
Ankara Radyosu
21 Ocak 1943
Saat: 21.15
Sayın dinleyenlerim, bu akşamki konumuzun adı, başka hiç kimseyi uzun uzadıya düşündürmeden, “Bir gecede bir uvertür yazan sanat kahramanının” kim olduğunu ortaya koydu. Hiç kimse “Bu olur mu?” diye şaşırmadı. Hiç kimse bu acayip hadiseyi bir “Mozart dehası” dışında aramadı. “Mozart dehası” diyorum çünkü değme sanat adamlarının yüz yılda göremeyecekleri işi 35 yıl gibi çok kısa bir zamana sığdıran ve 4-5 yaşında eser yaratmaya başlamış olan Mozart’a daha küçük yaşlarda pek haklı olarak “dahi çocuk” demişlerdi.
Ne gariptir ki sayın dinleyenlerim, “çocukta deha” konusu Mozart’tan bu yana bir hayli yanlış yorumlara da yol açtı. Herkesi hayretlere düşürmüş olan Mozart dehası bir çok anayı babayı gereksiz yere sevindirdi. Yanlış teşhislerin verdiği sevinçler ise zamanı gelince hemen üzüntüye dönüştü. İşte “harika çocuk” yahut “dahi çocuk” probleminin bugüne kadar kesin olarak halledilememiş olmasıdır ki sanatla uğraşanların birçoğuna Mozart dışında bir dahi aratmamış, “dahi çocuk” meselesi üzerinde birçok alaylı hikâyenin ya da dedikodunun meydana gelmesine neden olmuştur. Sözün kısası, aynı problem “çocukta deha” teşhislerini Mozart’dan bu yana daha çok bir alay konusu haline sokmuştur.
İşin garibi, küçüklüğünde “dahi çocuk” diye anılmaya lâyık tek sanatçı olan Mozart bile vaktinden önce gelişen ve bu yüzden yanlış teşhislere yol açan yeteneklerle için için alay ederdi. Gerçekten de günün birinde Mozart’ı böyle küçük dehalardan birini dinlemeye mecbur etmişlerdi. Büyük üstat, bu çocuğun kabiliyeti hakkındaki görüşünü gizleyemedi. Çocuk Mozart’a “Ben de eser bestelemek istiyorum, ne olur bunun nasıl yapıldığını bana söyler misiniz?” demiş, Mozart da çocuğa kısaca şu cevabı vermişti: “Daha çok şey öğrenmelisiniz, hem de biraz yaşlanmalısınız”. Fakat bu cevap çocuğu tatmin etmemiş olacak ki çocuk üstada tekrar şöyle dedi: “Ama siz 13 yaşınızda eser yazdınız.” İşte bu söze Mozart güldü ve şöyle dedi: “Evet yazdım, yazdım ama bunu nasıl yapacağımı kimseye sormadım”.
Sayın dinleyenlerim, yine bu olumsuz etkiyle olacak ki son yüzyılın önemli bestecilerin biri olan Schönberg’e bir dahi çocuğun önemli başarıları anlatılırken, Schönberg’i önce bir düşüncedir almış. Sonra yavaş yavaş kendine gelirken, “Evet başkalarının 60 yaşında gösterdikleri kabiliyetsizliği bu dahi çocuklar 6 yaşında gösterirler” demiştir.
Oysa büyük üstat Beethoven’in çocukken ancak gelecekteki dehayı belirtmiş olması yahut da büyük üstat Richard Wagner’in ancak 40’ına doğru kendi dehasından bahsettirmesi yanında, 1791 yılında 35 yaşında ölen Mozart, hayatının her safhasında bir dahiydi. Biz de şimdi bu Salzburglu üstadın tam bir gece içinde yazdığı Don Juan operasının uvertürü hikâyesine başlayalım:
18. yüzyılın son 25 yılı önemli olaylara sahne oluyordu. Nitekim Kuzey Amerika’nın George Washington’un çabasıyla bağımsızlığını ilan etmesi, büyük filozof Kant’ın “Arı Usun Eleştirisi” adlı tanınmış eserinin ortaya çıkması, Pestalozzi’nin modern çocuk terbiyesi esaslarını kurması, Fransa’da Montgolfier kardeşlerin ilk olarak balonla uçmaları, Berlin’de ilk millî tiyatronun kuruluşu, Fransa’da büyük ihtilalin patlak vermesi ve cumhuriyetin ilanı, Batıda Romantizmin başlaması ve nihayet Napolyon’un Mısır seferi gibi önemli olayların cereyan ettiği bu son 25 yıl içinde, konumuzun kahramanı olan Mozart da Salzburg, Mannheim, Paris, Viyana, Prag gibi devrin tanınmış sanat merkezlerinde bestekâr ve virtüoz olarak etrafın dikkatini üstüne çekiyor, Orta Avrupa operasını İtalyan etkisinden kurtarıyordu. İşte tam bu sıralarda, yani 1787 yılında, ilk önce Prag’da oynanmış olan Don Juan operası (burada plakla Don Juan’dan bir sahne dinletilecek) herkese uluorta konuşma fırsatı vermiş, Mozart’ı üzen dedikodulara yol açmıştı. Hele bu eserin Viyana’daki ilk temsili Prag’daki dedikodulara da taş çıkardı. Hattâ Viyana’nın tanınmış ailelerinin birinde büyük bir ziyafet verildiği bir akşam, Don Juan üzerinde yapılan insafsızca eleştirilerin en şiddetli bir noktaya vardığı sıralarda, Viyana üslûbunun kurucusu olan Haydn’ı bile bu tatsız dedikodunun içine sokmaktan çekinmediler. Büyük üstada da Don Juan’ı nasıl bulduğunu sordular. O da “Bu tartışmayı yatıştıracağımı tahmin etmiyorum ama Mozart’ın dünyanın en büyük bestekârı olduğunu iyi biliyorum” diye cevap verdi.
Sayın dinleyenlerim, Don Juan’dan önce meydana çıkan Figaro’nun Düğünü operası, sanatkâra sağladığı şöhrete yakın para da getirmişti, ama her zaman olduğu gibi Mozart yine maddi imkânsızlıklar içinde kıvranıp duruyordu, çünkü eşi Conztanze, hem dünyaya çocuk getirmek üzereydi, hem de ev idaresi namına hiçbir şey bilmiyordu. Bu nedenle günün birinde Mozart’ın Bohemya’nın merkezi olan Prag’da bir opera yazmaya davet edilmesi sanatçıyı her bakımdan sevindirmişti. Mozart’ın arzusu üzerine Daponte adlı bir kişi Don Juan metnini hazırlıyor, bu metinde ikinci derecede tipler gülünç bir karakterler çiziyorlar. Asıl konu ise yarı ciddi yarı şaka bir hava içinde gelişiyor. Mozart’a gelinceye kadar ağızdan ağza dolaşmış ve müzikli müziksiz birçok sahneleri doldurmuş olan Don Juan hikâyesi, ilk olarak Mozart’ın elinde bir tutku simgesi halini alıyor. Gerçi burada günahkâr cehenneme gidiyor, dünyanın düzeni yine korunuyor, ama kötülüğün yok edilmesi gereği karşısında günahkârın maruz kaldığı feci son bile Mozart’ın elinde insanı içten sarsıyor. Tam o aralık Prag’da çıkan bir gazetede şu satırlara tesadüf ediliyor: “Bu işi iyi bilenlerle müzisyenler Prag’da şimdiye kadar buna benzer bir temsil yapılmadığını söylüyorlar. Bay Mozart eseri kendisi idare etti ve üç alkış tufanı koptu. Bundan başka bu opera, icrası bakımından çok güçtür. Herkes eserin bu kadar kısa bir çalışmadan sonra başarıyla temsil edilmesine her şeye rağmen hayret etmektedir.”
Sayın dinleyenlerim, görülüyor ki genç Mozart hele bu eseriyle -bütün eleştirilere rağmen- öz sanatseverlerin kalbine büsbütün yerleşmişti. İşte bir gecede yazıldığı söylenen Uvertür de bu operanın uvertürüydü. Gerçekten de bu bir gece içinde yaratılan eserin hikâyesi Mozart’ın yalnız kendi döneminde değil, kendinden sonraki dönemlerde bile hayretle dinlendi. Hattâ bu dikkate değer hikâyeyi geçen yüzyılın yazarlarından bazıları bir roman konusu olarak da işlediler. Bazı estetler bu hikâye üzerinde uzun uzadıya tahliller yaptılar. Biz de şimdi bu olayı Batının tanınmış yazarlarının, tanınmış estetlerinin görüş açılarından inceleyelim:
Geçen yüzyılın önemli eleştirmenlerinden ve estetlerinden biri olan E.T.A. Hoffmann, Don Juan uvertürü için şöyle diyor: “Büyük üstatlar hakkında bazen öyle hikâyeler uydurulur ki çok kere çocukça buluşlardan başka bir şey olmayan yahut da gülünç bir bilgisizlikle ağızdan ağza dolaşan bu hikâyeler kulağa çalındığı zaman beni daima rahatsız eder, üzer. Meselâ Mozart’ın Don Juan Uvertürü hakkında söylenen küçücük bir hikâye vardır ki böylece uydurulmuş olan bu hikâyeyi hele fikirlerine az çok inanılır müzisyenlerin ağızlarına almalarına ben daima hayret ederim.
“Sözde Mozart Don Juan operası uvertürünü bestelemeyi -operanın çoktan bestelenip bitirilmiş olmasına rağmen- gün geçtikçe ihmal etmiş de bu hususta artık endişeye düşmüş olan dostları eserin oynanmasından tam bir gün önce onun artık masa başına geçip uvertürü yazmaya başlayacağını tahmin ettikleri halde o hiç aldırış etmeden bütün neşesiyle yine gezip dolaşmaya çıkmış. Nihayet temsil günü sabahleyin erkenden birkaç saat içinde Mozart uvertürünü yazıvermiş. Hattâ çeşitli çalgılara ait notalar daha mürekkebi kurumadan tiyatroya gönderilmiş. Herkes Mozart’ın bu derece çabuk eser bestelemesine hayret etmiş. Halbuki bence hızlı nota yazan her kompozitöre aynı hayranlığın gösterilmemesi için bir sebep yoktur. Don Juan üstadının, kendi dostları için, yani onu yakından tanıyan dostları için yazdığı bu derin eseri uzun zamandır ruhunda taşımış olduğuna, hem de bütün eseri o harikulade hatlarıyla kafasında işleyip yonttuktan sonra hatasız bir döküm gibi ortaya çıkarmış olduğuna inanmıyor musunuz?
“Aslında bu operaya ait motiflerin hepsini bütün güzelliğiyle, bütün canlılığıyla anıştıran bu uvertürler uvertürünün, tıpkı bütün eserin o büyük üstadın eline kalemi alıp daha yazmaya başlamadan önce kafasının içinde evvelden oluştuğu gibi olup bittiğine inanmıyor musunuz? Eğer bu hikâye doğru ise, bu takdirde Mozart, uvertürün ne zaman besteleneceğini dillerine dolamış olan arkadaşlarını, belki de bestenin yazılmasını geciktirmek suretiyle, bilerek hırpalamak istemişti, çünkü arkadaşlarının, Mozart için artık otomatik hale geldiği kanısında oldukları bu türden bir beste işi için Mozart’ın aradığı uygun saati bulamayacağı endişesi, yani sanatkârın tam ilham ânında ve birdenbire içten duyacağı bir eseri yazacak uygun vakti bulamayacağı yollu endişesi ona gülünç geliyordu.”
Görülüyor ki sayın dinleyenlerim, geçen yüzyılın büyük sanat eleştirmeni E.T.A. Hoffmann da bu hikâyeyi aynen kabul ediyor, ama uvertürü yazma ilhamının öyle söylendiği gibi bir gecede gelmediğini, sanatkârın Don Juan uvertürünü kafasında daha evvelden oluşturduğunu ileri sürüyor ve böyle bir ilhamın bir ânın mahsûlü olamayacağını bize anlatıyor.
Şimdi de bu hikâyeyi başka bir yazarın kaleminden dinleyelim: Avusturya’nın tanınmış yazarlarından R.H. Bartsch’ın Don Juan uvertürü hakkında yazdığı şu metni aynen okuyalım: “Dostumuz Duschek’ın Prag civarında ferah bir bağı vardı. Wolfgang Amadeus bu bağda oturuyor, rumbala oynuyor, kalbimi ve kafasını sürekli olarak güzel sesler doldurup duruyordu. Don Juan operasının her şeyi bitmişti. Zerlinna’nın tatlı nazı eserin kahramanının (Don Juan’ın) dünyalara bedel neşesi, nihayet köy delikanlısı Masetto tam olarak meydana çıkmışlar, yalnızca öldürülmüş olan Commendatore ile uvertür eksik kalmıştı. Acaba onu rahatsız eden bir şey vardı da onun için mi eserin bu eksiklikleri bir türlü meydana gelemiyordu? Altın renkli Prag’a yakın olan bu villada yenilip içiliyor, oraya buraya koşuluyor, misafirler bazen birbirleriyle tartışıyorlardı. Arada sırada arkadaşlar bir korku sessizliği içinde aralarında şöyle konuşuyorlardı: ‘Uvertüre ne oldu? Opera birkaç gün içinde oynanacak!’ Ama o (Mozart) gülüyordu bu söze. Ve şöyle cevap veriyordu: ‘Bu kadarcık neşeyi bana çok görmeyin!’
“Mozart akşamüstleri çocukça şaklabanlıklardan başka bir şey yapmıyordu. Villada muhteşem bir ziyafet veriliyordu. Bu ziyafette Mozart’ın 6-7 kadar hayranı da bulunacaktı. Bunların hepsi de tanınmış ailelere mensup kimselerdi. Sofra çeşitli tatlılarla, şampanya ve çiçeklerle örtülüydü. Mozart’ı dostları sessiz bir huzursuzluk içinde seyrederlerken, o durmadan oraya buraya koşuyor ve etrafla şakalaşıyordu. Bu gürültülü ziyafet sona erdikten sonra Duschek Mozart’a şöyle sordu: ‘Uvertüre ne oldu?’. Mozart: ‘Onu şimdi yazacağım’ dedi ve güldü. Duschek de ‘Eninde sonunda yazacağın belli” diye yarı inanmamış bir halde cevap verirken ona iyi geceler dileyerek çekip gitti.
“Salonda bir spinette duruyordu. Orada tek başına kalmış olan sanatkâr kendini spinettte’in önündeki iskemleye attı. Harikulâde güzel olan solgun ellerini tuşların üzerine koydu. Teller tıpkı eski bir harpın telleri gibi sessizce mırıldanmaya başlamıştı. (Burada piyano ile Don Juan uvertüründen bazı kısımlar çalınacak.) Duschek hizmetkârlara: “Gürültü etmeyin” demişti. Salonda altmış tane mum hâlâ yanıyordu. Büyük ağırbaşlı Venedik aynaları mumların ışığını salona yansıtıyordu. Wolfgang Amadeus salonda etrafı iyice gözden geçirdi, Mumlar ve renkli ışıklar bu sessiz geceyarısı içinde bütün parlaklığıyla etrafa aksediyorlardı. Çiçekler parlıyor, solmaya karsı koyan tomurcuklar kokularını muhafaza ediyorlardı. Her yer çiçek kokuyor, balmumu kokuyordu. Büyük uzun masa tıpkı bir katafalk heybetiyle ortada duruyordu. İşte bu hal dünya üstü bir varlığın ta kendisiydi. Hele böyle bir ziyafet salonu içinde yalnız kalış, hem de ziyafeti sona ermiş bir salonda yalnız kalış, olağanüstü bir durumdan başka ne olabilirdi? Hayatın bütün renkleri orada parlıyordu. Mumlar âdeta ‘Yaşa!’ diye haykırıyorlardı. Oraya buraya dökülen şampanyanın kokusu ortalığı sarmıştı. Ziyafeti birlikte kutlamış olanların hepsi çekilip gitmişlerdi. Orada yalnız mumlar tek başlarına yaşıyordu. Mumların hepsi eriyip kısalmıştı. Çiçekler yorgun güzel başlarını tıpkı kafaları üstümde taç taşıyan bahtsız kraliçeler gibi, tıpkı hayatla ilişkileri kesilmiş, kafalarında taşıdıkları taçla aldatılmış kraliçeler gibi, önlerine eğmişlerdi. Fakat büyük ağır kapı tamamen açık duruyordu. Dışarıda kori karanlık gölgeler kaplamıştı. Kapının geceye açılan dört köşeli karanlık yüzü hayat dolu olan salonun parıltısını bütün dehşetiyle seyre dalmıştı.
“Mozart sessiz bir korku içinde spinette’in önüne oturmuştu. Narin elleri, yalnız güzeli sunan elleri, bir şimşek hızıyla piyanoya uzandı. Güzel seslerin meydana getirdiği bir şikâyet havası salonun içinde yavaş yavaş yükselmeye başlamıştı.Wolfgang Amadeus bir an kapının kendisine bakan karanlık dört köşeli yüzüne baktı. Bu kapı geceye doğru açılmış bir kapıydı. Kapının kendisine dikilmiş olan gözleri sanki ahretten gelen sessiz bir bakışa benziyordu. Eller bu büyük kapının emrine itaat ederek tuşlar üzerinde gidip geliyordu. O artık her emre baş eğen bir çocuk gibiydi. İşte Don Juan operasında taş kesilen kolun korkunç hikâyesi böyle meydana gelmişti.
“Fakat yataklarına çekilmiş olan misafirler ziyafet salonundan kendilerine doğru bir müzik sesinin yükselmekte olduğunu duydular. Bu müzik o zamana kadar hiç dinlemedikleri bir müzikti. Bu müzik yaşam sevinci gibi güzel, aşk gibi heyecan veren bir müzik olduğu kadar, adaletin sesi gibi sert, adaletin sesi gibi uyarıcı bir nitelikteydi. Bu müziğin yankıları tıpkı mum alevlerinin titreye titreye yanıp sönmesine benziyordu. Bu yankılar solgun çiçekler gibi kokuyordu. Bu yankılar dökülmüş şampanya gibi etrafa koku saçıyordu. Bu yankılar parlak keman seslerinin eşlik ettiği hasret dolu raksları yaratıyordu. Bu yankılar gururlu ve kırılgan bir asalet döneminin neşe saçan şarkılarından başka bir şey değildi.... Fakat ahretin karanlık gözlü dört köşeli büyük siyah kapısı sürekli olarak içeriyi seyrediyordu ve yine bu kapı hiç kimsenin görmediği bir sabaha yol açıyordu. Misafirler hayret ve korku içinde yataklarında sarsılmışlar, titremişlerdi. Fakat aşağıda Wolfgang Amadeus spinette’in önünde ayağa kalktı, her zaman kederli olan gözleri birer meşale gibi parlıyordu. Yüzü ölüm solgunluğu ile sararmış solmuştu. Birdenbire uçup giden bu sevinç onu sessizce titretti Uvertür bitmişti... Mozart dinlenmek üzere odasına çekildi. Arkasında alev saçan, parlayan, boş, muhteşem bir salondan başka bir şey kalmamıştı. İşte Rokoko’nun kuğu şarkısı böyle meydana geldi.”
Sayın dinleyenlerim, görülüyor ki yazar Rudolf Barsch, Ölen Rokoko adlı eserinde bir gecede yazılan uvertürün hikâyesini bize tam bir rokoko havası içinde vermek istemiştir. Biraz da bu edebî metnin içinde geçen bazı önemli cümleler üzerinde duralım: Metnin bir yerinde: “İşte taş kesilen kolun korkunç hikâyesi böyle meydana gelmişti” cümlesiyle karşılaşıyoruz. Mozart bu operanın yalnız uvertürünü değil, üç önemli kişiden biri olan ve Don Juan tarafından öldürülen Commendatore’ye ait bir bölümün müziğini de sona bırakmıştı. Bu kişi, eserin daha baş tarafında Don Juan’ın kılıcıyla öldürülüyor, fakat eserin sonunda taşlaşmış heykel kesilmiş olarak ahretten tekrar geri dönüyor ve macera peşinde koşan Don Juan’dan intikam alıyor. Yani burada ahlâk ve adalet sembolü olan Commendatore, hile ve düzen sembolü olan Don Juan’ı ortadan kaldırıyor. Bunu ahlâkın ahlâksızlığa zaferi diye açıklamak da mümkündür.
Sonra aynı metin içinde sürekli olarak salon kapısının karanlığa açılan dört köşeli siyah yüzünden bahsedilmekte ve şöyle denmektedir: “Fakat ahretin karanlık gözlü dört köşeli büyük siyah kapısı sürekli olarak içeriyi seyrediyordu ve yine bu kapı hiç kimsenin görmediği bir sabaha yol açıyordu.” Sayın dinleyenlerim, burada salonun parlaklığı ile dışarıdaki zifiri karanlık, dünya ile ahreti simgelemektedir. Salonun bu karanlıkla aydınlık arasında yer almış olan dört köşeli büyük kapısı da iri siyah gözlerle ahretten dünyaya bakışa benzetilmektedir. Bu kapı ‘hiç kimsenin görmediği bir sabaha yol açıyor’ demek, Mozart’ın o anda Commendatore için yazdığı müzikle Don Juan cezasını buluyor, bu suretle aydınlık karanlığa galebe çalıyor ve bütün bu haller insanı hiç kimsenin göremediği bir sabaha götürüyor demektir. Metnin diğer bir yerinde, yani en sonunda da şu cümlelere tesadüf ediyoruz: “Uvertur bitmişti... Mozart dinlenmek üzere odasına çekildi. Arkasında alev saçan, parlayan, boş, muhteşem bir salondan başka bir şey kalmamıştı. İşte Rokoko’nun kuğu şarkısı böyle meydana geldi.”
Sayın dinleyenlerim, Mozart 18. yüzyıl Rokoko sanatının müzikte en son temsilcisiydi. Yalnız Mozart ile Rokoko arasında önemli bir fark vardı. Rokoko bir zümre sanatıydı. Daha doğrusu tıpkı topraktan koparılıp bir vazoya konmuş çiçek gibi, zaman geçtikçe ölmeye mahkûm bir sanattı. Buna karşılık Rokoko’nun yalnız saray için, asilzadeler için çalışmış olan heykeltıraşları ve ressamları gibi, Mozart belirli bir zümreye hitap etmemiş, bilakis yüzünü daima halka çevirmiş, gıdasını daima topraktan alan bir bitki gibi Mozart’ın kökü de halkla yoğrulmuş bir toprak içinde gelişmiştir. Bunun içindir ki 18. yüzyılın zümre sanatı ve saray sanatı dışında kalan Mozart, her zümreye hitap etmesi nedeniyle, bu dönemi hakkıyla temsile yetkili olan tek sanat dahisiydi ve gerçek Rokoko’nun en son üstadı da yine Mozart’tı. Bu nedenle Don Juan uvertürünün Prag civarındaki Bertramka villasında nasıl yazıldığını tasvir eden Rudolf Barsch, bu tasvirin en sonunda ”İşte Rokoko’nun kuğu şarkısı böyle meydana geldi” demekle, öteden beri bilinen bir kuğu kuşu efsanesine dayanarak Mozart’ın bu uvertürle artık ölmek üzere olan Rokoko döneminin en son eserini yaratmış olduğunu söylemek istemiştir.
Batıda halk ağzında dolaşan kuğu efsanesi de şudur: Beyaz, uzun boyunlu, uzun gagalı bir kuş olan kuğu kuşunun koyu yeşil ormanların sakin duru sularında dolaşması öteden beri Batı sanatının bütün kollarında cazip bir kuğu efsanesinin doğmasına vesile olmuştur. Ressamların, hele Romantik ressamların bu kuşu peyzajlarından sık sık eksik etmemesi, şairlerin kuğuya şiirler söylemesi, müzisyenlerin kuğunun aşkı, kuğunu kederi, kuğunun ölümü, kuğunun dansı üzerine eserler bestelemesi, Batıda halk arasında bu güzel hayvanın âdeta efsanevi bir yaratık olarak tanınmasına neden olmuştur. Gerçekten de halkın kuğu kuşuna gösterdiği bu candan sevgiyledir ki yine halk arasında kuğu hakkında şöyle bir hikâye dolaşmaya başlamıştır: Kendi güzel ama sesi çirkin olan bu narin hayvan, yalnızca hayatının son ânında insanları şaşırtacak kadar güzel bir sesle acı acı öter, sonra hemen ölürmüş.
İşte sayın dinleyenlerim, Gratz’lı yazar H.R. Barsch, biraz önce okuduğumuz metinde -hele 18. yüzyılın sonlarında Fransız ihtilalinin birdenbire devirdiği- Rokoko sanatının Mozart’tan sonra nasıl olsa yaşayamayacağını ima etmekte ve Rokoko’yu bizlere narin bir kuğu gibi tanıtan şair, Don Juan uvertürünü bu kuğunun son şarkısına, yani ölmek üzere olan bir kuğunun hayatının son ânında çıkarabildiği ilahi seslere benzetmekte ve bu bir gece içinde yazılan uvertürle Rokoko sanatının kapandığını haber vermektedir.