İnci KUT
Geçen 24 Mart günü 93 yaşında yitirdiğimiz gerçek bir aydın ve Atatürkçü kültür adamı olan babam Cevad Memduh Altar’ın geçen ay 23.sü gerçekleştirilmekte olan Uluslararası İstanbul Festivali’ni düzenleyen İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın kuruluşunda büyük emeği geçmiş, Vakıf senedini de aylar süren özverili bir çalışmayla bizzat kendisi hazırlamıştı.
Türkiye’mizin kültür yaşamına verdiği sayısız hizmetlerde daima “Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda” çalışma ilkesini ön planda tutmayı ve bu hizmetlerden kendine hiçbir pay çıkarmadan geri planda kalmayı yeğlemiş olan babam, 90 küsur yıllık dopdolu ve ilginç hayatının anılarını hiçbir zaman kaleme almak istemedi, zaten buna vakti de olmadı.
Babam, çağdaş ve evrensel kültüre adanmış yaşamının anılarını vakit vakit biz en yakınlarına anlatıyor, biz de bir döneme ve Türkiye’nin kültür yaşantısına ışık tutan bu anılar ileride bir gün yayımlanır umuduyla bunları banda alıyorduk. İşte geçen yıl yaptığımız bu söyleşilerden birinde, her zaman gururla anlattığı İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın kuruluş öyküsünü, kendi sözleriyle aynen şöyle anlatmıştı:
“Öteden beri, 52 yıl (1927-1979) Ankara’da geçirdiğim faaliyetin bende zaman zaman uyandırdığı bazı önemi düşünceler vardır. Bunlardan birisi de İstanbul’un, dünyanın kültür yaşamında yükümlendiği eşsiz hizmetler dolayısıyla birtakım gösterilere sahne olması ve kültür hayatında oynadığı roldür. İstanbul’un bu müstesna konumu dolayısıyla ayrı bir teşkilatla dünya kültürüne katkıda bulunması gerekir. Bu fikri senelerden beri taşır dururdum. Önce teşkilatçıyı bulmak lazımdı. Teşkilatçıyı bulmak, İstanbul için yapılacak kültür programlarını meydana getirmekten daha güçtü. O teşkilatçı aynı zamanda sanatı, kültürü anlamış ve benimsemiş, her iki sahayı da kendi nefsinde bir bütüne dönüştürmüş insan olmalıydı.
“Ben düşündüm, taşındım, maalesef Ankara’da böyle birini bulamadım. Yaptığım temaslar sonunda gördüğüm şey şu oldu: Herkesin düşüncesi, “Bu türlü faaliyetlerin sonunda cebime ne girecek? Ben bundan ne kazanacağım?”. Oysa ben işin bu yönünde değilim.
“Ankara’da çok iyi görüştüğümüz ailelerden birisi de rahmetli Kıymet Conker ve eşi. Atatürk’ün çok yakın dostu, İstiklal Savaşında onun yanı başında hizmet etmiş, Conk Bayırı kahramanı General Nuri Conker’in kızı Kıymet hanımın eşi Necip Tesal bey de kültür konusuna eğilmiş ve emekli olduktan sonra da bu türlü işleri daha rahat başarabilmek için her türlü kültür faaliyetine yardımcı olacak özel bir şirket kurmuş. Görüştüm kendisiyle. Dedi ki: “Ben de hep aynı şeyi düşünürüm; İstanbul’da kültürel faaliyette bulunmak, İstanbul’un şanı şerefiyle mütenasip, 2000 küsur yıllık tarihiyle denk bir düzen içinde bir şehir olması dolayısıyla bu tür faaliyetleri bütün dünyaya tanıtmak gerek”. Düşündük taşındık, aklıma Nejat Eczacıbaşı geldi.
“Nejat beyi hiç tanımıyorum; faaliyetlerini izliyorum. Nejat bey, İstanbul’da kendi işine paralel olarak bazı gelip geçici, fakat ilginç faaliyetlere el koyuyor, sanatkârları tutuyor, onlara yardımcı oluyor. Nejat beye telefon ettim. “Buyurun görüşelim, beyefendi” dedi, “Biz de bu konu üzerinde bir çalışma yapıyoruz, siz de gelirseniz belki çalışmalarımızı birleştiririz”.
“Ve Nejat Eczacıbaşı’na gittiğimiz yıllar aşağı yukarı 1967-68 yılları… Odasında oturduk, konuşmaya başladık. Konuşmalar sırasında ortaya gayet ilginç bir konu çıktı: İstanbul’un kültür ve sanat hayatını dünya çapında tanıtacak bir “Vakıf” kurulması gibi çok önemli bir konuydu bu. Ayrıca Nejat bey, önemli işlerin gereği gibi yürütülebilmesini sağlamak için bu işlere emek verecek insanları davet etmekte ve bu insanların böyle bir vakıfta yer alarak fahriyen hizmet edebilecek olanağa sahip olmalarında yarar görüyordu.
“İlk başta, Nejat bey bir Vakıf kurmayı düşünürken, bunun yalnız müzikle ilgili bir vakıf olmasını düşünüyordu. Ben dedim ki: “1000 yıllık tarihimizde ilk defa böyle bir şey yapılıyor; siz bu vakfı kurun, ama çeşitli faaliyet kolları olsun; müzik, resim, heykel, mimari, kültür kolları, yani kültürümüzün ve uluslararası kültürün bütün kollarını içine alan bir İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı olsun”.
“İşte İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın kuruluşuna öncülük eden ilk teşebbüsümüz, Nejat Eczacıbaşı, Necip Tesal ve benimle birlikte I. Levent’teki ecza fabrikasında bu noktaya ulaştı.
“Bundan sonraki çalışmalar, 1968-72 yıllarına rastlar. Ben 1967’de TRT Genel Müdürlüğü Program ve Haber Yardımcılığı görevimden emekli olduktan sonra, Bakanlar Kurulu kararıyla sözleşmeli olarak aynı kurumda çalışıyordum. Bu yüzden Vakıf çalışmaları için sık sık İstanbul’a gitmem gerekti. Nejat bey bana dedi ki: “Her gelişinizde 4-5 gün kalabilir misiniz? Şu Vakıf senedi üzerinde çalışalım”. Vakıf senedi demek vakfın amacını ve ne türlü faaliyetlerde bulunacağını ayrıntılara kadar gösteren, uzmanlarca hazırlanmış bir metin demek.
“Benim burada üzerinde ısrarla durduğum tek şey şuydu: “Atatürk’ten bu yana kültürümüzün, sanatımızın kökünden kopmadan, dinamik bir gelişim düzeni içinde sanatımızın yenilenmesinde hizmet edecek bir vakıf nasıl olmalıdır?” ilkesi üzerinde duruyordum.
“Atatürk ilkeleri doğrultusunda gerçekleşmesine çalıştığımız bir faaliyetin en önemli noktası da Vakıf Senedi’nin metniydi. Metni ben yazdım, uzun uzun savunmasını yaptım. Uzmanlarla tartışması yapıldı. “Sonunda metnin üzerinde uzlaşmaya varıldı. Bakanlar Kurulu da metnin hiçbir yerinin değişmeden aynen çıkmasını kabul etti (Vakıf Senedi’nin tarihi 1973’tür). Metnin ilginç yanı şu: Vakfı kuranlar ömürlerinin sonuna gelip bu vakfı terk ettiklerinde, vakıf başkalarının eline geçecektir. Bu el değiştirmeler, ideallerin değişmesine de neden olabilir. Eğer vakıf senedi ona göre hazırlanmamışsa, Atatürk ilkeleri doğrultusunda faaliyet gösteren bir vakıf, bu sefer tam aksine faaliyet gösterir. Onun için Vakıf Senedi’ndeki maddelerden birinde, bu ilkelere aykırı faaliyette bulunanların bir komisyon tarafından tespit edildikten sonra Vakıf’tan ne şekilde uzaklaştırılacakları yazılıdır. Bu ilkelere muhalif olan hiçbir kafa bu Vakfın içinde faaliyet gösteremez.
“Vakfın ilkelerini saptarken “kökten kopmadan” demek, bizim çok eski tarihlerde yapılmış olan ve geleneksel Türk musikisinin kökeni olma niteliğindeki klasik musikimiz vardır, ondan kopmadan, ama günün çağdaşlaşma ilkelerine tam anlamıyla uyum sağlayacak güncel eserler demekti. O zaman buna kimse itiraz etmedi. Fakat memlekette bugün hakim olan politik espri açısından bunun bir tarafından konuyu ele alarak birtakım çatışmalara neden olacak konuşmalar olabilir, ama o zaman da bu vakıf kalmaz, başka bir vakıf olur; yani Eczacıbaşı’nın girişimiyle vaktiyle kurulmuş olan vakıf olmaktan çıkar. Bu kadar yıl olmuş, bu kurum hâlâ faaliyetini sürdürmektedir. Çok şükür gayet sağlam yazılmış olan metin sayesinde. Ben bununla iftihar ediyorum. Nejat beyin de yazmış olduğu iki kitapta bu konulara değinirken benim bu husustaki hassasiyetimi belirtmiş olması önemlidir.
“Ondan sonraki Festival hazırlıklarında, programların hazırlanmasında, her konunun özelliği bakımından tanınmış kişiler uzman kadrolarında çalıştılar. Sonra uluslararası ilişkiler için de Batıyla temasa geçildi. Yalnız bu Vakfın Avrupa tarafından tanınmış olmasının meydana getirdiği tablo, henüz benim istediğim şekilde değildir. Yani İstanbul gibi bir şehre bir dinleyici akını olmadı. Örneğin Salzburg Festivali, herkes bilir, bir yıl önceden yer bulunmaz. İstanbul Festivali’ne bir Salzburg Festivali’ne koşulur gibi koşulmuyor. Elbette bir eksiğimiz var, o da zamanla geçirilebilir.
“İlk festivalin hazırlık çalışmalarıyla ilgili bir anımı da nakledeyim: Herbert von Karajan’ın davet edilmesi ve onun yönetimi altında Topkapı Sarayı’nda Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operasının oynanması düşünülmüştü. Karajan, yaptığımız davetlere hiç kulak asmadı, cevap bile vermedi. Düşündüm, ne yapabilirim diye. Aklıma hocası Paumgartner geldi; Salzburg Festivalleri’nin kurucusu, Mozart hakkında büyük bir eserin yazarı. Ankara Devlet Operası’nın kuruluşunda Paumgartner’in büyük yardımını görmüştüm. Kendisine bir mektup yazdım, durumu anlattım, onun araya girmesiyle Karajan cevap verdi ve kabul etti. Anlaştık, günü tespit edildi, ücreti üzerinde de mutabık kalındı. Elimizde topladığımız 9 milyonumuz var, bunun 3 milyonunu harcarsak hem Karajan geliyor, hem Berlin Filarmoni Orkestrası ve solistler geliyor, otel paraları ve ücretler dahil, yani paramızın değerini düşünün. Programlar yapılıyor, yazılıyor çiziliyor… Arkasından da Karajan’a “Biz para yüzünden bundan vazgeçtik” diyoruz, Nejat bey bu parayı fazla buldu, o 3 milyonu vermeye bir türlü kandıramadım. Maddi imkânsızlıklardan söz ederek ve özür dileyerek vazgeçtiğimizi bildirdik. Zaten bu yüzden canım sıkıldı, Vakıf’tan ayrıldım.
“Daha sonra ben evimi Ankara’dan İstanbul’a naklettim, 1979’da. Nejat bey duymuş. Bir gün telefon etti, “Sizden bir ricam var, hiç itiraz kabul etmiyorum, Yönetim Kurulu üyeliğine seçildiniz” dedi. 40-50 kadar kurucu üye var, onlar seçmişler. İki ila 3 yıl sonra İcra Komitesi’ne de seçildim. Nejat beyin başkanlığında 5 kişilik bir komite. Altı buçuk yıl bu iki göreve devam ettim. Sonunda rahatsızlıklarım dolayısıyla birkaç ay önce (1993 sonlarında) istifa edip ayrıldım.”
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nı kurup bugünlere getirenleri saygıyla anıyor, Vakfın bugünkü ve bundan sonraki yöneticilerinin, aynı çağdaş ilkeler doğrultusunda daha nice festivaller gerçekleştirmelerini diliyoruz.
(Cumhuriyet, 15 Temmuz 1995)