Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ANILAR

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

ATATÜRK, BENİ VE İKİ RESSAMI
NİÇİN ANKARA'YA ÇAĞIRMIŞTI?

Cevad Memduh ALTAR

            Bu çağrı, 1927 yılının Ekim ayında olmuştu. Almanya’daki resim öğrenimlerinden yurda dönen iki ressamımızın İstanbul’da oldukları ve yalnız benim Ankara’da olduğum kendilerine arz edilince: “Öyleyse buradakini getirin!” buyurmuşlar ki o da bendim. Ben Almanya’da Müzik, Güzel Sanatlar Tarihi ve Estetik konuları üstünde çalışmalarımı sürdürmüştüm. Öteki iki sanatçımız da resim öğrenimi görmüşlerdi; bunlardan birinin -aradan oldukça uzun bir süre geçtiği için- ünlü ressamlarımızdan Fikret Mualla olduğunu sanıyorum, ötekinin kim olduğunu ne yazık ki hatırlayamıyorum.

            Atatürk, öğrenimlerini Batıda yaparak yurda dönen üç sanatçının adlarını bir gazetede okumuş, onları tanımak istemiş, Çankaya’ya çağırmış; bunun sebebini bir süre sonra anlamakta güçlük çekmedim. Çünkü Ata’nın 1924 yılında Ankara’da Musiki Muallim Mektebini (Müzik Öğretmen Okulunu) kurdurmakla başlattığı ulusal kültür ve sanatta çağdaşlaşma hareketi, yirmili yılların sonlarına doğru güzel sanatların tümüne yönelik inisiyatiflere de dönüşüvermişti, ve bu geçek artık apaçık ortadaydı.

            Çankaya’ya çağrılmam, benim için akla hayale sığmayan bir olaydı; yaşanması imkânsız bir serüvendi. Almanya’da öğrenim görürken, Kurtuluş Savaşı’nın gelişimini Leipzig’de öğrenim gören Türk öğrencilerle birlikte dikkatle izliyordum. Günün birinde Alman gazetelerinde, iri manşetlerle yazılmış olarak “Türkler İzmir Önlerinde”, bir iki gün sonra da “Türkler İzmir’de” haberini alır almaz, kentin büyük gazete idarehanelerinin önüne koşmuş, olayların süratle akışını, saati saatine, gazetelerin ışıklı ve hareketli satırlarla verdikleri haberleri, olağanüstü ilgi ve heyecanla izlemeye koyulmuştum.

            Şimdi beni Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne çağırmak lütfunda bulunan büyük insan, Türkiye’mizin yeniden doğuşunu sağlayan Kurtuluş Savaşı’nın Başkumandanı, eşsiz kahraman Gazi Mustafa Kemal Paşa idi. Gazi Paşa tarafından Çankaya’ya çağrılmam, mesleğime daha büyük şevk ve ilgiyle bağlanmamda başlıca etken oldu.

            Saat dört sularında idi. Yaverler, harekete geçtiler ve Paşa’nın yukarı kattan aşağı ineceklerini söylediler. Beni, köşkten gönderilen bir araba ile Çankaya’ya götüren kişi, Teori öğretmeni olarak çalışacağım Musiki Muallim Mektebi’nin Müdürü, Riyaseti-Cumhur Senfoni Orkestrası’nın şefi ve İstiklal Marşı’nın bestecisi, devrinin ünlü viyolonisti Zeki Üngör beydi. Müdürüm ve ben, salonun bir köşesine oturmuş, sabırsızlıkla beklemeye başlamıştık. Bir süre sonra, “Paşa geliyor” sesleri duyuldu. Hemen ayağa kalktık, salonun gerisine ve sol tarafında doğru yürüyen yaverlere biz de ayak uydurduk ve bir yerde durduk. Bir de baktım Gazi Paşa, çok zarif bir giyimle, yavaş yavaş merdivenden aşağı iniyor. Paşa iner inmez Zeki bey ilerledi ve, “Emrettiğiniz arkadaşımızı getirdim Paşam” diyerek beni gösterdi. Gazi Paşa güler yüzle bana baktı, “Sen misin çucuk!” dedi. Hemen heyecanla koşup elini öptüm, Sonra Paşa oturdu ve bana, “Otur bakalım, Almanya’da neler yaptın, neler öğrendin anlat” dedi. Bütün gücümle toparlandım, bir şeyler anlatabilmenin telaşıyla, aklıma, öğrenimimle ilgili olarak neler gelebildiyse söylemeye çalıştım. Paşa’nın, insanı büyüleyen gözlerine bakabilmek hakikaten güçtü. Gazi Paşa anlattıklarımı dikkatle dinledi ve bana. “Bundan sonra Salı günleri Marmara Köşkündeki çaya geleceksin” buyurdu. Artık Salı günlerini iple çekiyor, köşkte tam vaktinde oluyordum. Çay saat beşten yediye kadar sürüyordu. Viyolonist Halil Onayman’ın yönetimindeki salon orkestrası, davetin havasına elverişli parçaları çalmada başarılıydı.

            Bir Cumartesi günü idi. Öğleden sonra başkentin Taşhan’daki ahşap yapılı tek sinemasına bir filmi seyretmeye gitmiştim. Gazi Paşa benim hemen Marmara köşküne gelmemi istemişler; beni aramışlar ve sinemada olduğumu öğrenmişler. Nitekim ilgililer beni sinemanın balkonunda buldular. Hemen köşke götürüldüm.

            Paşa köşkün üst katındaki koridorda, Halk Partisinin Genel Sekreteri Saffet Arıkan beyle oturuyormuş. Yukarı çıktım, Paşa bana, “Gel bakalım” dedi. Oturdum, benimle gene müzik sanatı üzerine uzun uzun ve detaylı konuştu. Paşa’nın konular üstünde dikkatle durması, müzikle ilgili eğitim-öğretim sorunlarına tekrar tekrar duyarlılıkla eğilmesi, kafamda yavaş yavaş gelişmeye başlayan yorum ve yargıları belirli bir doğrultuya yöneltmemde başlıca etken oldu. Çünkü Paşa’nın ulusal-çağdaş kültürde reform hareketlerinin hazırlıklarıyla meşgul olduğunu artık sezmemek imkânsızdı. Paşa, sırf kendi inisiyatifleriyle, cumhuriyetin kuruluşundan bir yıl sonra, okullarımıza bilgili müzik pedagoglarını yetiştirecek olan, Türkiye’mizin ilk Müzik Öğretmen Okulu’nu (Musiki Muallim Mektebi’ni) Ankara’da kurdurmuştu ki, bu kurum, günümüzde Gazi Üniversitesi içinde bağımsız, çağdaş bir uzmanlık bölümü olarak varlığının 67. yılını başarıyla idrak etmiş bulunmaktadır. Gene o tarihlerde Ata’nın Ankara’da Türkiye’mizin ilk Devlet Konservatuvarı’nın kurulabilmesiyle ilgili projeleri zihnen olsun hazırlayabilmenin gayretine can ve yürekten başlanmış olduğunu düşünmenin hata sayılmaması gerekeceği doğaldır. Kafamda ansızın beliren bu çok önemli sorunu, orada hemen birkaç dakika içinde çözebilme imkânını da çok şükür elde etmiştim. Çünkü Ata’nın koridordaki kahvaltı masasının karşısındaki açık pencerenin içinde duran siyah kaplı kalın bir kitap, oraya oturduğum andan itibaren dikkatimi ısrarla kendine doğru çekmekteydi. Bu kitap nasıl bir kitaptı? Konusu ne olabilirdi? Ata bu kitabı okuduğuna göre, içeriğinin önemli olması gerekmez miydi?

            Bu sorular kafamı devamlı olarak tırmaladı durdu. Bir aralık Ata yerinden kalkıp odaya geçmişti. Ben de Ata dönmeden kitaba bakabilmenin tutkusuyla, Saffet Arıkan beyden özür dileyerek kalkıp pencereye gittim ve soluk soluğa kitaba baktım. Eser, ünlü Fransız müzik bilgini Lavignac’ın “La musique et les musiciens” [müzik ve müzisyenler] başlıklı dünyaca tanınmış bir eseriydi ve açık duran sayfalardaki bazı satırların altları siyah kurşun kalemle çizilmişti. İşte o anda Ulu Önder’in, ulusal-çağdaş müziğimizin geleceği ile ilgili tasarımlarını bilimsel kaynaklara başvurarak gerçekleştirme isteğinin, yakın geleceğe yönelik projelerin hazırlanmasına başlangıç olması gerekeceği kanısını -sarsılmaz inançla- benimsedim ve bunda hiç yanılmadığımı kısa bir süre içinde çok iyi anladım.
Ata’mız, 1924 yılında Büyük Millet Meclisinden geçirerek kesinleştirdiği Millî Musiki ve Temsil Akademisi kanununu uzman bir kuruldan geçirmeden uygulamaya koymanın doğru olamayacağı kanısına varmış olacak ki, Türkiye’mizin ilk Müzik Kongresi’ni 1934 yılında ve Millî Eğitim Bakanı Abidin Özmen beyin yönetimi altında faaliyete geçirtmiş, bu kurulda saptanan karar uyarınca, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı bir Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nün memleketimizde ilk olarak kurulmasına imkân sağlamış, 1935 yılında Batının ünlü bestecisi ve müzik pedagogu Prof. Paul Hindemith (1895-1963), 1936 yılında da dünyanın ünlü tiyatro ve opera uzmanı Prof. Carl Ebert (1887-1980) çapında uzmanların memlekete gelip, bu işlere emek vermiş kendi uzmanlarımızla birlikte işe ciddiyetle el koymalarına imkân veren yola inançla ayak basmada başarılı olmuştur. Nitekim 1935 yılında da -Müzik Kongresi’nin tavsiyesi gereğince- Ankara’da ilk Devlet Konservatuvarı kurulmuş, yani Ata’nın tavsiyesi uyarınca, beş yıllık bir deneyim süresini üstlenmek üzere, Müzik Öğretmen Okulu içinde ve daha çok bu okulun öğrencilerinden seçilen gençlerle, geçici bir süre idareten bir konservatuvar kurulmuştur. Beş yıl sonra da Büyük Millet Meclisinin 15/5/1940 tarihli celsesinde kanunlaşan Devlet Konservatuvarı, faaliyetini elli beş yıl başarıyla sürdürmüş ve sürdürmeye canla başla devam etmektedir. Gene bu kurum, yüksek öğrenimli mezunlarıyla, Ankara, İzmir ve İstanbul’da da Devlet Opera ve Baleleri, Devlet Tiyatroları, Devlet Senfoni Orkestraları ve Çoksesli Korolar gibi resmî kültür kuruluşlarının meydana gelmelerine imkân sağlamıştır.

            Atatürk’ün gelişimini dinamik bir düzen içinde sürdürmeye devam eden ulusal-evrensel kültür reformları sayesinde, çağdaş bilim, teknik ve estetikten güç alan yeni ve taze çabalar, zamanla yalnız geleneksel kültürümüze değil, uluslararası evrensel kültüre de katkıda bulunmuş ve dolayısıyla çoksesli müzik kültürümüzün her dalında yetişen müzikçi, operacı, baleci, tiyatrocu, ressam, heykelci gibi yaratıcı ve icracı sanatçılarımız, yurt içinde olduğu gibi, yurt dışında da kendilerini sanat dünyasına tanıtmada başarılı olmuşlardır. Hattâ bunların arasında Milano’daki Scala operasının sahnesinde de kendini seyirciye heyecanla alkışlatan dramatik sopranomuz Leyla Gencer’le iftihar etmekteyiz. Çoksesli sanat-müziği bestecilerimiz, çeşitli formlarda yazdıkları enstrümantal ve vokal müzik türleri yanında yirmiye yakın opera da bestelemişlerdir ve bu eserlerin çoğunun librettoları, ulusal öykü, destan, menkıbe ve benzeri konulardan esinlenilerek meydana getirilmişlerdir.

            Bestecilik alanında Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kâzım Akses, Ferit Alnar gibi öncülerle başlayan çoksesli ulusal-çağdaş Türk sanat-müziği besteciliği alanında, halen beşinci kuşak bestecilerimiz de gelişimlerini sevgi ve heyecanla sürdürmektedirler.
Bir ülkenin çağdaş sanatını uluslararası forumda eşit hak ve düzeyde sergileyebilmesinin sırrını, Atatürk’ün şu olağanüstü görüşü ne güzel yorumluyor: “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir”.


            Düşünüyorum da fani dünyanın elimizden aldığı büyük kurtarıcı ölümsüz Ata’mız, dünyaya çok az gelen benzerleri yanında da eşsizdi ve onun içindir ki bu büyük insanın, başta müziğimiz olmak üzere kültürümüzün her dalına getirdiği yenilik, dünyanın birçok yerinde sağlanan benzeri reformların yanında gene de eşsizdi, hattâ estetiğin evrensel prensibi doğrultusunda Bir-Defalık’tı. Yani Ata’mızın düşündüklerini, söylediklerini, önerilerini gereğince umursamadan oluşturulan girişimler, çoğunluğun kolayca tekrarlayabileceği özentiler olmaktan öteye gidemezler.


            İstiklal Savaşının, Atatürk’ün dahice yönetimi ve ulusumuzun kanı bahasına kazanılmış olması karşısında tamamen şaşkına dönen Londra parlamentosunda, kendisinden hesap sorulan Lloyd George, 1923 yılında üzüntü içinde şöyle demiş, yenilgisini şöyle açıklamıştı: “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda ancak bir dahi yetiştirebiliyor. Şu talihsizliğe bakın ki beklenen o dahi, bugün Türkiye’de doğmuştur. Elden ne gelir.” Ne gariptir ki, 1923 yılından on beş yıl sonra, Kasım 1938’de Ulu Önder’imiz Atatürk’ü toprağa verirken, İngiliz ulusu adına o’na son selamı vermek üzere İngiltere’den kalkıp Ankara’ya kadar koşup gelen de bir İngilizdi, yani Çanakkale savaşında bizlerle savaşırken bir ayağını kaybeden Amiral Bird idi. Esasen o elemli günümüzde Ata’yı sonsuzluğa uğurlamak üzere doğudan batıdan birçok askerî birlik Ankara’ya gelmiş ve cenaze törenine katılmıştı.


            Amiral Bird’ün yanında, İngiliz Akdeniz filosundan gelen birlik ile filonun bandosu da vardı. Bu ibret verici görünüm, bana daha başka şeyleri de hatırlattı. Nitekim bu seferki İngiliz Lloyd George değil, önemli bir görev yükümlenmiş olan bir İngiliz amiraliydi ve bu asker, bir ayaktan yoksun olduğu için cenaze kortejine yürüyerek katılamıyordu. Türk Ocağı binasının, Ata’nın geçici kabri olarak kullanılacak olan Etnografya Müzesi’nin yan cephesine bakan balkonunda Amiral Bird’ün, Ata’nın aziz naaşı önünden top arabasıyla geçerken verdiği İngiliz usulü selamı arkadaki salondan gördüğüm zaman, bütün gayretime rağmen göz yaşlarımı tutamamıştım! Ata’mızın naaşını taşıyan top arabasının sağında ve solunda tek sıra olarak yer alıp cenaze marşı çalacak olan bando görevi ise, bu kez çok enteresan bir tesadüf olarak İngiliz bandosuna düşmüştü; ve bando, Beethoven’in (1808’de yazdığı) Kahramanlık Senfonisi’nin 2. Bölümünü oluşturan o ünlü Matem Marşı’nı tertemiz bir entonasyonla çalıyordu. Bu eseri Beethoven, Napoleon Bonapart’ın anısına ithaf etmişti. Ne var ki günün birinde kendini Fransa İmparatoru ilan ederek, imparatorluk tacını törende kendi eliyle başına koyan Napoleon’un yarattığı hayal kırıklığı Beethoven’i son derece üzmüş, bu kez büyük sanatçı, eserini, günün birinde insanlığı her türlü baskıdan kurtaracak olan meçhul bir kahramanın anısına ithaf ederek, eserin en başındaki Napoleon’a ithaf satırını silmişti.


            Şimdi düşünüyorum da Beethoven, Kahramanlık Senfonisi’nin, Napoleon’a ithaf edildiği tarihten 130 yıl sonra, Atatürk gibi eşsiz bir kahramanın cenaze töreninde çalınacağını ve Ata’nın bu muhteşem müzikle sonsuzluğa uğurlanacağını bilebilseydi, Napoleon’a haklı olarak duyduğu hiddeti unutacak ve eserinin geç de olsa gerçek kahramanı bulabilmiş olması, onu muhakkak ki gönülden mutlu kılacaktı.

(Gayrettepe, 12 Ağustos 1990)