Prag, 27.9.1966
AICA Kongresi
[Uluslararası Sanat Tenkitçileri Derneği
AICA Kongresi’nin
Prag’daki 27 Eylül 1966 günkü oturumunda
Cevad Memduh Altar’ın Fransızca olarak sunduğu bildirinin
Türkçe özgün metni.]
Cevad Memduh Altar
Sanatta eleştirme, muhtevayı [içeriği] yapan faktörleri araştırıp değerlendirme çabası ve bu türlü çabalardan doğan izafî [göreli] yargı, kural ve ölçülerdir. Böylece elde edilen sonuçları izleyici çoğunluğu onadıkça, objektifleşme istidadı gösteren bir eleştiri belirmekte ve ancak bu yoldan objektif ya da gerçek bir sonucun elde edilmiş olduğu kanısı hasıl olmaktadır.
Sanatta soyut anlamda objektif birer yargıymış gibi görünen düşünsel çabaların, hakikatte kişinin yorum gücüne bağlı sübjektif irade belirtileri olduğu inkâr edilmez bir gerçektir. Tarihe mal olan ve zamanın akışı içinde objektifleşme vasfını elde etmiş bulunan eserlerin, sübjektif duyu, düşün ve yargı düzenine dayalı bir objektifliğe yönelmeleri gerekeceği tabiidir. Psiko-kültürel eylemin en büyük sonucu da, hiç şüphe yok ki, yaratma prosedürüne bağlı düşünsel kalıntıların toplamı demek olan tarihtir, yani Sanat’ın tarihidir. Yalnız güzel sanatların yorumu açısından özellik gösteren bu oluş, sanat dışı araştırma ve eleştirilerde, meselâ pozitif bilimlere yönelmede, büsbütün başka bir görünüşle sonuçlanır. Çünkü müspet bilimin gerektirdiği eleştirme ve yargı eylemi, sanatta olduğu gibi a priori değil, ön planda ratio’ya dayalı ve sürekli bir izlemler serisinin sonucu demek olan a posteriori bir yargıdır.
Bu da gösteriyor ki, sanat yaşantısının (Erlebnis) aktüel ve aktif titreşimi içinde, ancak bir ânın belirtisi olarak gerçekleşmesi zorunlu olan izlenim estetiği ile, güzel sanatların, zamanın akışı içinde, kültürleri ve bilimsel yönleri kesinleşirken meydana gelen tarihe ve kritisizme bağlı muhtevanın eleştirilmesi arasında büyük bir fark vardır. Pozitif bilimin eleştirilmesini sanatın eleştirilmesinden kesin olarak ayırt eden bu iki başlı farkın, her şeyden önce sibjektüf ve objektif yargı arasındaki tezada dayanacağı tabiidir. Bundan dolayı sanatta, çok kere izlenim eleştirisi şeklinde beliren sonucun, özgür düşünüş açısından da değerlendirilmesi şıkkı [seçeneği], oldukça ince ve karışık bir dokunun ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Kaldı ki, sanat eleştirmesinde, eleştiricinin sübjektif yorumu karşısında tek objektif kriter, muhakkak ki yaratılan eserin, objektifleşme eğilimi meydana getirme bakımından olan başarı oranıdır.
Sanatın gelişimi açısından daha da özgür olması gereken kritiğin, ister sübjektif, ister objektif değer taşısın, her şeyden önce yargılamak, ayırt etmek, tanıtmak, noksan yanını göstermek suretiyle, yermek, övmek ya da bu iki kavramın ikili sentezi şeklinde belirmesi gerekmektedir. Böylece elde edilecek sonuç ise, bilgileşmiş bir yoklama, bir arama esasına dayanmak zorunluğundadır. Zamanımızın alabildiğine kesinleşen ihtisaslaşma [uzmanlaşma] esprisi içinde, nazik olduğu kadar çetin bir operasyon olmanın önemini de taşıyan özgür tenkidin [eleştirinin], hele plastik sanatlar konusunda büsbütün çetin bir göreve yönelmesi gerekeceği tabiidir. O halde abstré [soyut] anlatımda, bugün alabildiğine ileri bir stada [aşamaya] ulaşma eğiliminde olan plastik sanatların, bu arada ön planda pentürün [resim sanatının] özgür eleştirilmesi bakımından, geçmiş devirlere nazaran, farklı özelliklerle karşılaşılacağı muhakkaktır. Bu özelliklerin en başında, eleştirme ve yorumların gereği gibi kavranabilmelerini sağlayacak bilgi, düşün ve yargı ortamını yaratabilme zorunluluğu gelmektedir. Bu ortam, çeşitli toplulukların sanatı kavrama yolunda elde etmiş oldukları farklı rutinlerle ilgili olarak, görünür değişiklikler arz etmektedir; ve bu durum bundan böyle de devam edip gidecektir.
Nitekim, figüratif sanatların eleştirilmesinden doğan yorumun daha çok objektif eğilimli olmasına karşılık, abstré sanatta yorumun, ortaklaşa hareket noktası yoksunluğundan dolayı, daha çok teoriye ve anlatımda çeşitli abstraction [soyutlama] stillerine başvurma zorunda kalmış olduğu açıkça görülmektedir. Bu durum ise, eleştirme ne derece olumlu bir sonuca ulaşırsa ulaşsın, izleyici kitlesinin çoğunlukla konuya yabancı kalmasına ve yanlış görüşlere kapılmasına yol açmaktadır. Böylesine bir sonuç ise, özgür tenkide her zamandan fazla önem vermesi gereken çağımızda, büyük kitle, eleştirici ve sanatçı arasında istenmeyen bir no man’a land’in meydana gelmesine sebep olmaktadır. Ondan dolayı, çağdaş sanat zevk ve eleştirisini gerçekleştirecek ortama bugün fazlasıyla ihtiyaç vardır.
Kaldı ki, düşüncede olduğu gibi, sanat realizasyonlarında [yaratışlarında] da insanlık, abstré bir anlatışla daima karşılaşmıştır ve bundan sonra da karşılaşacaktır. Hattâ türlü biçim ve görüntüleriyle ileri bir mecaza dayanan abstré yaratış, daha çok pentürde, yaşadığımız zamanın görünür bir karakteristiği olmanın önemini kazanmıştır. Bundan dolayı çağımız, yalnız abstré sanat yaratma çağı değil, bu sanatı anlayan, duyan, gereği gibi izleyen kuşaklara zahmetsiz yönelmeyi sağlayacak bir çağ olmanın özelliğini taşımaktadır.
En açık sanatta bile karşılaşılan mecazın, yaşadığımız yüzyılın kapalı sanatında büsbütün abstraksiyona [soyutlamaya] kaymasından beri, özgür tenkidin [eleştirinin] bazı önemli şartlara dayalı olması gerekmiştir. Bu şartların en başında, kanaatimce bilgi, kültür ikmali ve ileri sanatı tanıma gücü gelmektedir. O halde eleştiren, eleştirilen ve izleyenin aynı düzeyde rahatça karşılaşan ortak faktörler haline getirilmesi, artık kaçınılmaz bir zorunluluk halini almış bulunmaktadır. Böyle bir sonucun ise, ancak kültür, formasyon ve oriantasyon [yönlendirme] yakınlığı ile sağlanabileceği muhakkaktır. Aksi takdirde sanat eleştiricisi ile sanatçı ve izleyici arasındaki boşluğun, zamanla artmasa bile, istenmeyen statükoya büsbütün bağlanacağı bir gerçektir ve böyle bir sonuç, sanat dünyasını verimli bir eleştirme özgürlüğünden daha uzun süre yoksun bırakacaktır.
Yalnız yukarıdan beri açıklanan düşüncelerle, çağımıza mahsus [özgü] eleştirme özgürlüğünü savunma bakımından kesin bir sonuca ulaşılmış olduğunu iddia etmek yersiz olur. Çünkü bu önemli temanın, çeşitli açılardan incelenip, çeşitli açıklamalara bağlanabileceği, kolayca görülebilen bir gerçektir. Bu böyle olmakla beraber, inceleme konumuzun, ancak aşağıda sıralanan 3 temel şartın yardımı ile esas değerini bulabileceği muhakkaktır; ve bu 3 şart şunlardır:
Bu 3 şarttan beklenen mutlu sonucu, birçoklarının utopia olarak vasıflandırmaları da mümkündür. Bununla beraber, özlenen gerçeğe, velev sınırlı bir oranda ulaşamamanın, sanat dünyasını daha uzun süre nelerden yoksun edeceğini de gözden uzak tutmamak gerekir. Öte yandan, çağımızda büsbütün önem kazanmış olan eleştirme özgürlüğünün, cılız bir ortamda elde edilemeyeceği de muhakkaktır. Sanatta verimli düşünü sağlayacak eleştirici ile birlikte, sanatı yapanın ve izleyenin de özgür, yani sosyal, politik ve ekonomik engelden arınmış bir ortamda yetişmesi şarttır.
Güzel sanatlarda da yaratma ve eleştirme eylemlerinin tümü, Emanuel Kant’ın dediği gibi, her şeyden önce akıl ve idrak özgürlüğüne bağlıdır. Friedrich Schiller’in aşağıda açıklanan çok önemli bir sözü ise, çağımızın, sanatta yaratma ve eleştirme açısından da değişmez bir gerçek olmanın önemini taşımaktadır. Schiller estetiğinde, özgür yaratmanın, dolayısıyla özgür eleştirinin ilkel kaynağına değinen bu deyiş, romantik bir spekülasyon gibi görünmekle beraber, asıl özü belirlemede hiç şüphe yok ki üstün bir anlayışın ifadesidir. Nitekim şairin bu cümle ile açıklamak istediği temel fikir şudur: “Aklın, kendi kudret ve kuvvetine sahip olduğuna inanarak yüksek bir huzur ve özgürlüğe kavuşmasından doğan ruhsal an, gerçek bir sanat eserinin benliğimizden kopup kaybolduğu bir andır!”.
Schiller’in bu olağanüstü görüşü de açıklıyor ki, sanatta eleştirme özgürlüğünü sağlayacak temel faktör, hakikatte her verimli işe başlangıç olan düşünce özgürlüğü’dür.