Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

İstanbul Radyosu 28 Temmuz 1950, Cuma
Saat: 22.00-22.45
(Sayın Cemal Reşit Rey ile
birlikte anrejistre edildi.)
Ankara Radyosu
3 Ağustos 1950, Perşembe
Saat: 22.00-22.45

BÜYÜK BACH’IN HATIRASINA

Ölümünün 200üncü dönüm yılında
(28 Temmuz 1950)

“Âşıklarla kahramanlar, mugannilerle peygamberler, öteden beri zavallı, harap insanlar kendilerine dönsünler, nereden gelip nereye gittiklerini anlasınlar diye yaratıldılar…” cümlesini Beethoven’in mezarı başında söyleyen bir şaire hak vermemek mümkün mü? Onun için değil midir ki, sanatın millî olanını milletlerarası değere ulaştıran Johann Sebastian Bach da bir âşıktı, bir kahramandı, pergamber seviyesine ulaşan bir mürşitti. Bir araştırmacının dediği gibi, “Hayatı boyunca uluhiyete bağlanan Bach’ın bütün eserlerinde öylesine bir hasretin ifadesiyle karşılaşıldı ki, bu hasret insanı sanki başı karla örtülü bir dağın zirvesine ulaştırıyordu: bu dağı örten sis, dağın ancak eteğine ulaşabilen diğer sanat kahramanlarının başlarını olsun insana göstermedi. Zaten tehlikenin büyüğü de o zirveye ulaşmaktı. Çünkü oraya varanların çoğunda, Beethoven’de bile, geri dönememek takatsizliği baş gösterdi. Fakat buna takatsizlik demek doğru değildi, zira Beethoven Bach’ın devamı idi; ona ulaşamamak ise, Bach’da yarım kalmak demekti.”

 Bach sanatına gönül veren Wagner, Beethoven’in sanatında her şeyi Bach’a borçlu olduğunu söyledi. Hatta Bach’ın millî iradeyi tek başına temsil ettiğine inanan Wagner, Bach hakkındaki düşüncelerini açıklarken şöyle diyordu: “Şu Bach’a bakın,… şu koskoca peruğun altında saklanan üstada bakın. Türing eyaletinin, isimleri bile unutulan küçücük kasabaları arasında kantorlukla, organistlikle dolaşmış, karın doyurmayan işlerle oraya buraya sürüklenmiş ve hemen herkes tarafından küçümsenmiş olan bu adamın devirlere karışan eserlerinin tekrar meydana çıkması için meğer tam bir asrın geçmesi lazımmış; ya bu adama müzik sanatında maziden intikal eden [geçmişten kalan] form nasıl bir formdu?, tamamiyle devrin sanat ruhunu aksettiren bir formdu; kısır, olduğundan fazla görünmek isteyen, devrin saç tuvaletinin nota şeklinde ifadesiyle meydana gelmiş olan bir form. Bir de şimdi akıllara sığmayan o büyük Bach’ın sırf bu türlü unsurları işleyerek meydana getirdiği şeylere bakın! Ben onun yalnız ibdalarına [eserlerine] işaret etmekle iktifa edeceğim [yetineceğim]; çünkü bu ibdaların zenginliğini, kutsiliğini ve her şeyi ihata eden [içine alan] manasını herhangi bir sanatla mukayese etmeye imkân var mı?” Görülüyor ki her şeyden önce Bach ibdalarındaki moral bünye, insanlığın kalbinde yer etmiş. Hatta sanatkârın Füg’leri, kesin bir şemaya göre yalnız Bach’ın elinde gelişmiş bir tekniğin muhassalası [bileşkesi] değil, aynı zamanda erişilmez bir ruh büyüklüğünün ifadesi olmuş. (Müzik)

Bach, bitmez tükenmez bir hasretin sembolüdür; onun iç ve dış benliği, her bakımdan bağlayıcı bir ruh bütünlüğünün mâkesidir [yansımasıdır]. Hatta sanat adamlarının çoğunda görülen ruh haletinin tamamen aksine olarak, Bach’ın iç benliğine hükmeden insan, ender rastlanan insanlardan biridir. Bach’ın dış varlığı ise, ancak böyle bir muhtevayı [içeriği] saklayan mahfazaya benzer. Onun içindir ki, Bach sanatına müessir [etkili] olan maddi ve manevi varlık, Beethoven’de, Wagner’de olduğu gibi, karşı karşıya çarpışan iki zıt insana benzemez. Bu arada iç Beethoven’in dış Beethoven’i çok kere tabii hayattan mahrum ettiği, ona işkence ettiği, ona ıstırap verdiği görülür. Halbuki sanat dünyasındaki eşsiz durumunu bizzat takdir edememiş olan Bach’ın çok mütevazı geçen hayatı, sanatkârın iç ve dış âlemi arasındaki devamlı savaşı değil, bilakis bu her iki âlem arasındaki ahengi remzeder [anlatır]; sanatkârın her şahlanan isyanını görülmemiş bir huzur ve tevekkül takip eder. (Müzik)

Leipzig’de Bach’ın çoktan kaybolan mezarını nafile yere aramış durmuş olan Robert Schumann da kendini bu büsbütün kayboluşun çözülmez sırlarına terk etmişti. Günün birinde Leipzig kabristanında sabahtan akşama kadar yaptığı bir araştırmadan düşünceli dönen Schumann, o günün hikâyesini şu satırlarla tarihe mal etti: “Bir akşam üstü idi. Leipzig kabristanına, büyük bir adamın mezarını aramaya gitmiştim. Orada burada saatlerce arandım durdum; J.S.Bach’ı hiçbir yerde bulamadım… Yaptığım işi kabristan bekçisine anlatınca, aradığım adam kendisince meçhul olduğu için, bekçi başını salladı ve “Bach çok” diye cevap verdi. Eve dönerken kendi kendime şöyle diyordum: Bu işe ne şairane bir tesadüf hakim: şu fani zerreleri düşünmeyelim diye, şu adi ölüm hakkında bir fikir yürütmeyelim diye külünü bile etrafa savurmuş; öyle ise onu hep orgunun başında, o kibar kıyafetiyle dimdik oturur düşünmekten başka çare yok.”

Goethe’nin, Bach sanatını dünya işlerine karıştırmak istememekte hakkı var. Şair, kendisine Bach sanatını sevdiren bir organisti dinlemek için, evinin en kuytu köşelerine saklanmıştı. Hatta günün birinde Bach’ın bir eserini dinlerken, heyecan dolu tahassüslerini [duygularını] şu cümle ile anlatmaktan geri kalmadı: “…Bu fırsat bana, Berka şehrinin…organistini hatırlattı; çünkü ilk olarak o şehirde, tam manasıyla ruhi bir huzur içinde, her türlü kafa dağınıklığından uzak olarak…, büyük üstadımız hakkında bir fikir edinebildim.” Goethe, Epinemide adlı sahne eserini yazarken de organist Schütz’e, Bach’ın sonatlarını çaldırırdı; maddi dünyadan uzaklaşmak maksadıyla yatağına uzanır, bütün dikkatini Bach sanatına teksif [yöneltmek] için olacak ki, gözlerini kapar, yorganı alnına kadar çekerdi.

Bach sanatının unutulmaya yüz tuttuğu bir devirde, hayatının en olgun çağlarına ulaşan Goethe, Bach’a büsbütün bağlanmıştı; hele günün birinde, yakın dostlarından birinin kendisine gönderdiği “Clavecin bien temperé” adlı eser, şaire Bach’ı tanıma hususunda yeni ufuklar açmıştı.

Hayatının son yıllarına doğru Mendelssohn yoluyla Bach’a büsbütün yaklaşan Goethe, büyük sanatkâr için harikulade hükümler verdi. Nitekim şairin şu sözleri, Bach sanatı hakkında o âna kadar söylenen şeylerin hepsini gölgede bıraktı. Çünkü Goethe Bach’ın eserlerini uzun uzun dinledikten sonra şöyle demişti: “…Sanki ebedi ahenk, kâinat yaratılmadan biraz önce, uluhiyetin kalbinde nasıl taşındığını kendi kendine anlatıyor…”. Bach sanatını bu derece ebedileştiren bir cümle tasavvur olunur mu?