1947
1833-1897
3 Nisan 1947, büyük bestekâr Johannes Brahms’ın ölümünün 50nci yıl dönümüdür. Geçen yüzyılın başından sonuna kadar güzel sanatların her koluna hükmetmiş olan “Romantizm”, Brahms’ı yalnız Orta Avrupa’nın değil, bütün insanlığın Brahms’ı olarak sanat tarihine mal etmiştir. Böylelikle Brahms’ın vokal ve enstrümantal mahiyette meydana getirdiği eserleri, dünyanın bütün sanat muhitleri zevkle benimsemiş, bu hal sanatkârın az zamanda milletlerarası kıymette bir millî kahraman olarak sevilip sayılmasını sağlamıştır.
Sanata sanatkârın şahsiyeti hükmedeliden beri, bu nevi yaratışlar, sahibinin benliğini açıklayan eserler haline gelmişlerdir. Bu itibarla, Michelange’ın yaratmalarını incelemek isteyenler, onun bütün eserlerinin yalnız estetik muhtevasıyla [içeriğiyle] değil, fizyonomisi bakımından da eserden müessire intikal etmekte [etkene geçmekte] güçlük çekmediler. Fakat insanlık öyle sanat adamlarıyla da karşılaşmıştır ki, bunlar eserlerini ve yaratış şahsiyetlerini ortaya koydukları nispette, hakiki benliklerini açıklama imkânını da elde edememişlerdir. Nitekim 18inci yüzyılın büyük Fransız ressamı Watteau’nun eserlerini gözden geçirenler, onu alabildiğine varlıklı, neşeli bir insan sandılar. Çünkü bu büyük sanat adamının hayatı boyunca özlediği, fakat bir türlü elde edemediği neşe dolu bir dünyayı seyirciye yaklaştıran eserleri, mustarip ressamın hakiki hüviyetini açıklamaktan bir hayli uzaktı. Bu itibarla Watteau sanatını sevenler, Michelange sanatında olduğu gibi, sanatkârın öz benliğini değil, ancak hayalen yaşamış olduğu bir âlemin manzaralarını seyretmekle iktifa ettiler [yetindiler].
Rönesans’tan sonra en çok 19uncu yüzyıl sanatında varlığını duyuran şahsiyet keyfiyeti, her sanattan ziyade müzikle bağdaşabildi. Çünkü yalnız bu sanata mahsus yaratışlarla, hakiki mânâda bir üslûp tarihinin meydana gelmesi sağlanmış oldu.
Bu günlerde, ölümünün 50nci dönüm yılı önünde bulunduğumuz büyük bestekâr Johannes Brahms da, kendi eserlerine hükmeden öz benliği ile tanınmış bir sanat adamı idi. Fakat Brahms, incelenmesi o kadar kolay olmayan yaratma şahsiyetini çok kere istediği gibi açıklayamamış olması endişesiyle, vakit vakit ruhen sarsıldı.
1833 yılında Hamburg’da dünyaya gelen Brahms da, sanatının 18inci yüzyıl klasiklerine vatan olan Viyana’da gelişebileceğini hissetmiş ve henüz genç yaşlarda iken bu şehre yerleşmişti. Brahms, romantik düşünüşün Wagner ile Liszt elinde en son kemale [olgunluğa] ulaştığı bir devirde, sırf klasik sanata yol araması yüzündendir ki, Wagnerciler tarafından şiddetle tenkit edildi. Hattâ Richard Wagner’in, kendi sanatına, sahne yolu ile resim kadar vuzuh verdiği, Liszt’in, büyük ölçüde meydana getirdiği senfonik şiirlerle, müzik sanatında tasvir imkânlarını elde ettiği sıralarda, sırf Beethoven’vari bir espriye bağ arayan Brahms, aynı zamanda 19uncu yüzyıl neoklasizmini kurmuş oluyordu. Onun içindir ki, Brahms’ın eserleri, romantiklerin çoğunda olduğu gibi, iç ve dış dünyamızın az çok maddeleştirilmiş bir tasviri değil, bilakis mustarip bir dünya görüşünün mutlak bir sanat anlayışı içinde sembolleştirilmesiyle meydana gelmiş eserlerdir. Hattâ onun, mutlak bir şekle olduğu kadar, mutlak bir estetiğe de dayanma ihtiyacını duyan temaları, yalnız klasik bir güzellik içinde gelişme istidadını göstermiş ve bundan dolayı Brahms, sanatında hep büyük üstadı Beethoven’e irtibat aramak zorunda kalmıştır.
Esasen kendi sanatının gelişmesi imkânlarını bile sırf Beethoven yaratmalarının önderliğine borçlu olduğunu her zaman açıklamış olan Wagner’in Brahms’a muarız [karşıt] olmasının biricik sebebi, onun geçmişe olan aşırı bağlılığı idi. Diğer taraftan Wagner, Beethoven sanatına bağlanmanın, yeniden organize ettiği müzikli sahne sanatına hizmet etmeye mani olamayacağını ileri sürüyor ve Brahms’ı taklitçilikle itham ediyordu. Fakat şurası muhakkak idi ki, Beethoven’in mutlak senfoni üslûbunun, daha çok form muhtevası [içeriği] ile tematik bünyesine bağlanmış olan Brahms, hele ileri çağlarda meydana getirdiği senfonik yaratmalarda, kendi şahsiyetini olduğu gibi açıklamış olmaktan geri kalmamıştı. Bundan dolayı Brahms’a, Beethoven’in taklitçisi değil, neoklasizmin kurucusu demek doğru olurdu.
Brahms’ın hal tercümesini [biyografisini] yazan Max Kalbeck’in anlattıklarına göre, dramatik bir sahne eseri yazmak meselesi de Brahms’ın kafasını arada sırada işgal etmiş, fakat sanatkâr, kendini her bakımdan tatmin edebilecek bir metni, hayatının sonuna kadar elde edememiştir. Hattâ 1888 yılında bir hayli yaşlanmış olan Brahms, yakın arkadaşı şair Widman’a yazdığı bir mektupta, “opera bestelemek ve bir de evlenmek teşebbüsünden artık tamamen vazgeçmiş olduğu”ndan bahsetmektedir. Beethoven’in de vakit vakit bu iki derdin tesiri altında bunalmış olduğuna bakılırsa, Brahms’ın yalnız üslûpta değil, hayatının seyri bakımından da büyük üstadına yaklaşmış olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Brahms’ın kompozisyon tekniği, çağdaşı bulunan sanatkârların çoğunun tekniğinden üstün idi. Bu büyük sanat adamı, yalnız bestekâr olarak değil, aynı zamanda devrinin ileri gelen bir piyano virtüozu olarak da tanınmıştı. Brahms, kendi eserlerini idare etmekten piyano kompozisyonlarını bizzat çalmaktan zevk alırdı. Şurası muhakkak idi ki, ciddi, ağırbaşlı muhtevalarıyla, anlaşılmaları esaslı bir konsantrasyona bağlı olan Brahms yaratmaları, her şeyden önce sabırlı, kaliteli bir dinleyici kitlesine muhtaçtı. Bundan dolayı, olağanüstü bir ruh durumunu açıklayan Brahms kompozisyonlarının, kulaktan ziyade ruhla dinlenmeleri lazım geleceği tabii idi.
Brahms, çağdaşı olan müzik üstatlarından Liszt ile Schumann’ı şahsen tanımış, muarızı Wagner’le bir kere karşılaşmıştı. Bu arada sanatkâr yalnız Schumann’ı kendine yakın görmüş ve yalnız ona bağlanabilmiştir. Bunun biricik sebebi, Schumann’ın da sahne sanatına pek yaklaşmamış olmasıdır. Bundan başka, devrinin tanınmış bir sanat tenkitçisi olan Robert Schumann, Leipzig’de yayımladığı “Aylık Müzik Dergisi”nde, genç Brahms’ın dehasından heyecanla bahsediyordu. Nihayet bu iki sanat büyüğü, sahip oldukları eşit ideallerle, günün birinde her bakımdan birbirlerine yaklaşma ihtiyacını duydular. Ne yazık ki, 1854 yılında şuursuzluk ârazı gösteren Schumann’ı, aynı yıllarda Düsseldorf’a taşınan Brahms, vefatı tarihi olan 1856 yılına kadar adım adım takip etti ve ona elini uzatmaktan geri kalmadı. Hattâ Brahms, büyük meslektaşı Schumann’ın Bonn civarında bulunan Endenich akıl hastanesindeki feci akıbetinden sonra, ona olan sevgisini, piyano için bestelediği bir varyasyonla sonsuzlaştırmak istemiş ve bu güzel eseri, Schumann’ın hastalığı esnasında kendisine verdiği bir temayı işlemek suretiyle meydana getirmişti. Fakat işin garip olan tarafı, hayatının son iki yılı içinde sık sık ruhi buhranlar geçiren Schumann’ın, bahis mevzuu [söz konusu] temayı Schubert ile Mendelssohn’un kendisine verdiğini Brahms’a da söylemiş olmasıdır ki, bu her iki sanat adamı o tarihlerden çok önce ölmüş bulunuyorlardı.
Johannes Brahms, sahne müziği dışında, müzik sanatının her sahasında eser yazmıştır. Halk türkülerinden mülhem olduğu [esinlendiği] gibi, bağımsız yaratmalar halinde de meydana getirdiği sanat şarkıları ve büyük çaptaki koroları, vokal müzik literatürünün en özlü eserleri arasında yer almışlardır. Hele bunların içinde bütün dünyanın hayran olduğu Requiem’i (Deutsches Requiem) Brahms, Schumann’ın 1856 tarihli müsvedde defterini karıştırırken, arkadaşının böyle bir eser yazmaya niyet etmiş, fakat yazamadan ölmüş olmasını öğrendikten sonra meydana getirmiştir. Ölümü ve sonsuzluğu remzeden [simgeleyen] bu koro eseri, Brahms’dan sonra gelişen yeni koro edebiyatının en başında gelmektedir.
Brahms’ın romantik literatürde başlı başına bir çığır açmış olan o özlü Lied’lerine (şarkılarına) gelince: Büyük sanatkâr Lied’lerinde metne de önem vermiş, fakat her şeye rağmen müzikal ifadeyi ön planda tutmuştur. Bu takdirde Brahms, Mozart’ın opera sanatından bahsederken açıkladığı, “Şiir, musikinin muti [itaatkâr] bir kızıdır” yollu formüle, hayatı boyunca sadık kalmıştır. O halde Schumann’ın, Mozart formülünün aksine olarak, şarkılarında şiiri ön plana alması karşısında Brahms, vokal yaratmalarında, her şeyden önce müzikal ifadeyi göz önünde tutmuş olan Schubert’e yaklaşmıştır.
Yukarıda da bahis mevzuu olduğu gibi Brahms, enstrümantal müzik sahasında mühim eserler yaratmıştır. Birbirini takip eden dört büyük senfoni ile devrinin başta gelen bir senfonicisi olarak tanınan Brahms’ın, gene klasik üslûpta yazdığı oda müziği eserleri ve konçertoları da dünya literatürünün standart eserlerinden sayılırlar.
Çok verimli bir sanat adamı olan Brahms, hayatı boyunca durup dinlenmeden eser yaratmıştır. Ne çare ki, bundan tam 50 yıl önce, 1879 yılı Nisan ayının 3üncü günü, yalnız ölüm onu bu kutsal işinden uzaklaştırabilmiştir.
Hiç şüphe yok ki, Johannes Brahms, Bach’lar, Beethoven’ler çapında bir sanat adamı değildi. Hattâ sanatkâr bütün görüş ve anlayışı ile 19uncu yüzyıl boyunca, sırf Beethoven’vari bir tefekkürün temsilcisi olarak kalmıştır. Bununla beraber, yaratmalarında daha çok mustarip bir dünya görüşünü açıklamış olan Brahms’ı Beethoven’den ayırt eden biricik nokta, eserlerine pesimist bir ruh haleti içinde vuzuh [açıklık] vermiş olmasıdır.
Brahms’ın iç ve dış benliğini açıklamak gayesiyle yapılacak her inceleme de gösterir ki, bu büyük adamın 50nci ölüm yılını saygıyla anan insanlık, genç nesillere özlü bir müzik terbiyesi sağlama yolunda, onun eserlerinden daima faydalanacaktır.