ile bekliyordum. Fakat daha ilk sahnede rahat bir nefes aldım… Cihanın arz ettiği vahşet ve fecaat levhalarının kalbime doldurduğu hüzün ve teessür [üzüntü] bir iki saat için sükûnet buldu. Adeta her şeyi unuttum. Müsamere nihayete erdiği zaman, yeryüzü hayatına tazelenmiş bir cesaret ve itimatla avdet ediyordum [geri dönüyordum]. Bütün dünya, en karanlık ve korkunç vahşet devirlerine döner gibi bir gidiş arz ederken, Türk deha ve kabiliyetinin en yüksek ruhi ve manevi vazifeler peşinde yürümekte devam etmesi, mensup olmakla gurur duyduğumuz ırkın derin ve hudutsuz istidatlarını [yeteneklerini] bariz bir surette [açıkça] göze çarptırıyordu”.
Kırk beş yıllık faaliyetini başarıyla geliştirmekte olan Ankara Devlet Konservatuvarı ve onun doğurduğu eğitim-öğretim ve icra kurumları, bugün artık her şeyini ulusal ruhtan alarak işleyebilme aşamasına da ayak basmış bulunan ulusal Türk Tiyatrosu ile Türk Operasını ve Balesini daha da güçlendirme çabalarını sürdürürken, Carl Ebert’in ve onunla zamanında işbirliği yapmış değerli sanatçı ve idarecilerimizin her vesileyle can ve yürekten hatırlanacakları bir gerçektir.
(Tunus, 21 Ağustos 1980)