Cevad Memduh ALTAR
(T.C. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi, ERDEM, Cilt: I, Mayıs 1985, Sayı:2, Ayrıbasım – Offprint, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1985)
“Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini,
Türk Cumhuriyetinin temel direÄŸi olarak temin edeceÄŸiz!”
Gazi Mustafa Kemal (1932)
           KiÅŸiye ve topluma çaÄŸdaÅŸlaÅŸma doÄŸrultusunda yön veren Gelenek-Kültür Dinamizmi’ne tümüyle karşıt bir Gelenek-Kültür Statizmi’nin etkinliÄŸini yer yer sürdürmekte olduÄŸu inkâr edilemez bir gerçektir. Onun için böylesine bir gerçeÄŸin sonucu olan Kültür-İkiliÄŸi’ni, yazımın en başında ele alarak, konuya doÄŸrudan eÄŸilmek istiyorum.
           Şunu kesinlikle bilmek gerekir ki, “akılsal” ve “ruhsal” evrimi karmaşık çıkmaza sürükleyen, iç dünyamıza yönelik tüm ikilikler, kiÅŸi ve toplum için olaÄŸanüstü önem taşıyan Gelenek-Kültür Yenilenmeleri’nin oluÅŸumunu aksatmakta ve bu tür çabaların ne de olsa yavaÅŸlamasına sebep olmaktadır. Gelenek ve Kültür’de statizm [duraÄŸanlık], insanoÄŸlunun akıl ve ruh gücünde, ya da bu iki faktörün ortak bileÅŸiminde, zamanla oluÅŸan kanı ya da inanç türünden kurallaÅŸmış faktörlerin, büyük düşünürümüz Ziya Gökalp’e (1875-1924) göre “oturdukları yerlerde oturdukları gibi kalabilmelerini” daha da pekleÅŸtirip denkleÅŸtirebilmenin gayretidir; ve bu tür davranışlarla kiÅŸiye ve topluma, geçmiÅŸten günümüze, hattâ geleceÄŸe yönelik geliÅŸim gerçeÄŸini unutturmaya özen gösterilmiÅŸ, böylesine tehlikeli bir politikada oldukça baÅŸarı da elde edilmiÅŸtir
           Burada konumuzla ilgili “dinamizm” teriminin, yani Atatürk-Dinamizmi’ni eksiksiz kanıtlayabilecek güçteki yorumun, çok daha farklı bir anlama sahip olması gerekmektedir; şöyle ki: Atatürk-Dinamizmi, insanın ve insanlığın evrim çabasını, doÄŸanın sürekli bir ilerleyiÅŸ sürecinde tutma prensibini, akıl ile ruhun ortak bileÅŸiminde, durup dinlenmek bilmeyen atılımlara dönüştürebilmenin görüntüsü, hattâ bu tür atılımları -doÄŸaya yardımcı olma yolunda- daha da güçlendirebilmenin pragmatik felsefesidir.
           KiÅŸinin ve toplumun geliÅŸim çabasına tümüyle ters düşen Statizm ise, yüzyıllar boyu deÄŸiÅŸmezlik niteliÄŸiyle kurallaşıp kalmış olan gelenek ve kültürleri, “Ulusal-ÇaÄŸdaÅŸ” planda yenileyip tazeleme ihtiyacından kesinlikle yoksun bir anlayışa tutsak düşmenin baÄŸnazlığıdır.
           Yukarıdaki Atatürk-Dinamizmi ile ilgili araÅŸtırmanın pratikteki yankılarını izleyebilmek için, ÅŸimdi de Ata’ya özgü dinamik hamlelerin, Türkiye Cumhuriyeti kurulur kurulmaz (1923), Türk ulusunun kurallaÅŸmış statizmden bir an önce sıyrılıp çıkabilmesi yolunda öngördüğü belli baÅŸlı ilkeleri gözden geçirelim: (1)
           Gazi Mustafa Kemal, daha 1923 yılında, bilimde ve kültürde bir an önce kalkınabilmenin temel ilkelerini şu sözleriyle Büyük Millet Meclisine, dolayısıyla Türk ulusuna duyurmuştu:
           “Pratik ve geniÅŸ kapsamlı bir eÄŸitim için, vatan sınırları içindeki önemli merkezlerde, çaÄŸdaÅŸ kitaplıkların, bitki bahçeleri ile hayvanat bahçelerinin, konservatuvarların, enstitülerin, müzeler ile güzel sanat sergilerinin kurulması gerekli olduÄŸu gibi, özellikle bugünkü mülki kuruluÅŸu göz önüne alarak, ilçe merkezlerine kadar tüm memleketin basımevleriyle donatılması gerekmektedir.”
           Gazi Mustafa Kemal’in, ulusal gelenek ve kültürümüzün, özellikle müziÄŸimiz ile edebiyatımızın ve güzel sanatlarımızın çaÄŸdaÅŸlaÅŸma yolunda yenilenip tazelenmesini de mümkün kılacak idealin, KurtuluÅŸ Savaşının eÅŸsiz menkıbeleriyle ortak bir senteze dönüşerek adeta müzikleÅŸmesini özlemle bekleyiÅŸi de apayrı bir incelik ve zarafet örneÄŸidir; ve Ulu Önder bu çok yüce görüşü şöylesine dile getirmiÅŸtir:
           “Her ânı vatan için, torunlarımız ve gelecek kuÅŸaklar için ÅŸerefli olaylarla dolu, büyük kahramanlık menkıbesi olan Anadolu savaÅŸlarının heyecan veren ayrıntılarını tarihin diline bırakıyorum.
“Fakat efendiler! Millet, milletin ruh sanatı, musikisi, edebiyatı ve bütün güzel sanatları, bu kutsî kavganın ilahî naÄŸmelerini, sonsuz bir vatan aÅŸkının coÅŸkunluÄŸu içinde daima güzel seslerle dile getirmelidir.”
           Ulu Önder Atatürk, ulusal kültürümüzün, günün gereklerine uygun olarak gelişimini sağlama yolunda, Cumhuriyetin kuruluşunun bir yıl öncesinde (1922) bile, bu olağanüstü önem taşıyan konuya tüm gücüyle değinmiş ve şöyle demişti:
           “Efendiler! Buraya kadar anlatmış olduÄŸum ÅŸeyler, milletin maddi güçlerini geliÅŸtirip, yüceltme tedbirleridir. Halbuki insanlar yalnız maddi deÄŸil, özellikle bu maddi güçlerde yer alan manevi güçlerin etkisi altında çalışmalarını sürdürebilirler. Milletler de böyledir. Manevi güçler ise, özellikle bilim ve inançla yücelme yolunda geliÅŸebilir. O halde, yönetimin en verimli, ve en önemli görevi, eÄŸitim iÅŸleridir. Bu iÅŸte baÅŸarı elde edebilmek için, öyle bir program uygulamak zorundayız ki, o program, milletimizin bugünkü haline, toplumsal ve hayati önem taşıyan ihtiyacına, çevre koÅŸullarına ve yüzyılın gereklerine tamamen orantılı ve bu gereklere uygun olsun… Milletimizin dehada geliÅŸimi ve böylesine bir çaba ile layık olduÄŸu uygarlık düzeyine eriÅŸmesi, tabiatiyle yüksek meslek erbabını yetiÅŸtirmekle ve ulusal kültürümüzü yüceltmekle mümkündür.”
           1923 yılının Türkiye Büyük Millet Meclisini açış nutuklarında: “Millî kültürün, her alanda yükselmesini, Türkiye Cumhuriyetinin temel direÄŸi olarak temin edeceÄŸiz” diyen Atatürk, 29 Ekim 1933 tarihindeki 10. yıl nutuklarında da gene millî kültürümüz için ÅŸu olaÄŸanüstü ideali dile getirmiÅŸtir:
           “Åžunu da önemle belirtmeliyim ki, yüksek bir toplum olan Türk milletinin tarihî bir niteliÄŸi de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, doÄŸuÅŸtan zekâsını, ilme baÄŸlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu, sürekli olarak ve her türlü araç ve önlemlerle besleyerek geliÅŸtirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraÅŸan bu ülkü onu, bütün insanlığa gerçek huzurun saÄŸlanması yolunda kendine düşen medeni görevi yapmakta baÅŸarılı kılacaktır.”
           Ata, güzel sanatlarımız ve özellikle uluslararası nitelikteki çaÄŸdaÅŸ bilim ve tekniÄŸi deÄŸerlendirerek meydana getirilmesi zorunlu olan, çoksesli Türk sanat-müziÄŸi hakkındaki temel prensibi, Türkiye Büyük Millet Meclisini 1934 yılındaki açıl nutuklarında gereÄŸi gibi ortaya koymuÅŸ ve Ata’nın bu olaÄŸanüstü yorumu, kültür tarihimizde ÅŸu sözleriyle yerini almıştır:
           “ArkadaÅŸlar, güzel sanatların hepsinde ulus gençliÄŸinin ne türlü ilerletilmesini istediÄŸinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak bunda en çabuk, en önce götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni deÄŸiÅŸikliÄŸinde ölçü, musikide deÄŸiÅŸikliÄŸi alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bu gün dinletmeÄŸe yeltenilen musiki yüz aÄŸartacak deÄŸerde olmaktan uzaktır; bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyiÅŸleri, söyleyiÅŸleri toplamak, onları bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre iÅŸlemek gerekir. Ancak bu düzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir.”
           Ata’mızın bu isabetli görüşlerinde, ulusal kültürümüz ile güzel sanatlarımızın ve özellikle çoksesli müziÄŸimizin, yaÅŸanılan çağın bilimsel, teknik ve estetik gerçeklerine her bakımdan uyacak nitelikte yenilenip tazelenmesini mümkün kılacak atılımların neler olmasını belirten ilkeler yer almaktadır. Bu ilkelerden tümüyle yoksun, alelâde esinleniÅŸlerin etkisiyle meydana getirilmiÅŸ müziklerin, uluslararası kültür karşılaÅŸmalarında, layık olduÄŸumuz yeri en azından eÅŸit hak ve düzeyde alabilmemize imkân vermesi nasıl mümkün olur? Kaldı ki çoksesli çaÄŸdaÅŸ Türk sanat-müziÄŸinin gerektirdiÄŸi evrensellik, ancak çaÄŸdaÅŸ bilimin uluslararası nitelikteki ortak tekniÄŸinden elde edilecek esinleniÅŸlerle oluÅŸturulabilecek yeni bir tekniÄŸi ve böylesine bir tekniÄŸin uygulanabilmesine yardımcı olacak uluslararası nitelikteki müzik aletlerini gereÄŸi gibi kullanabilmekle saÄŸlanmaktadır. Nitekim sadece bu yoldan elde edilebilen çoksesli Türk sanat-müziÄŸinin, yabancı ülkelerin sanatçıları tarafından da aynı zevk, anlayış ve icra gücü ile uygulanabilmeleri, bu tür eserlerin uluslararası planda da ulusal özellikleriyle anlaşılmalarını mümkün kılmaktadır; ve bu olaÄŸanüstü sonuç, ulusal müziÄŸimizin geniÅŸ boyutlarla evrenselleÅŸmesine de imkân saÄŸlamaktadır. Ama iÅŸ bununla de bitmemektedir: ve ancak bu yoldan elde edilebilen üstün içerikli eserlerdeki simgesel anlatıma gereÄŸince yaklaÅŸabilecek aydın baÅŸların da var olması ve müziÄŸin evrimsel çabasına yardımcı olması gerekmektedir. İşte bu noktada, İran’ın ünlü ÅŸairi Åžirazlı Sadi’yi (1184-1291) hatırlamamak mümkün mü? Sadi’ye, musiki sanatı hakkında ne düşündüğünü sormuÅŸlar, o da: “Bana musikinin ne olduÄŸunu mu soruyorsunuz? Dinleyeni gösterin de size musikinin ne olduÄŸunu söyleyeyim!” demiÅŸti!
           Hiç şüphe yok ki, Atatürk’ü Cumhuriyet rejimine giriÅŸimizin hemen baÅŸlarında tedirgin eden, yani kendi deyiÅŸleriyle “dinletilmeÄŸe yeltenilen” müzik, ne yazık ki, bugün de olduÄŸu gibi, o tarihlerde de geniÅŸ halk kitlelerimizin güncel yaÅŸamlarında sık sık karşılaÅŸtıkları yozlaÅŸmış piyasa musikisi idi. Bu tür müziklerle yalnız bizde deÄŸil, şüphesiz dünyanın her yerinde karşılaÅŸmak mümkündür. Ne var ki, o memleketlerin çoÄŸunda, halka yayın yapmakla görevli resmî kurumlar -bizdeki uygulamanın tamamen aksine olarak- kötü müziklerin oluÅŸturacağı moral çöküntüyü önleyici müzik programlarına yayınlarında yer vermekte, hele seviyesiz müziklerle icracılarını göklere çıkarak yersiz övgülerden gerçek sanat sevgisiyle uzak kalmaktadırlar!
           Ulu Önder Atatürk, hiçbir deÄŸeri olmayan müziklerin, doÄŸuÅŸtan sanatsever halkımızın moralinde yapacağı çöküntüyü çok iyi biliyordu; ve Ata’nın yukarıda yer yer geçen deyiÅŸleri, Ulu Önder’imizin gerçek sanatla ilgili görüş ve anlayışını olduÄŸu gibi ortaya koyacak niteliktedir.
           Ata, eski üstatların eserlerindeki üstün deÄŸeri çok iyi biliyordu; ve Abdülkadir Meragî (1360-1435), Hafız Post (1630-1694), Itrî (1640-1712), Tab’î Mustafa (1700-1786), İsmail Dede (1778-1846) ve Zekâi Dede (1825-1897) gibi, yaÅŸadıkları çağın, uzak yakın hiçbir İslam diyarında eÅŸlerine rastlanmayacak güçte eser vermiÅŸ olan bestecilerimize saygılı idi. Ama Ata’yı en yakından ilgilendiren müzik, Anadolu ve Rumeli halk türküleri idi. Ata, günün birinde doÄŸacağına kesinlikle inandığı çoksesli çaÄŸdaÅŸ Türk sanat-müziÄŸini yaratma yolundaki esinleniÅŸlere, ön planda halk türkülerimiz ile monodik-modal [teksesli-makamsal] türde bestelenmiÅŸ klasik musikimizin kaynak olacağına kesinlikle inanıyordu. Özellikle 1927 yılında, Çankaya’daki köşk ile Marmara köşkündeki çaylarda ve yemeklerde, Ata’nın bu çok nazik konudaki görüşünü yakından izlemek mümkündü.
           Ata’mızın, Batının belli baÅŸlı müzik akademilerinden mezun olmuÅŸ ve çaÄŸdaÅŸ bilimin uluslararası nitelikteki ortak tekniÄŸinden esinlenerek oluÅŸturdukları tekniklerle çoksesli eserler yazmış olan öncü bestecilerimizin (Cemal ReÅŸit Rey, Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun ve Nezil Kâzım Akses) bazı eserlerini dinleyerek, büyük bir inançla serptiÄŸi tohumların ürün vermeye baÅŸladıklarını kısmen olsun görebilmiÅŸ olması ne kadar sevinilecek bir olaydır.
           Buraya kadar, Ata’nın Gelenek-Kültür Dinamizmi’nin geliÅŸimine katkısını kanıtlayan ve kendi nutuklarından alınmış olan metinler yer yer gözden geçirilmiÅŸ oldu. AÅŸağıda da Ulu Önder’in, ulusal-çaÄŸdaÅŸ Türk sanat-müziÄŸi ile ilgili olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi açış nutuklarında, ya da deÄŸiÅŸik vesilelerle açıklamış odluları ilkeler, tek özete dönüştürülerek verilmiÅŸtir ki bu özet, Ata’nın müzik sanatının yenilenip çaÄŸdaÅŸlaÅŸmasıyla ilgili olan kanılarının kilit taşı olmasının önemini taşımaktadır. Ata kısaca şöyle demektedir:
           “Güzel sanatların hepsinde ulus gençliÄŸinin ne türlü ilerlemesini istediÄŸinizi biliyorum. Bu yapılmaktadır. Ancak bunda da en ileri götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Musiki hayatın neÅŸ’esi, ruhu, sevinci ve her ÅŸeyidir. Yalnız musikinin türü göz önüne alınmaÄŸa deÄŸer niteliktedir. Hayat musikidir. Bizim gerçek musikimiz, Anadolu halkından iÅŸitilebilir. Bir ulusun yeni deÄŸiÅŸikliÄŸinde ölçü, musikide deÄŸiÅŸikliÄŸi alabilmesi, kavrayabilmesidir. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyiÅŸleri, söyleyiÅŸleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre iÅŸlemek gerekir. Ancak bu güzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir. Bu bir inkılap hareketidir!”
           Yukarıdaki özetin dikkatle incelenmesinden de anlaşılacağı gibi, musikiyi hayatın neÅŸ’esi, ruhu, sevinci ve her ÅŸeyi olarak niteleyen Atatürk, musikimizdeki monodik-modal akışın yerini, ancak çoksesli tekniÄŸin oluÅŸturacağı anlatım kontrastlarıyla dolup taÅŸan bir müziÄŸin almasını zorunlu görmektedir; ve hayatın kendisi, yani müzikleÅŸmesi demek olan akılsal ve ruhsal gel-gitlerin ortak bileÅŸimiyle oluÅŸması gereken çoksesli ulusal Türk sanat-müziÄŸinin özlemini çekmektedir. Dünyanın her yerinde, özellikle komÅŸularımız Balkan ülkelerinde, müzikte çaÄŸdaÅŸlaÅŸma hep bu yoldan elde edilmiÅŸtir. Ata’mızın da böylesine bir ilerlemede meydana gelen gecikmeyi önlemenin tedbirine, saÄŸlam ve isabetli ilkelerle baÅŸvurmuÅŸ olması kadar tabii bir inisiyatif düşünülemez. Ata’nın, çoksesliliÄŸe ulaÅŸma yolunda bir an önce elde edilmesini zorunlu gördüğü böylesine bir yenilenme, özellikle senfoni, konçerto, oda müziÄŸi, her çeÅŸit koro ve opera türünden büyük form ve çaptaki eserlere zengin ve çok yönlü bir güç kazandırmakta, anlatıma egemen olan gölge-ışık kontrastlarındaki simgesel espri ise, çoksesli dokunun alabildiÄŸine etkin ve renkli bir yorum gücü elde edebilmesinde de ileri derecede baÅŸarılı olmaktadır. Halbuki bu tür uygulamalarda anlatıma egemen olan akılsal ve ruhsal iniÅŸ çıkışları müziÄŸin dilinde de anlamlaÅŸtırabilme ilkesi, -her bakımdan ileri düzeye ulaÅŸmış toplumların müziklerinde olduÄŸu gibi- bizde de olaÄŸanüstü bir yaratış düzeninin oluÅŸumuna imkân saÄŸlamaktadır; ve bu tür yaratışlardaki simgesel anlatıma adeta gözle görünürcesine boyutlar kazandıran çokseslilik tekniÄŸinin, teksesli sisteme özgü perdelerin tam olarak kullanılmamalarının sebep olacağı boÅŸluÄŸu, öncü bestecilerimiz ile onları izleyen genç kuÅŸak besteciler, bir baÅŸka yoldan, yani çoksesliliÄŸin getirdiÄŸi anlatım gücü ile doldurmuÅŸlardır.
           Teksesli klasik musikimizin büyük bilgini rahmetli Rauf Yekta bey de (1871-1935), Fransa’da Encyclopédie de la Musique et Dictionnaire du Conservatoire’da yayınlamış olduÄŸu (1922) Türk musikisi ile ilgili yazısında, musikimizin çoksesliliÄŸe dönüşmesi konusuna da eÄŸilmiÅŸ ve bu alanda yaptığı deneylerde, 12 perdeye böldüğü kendine özgü bir dizi sistemini kullanmış olduÄŸunu açıklamıştır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Rauf Yekta bey gibi ünlü bir musiki bilginimiz de, ulusal müziÄŸimizin çoksesliliÄŸe dönüşmesinin artık zorunlu olduÄŸu tezini, daha o tarihlerde ele almış görünmektedir.
           Türk müziÄŸinin, çaÄŸdaÅŸ bilimin uluslararası nitelikteki ortak tekniÄŸini ancak çok iyi bilmekle oluÅŸturulabilecek, bize uygun bir çokseslilik sistemiyle geliÅŸtirilmesi zorunludur; ve bu yoldan elde edilecek büyük form ve boyuttaki eserlerin meydana getireceÄŸi çaÄŸdaÅŸ nitelikteki anlatım esprisi, teksesli müziÄŸimizin, 24 eÅŸit olmayan çeyrek-ses dizisinde yer alan bazı seslerin kullanılmamalarının meydana getireceÄŸi kaybı, kesinlikle karşılayabilecek bir müzik üstünlüğünün elde edilmesine imkân saÄŸlamış olacaktır; ve bu iÅŸte, az deÄŸil çok, hem de pek çok gecikilmiÅŸ olduÄŸu da apaçık ortadadır. Ne var ki Cumhuriyetin kuruluÅŸundan bu yana geçen 50 yıl içinde yüksek öğrenimlerini yurt içinde ve dışında tamamlayarak yetiÅŸmiÅŸ olan öncü bestecilerimiz ile genç kuÅŸak bestecileri, Türk çoksesliliÄŸini ulusal-çaÄŸdaÅŸ karakterde oluÅŸturan eserler vermekle, Gelenek-Kültür Dinamizmi’ne yönelik görevi gereÄŸi gibi yerine getirmiÅŸler, ve Atatürk’ün açtığı yolda, yeni ve taze eserlerle her bakımdan ilerlemiÅŸ olduklarını, yurt içinde ve dışında baÅŸarıyla kanıtlamışlardır. Bu yolda yapılan uygulamaların, henüz bireysel düzeyde geliÅŸmekte olmalarına karşılık, sıkı çalışmalarla elde edilen sonuçların, yakın gelecekte -Batıda olduÄŸu gibi- bizde de bilimsel bir sistem ve metodun oluÅŸumuna imkân saÄŸlayacağı kesindir!
           Müzik sanatı ile meslek yönünden hiçbir iliÅŸkisi olmayan dünya büyüklerinden bazıları, bu oldukça karmaşık konuda saÄŸlam yorum ve yargı oluÅŸturmada olaÄŸanüstü baÅŸarılı olmuÅŸlardır. ÖrneÄŸin, meslekten büyük bir asker ve eÅŸsiz bir devlet adamı olan Atatürk de, karşılaÅŸtığı müziklerin gerçek deÄŸerini teÅŸhiste hiç yanılmamış ve konuÅŸmalarının birinde, yukarıdaki da deÄŸinilmiÅŸ olduÄŸu gibi, şöyle demiÅŸtir: “Yalnız musikinin türü, göz önüne alınmaÄŸa deÄŸer niteliktedir!”.
           Millî musiki türlerimiz ile Batının müzik türlerini, estetik üstünlükleri bakımından çok iyi bildiğine tanık olduğumuz Ata, hele halk türkülerimizi dinlerken son derece duygulanır ve tenor bir tınıyı yansıtan sesiyle, okuyanlara uzaktan hafifçe katılmaktan zevk alırdı. Ata, yetişmekte olan genç kuşaklar için ne tür bir müziğin oluşturulması gerekeceği sorununa isabetle yön veren hareketlere, daha 1923/24 yıllarında el koymakta haklıydı; ve bir an önce gerçekleşmesi gereken yeni müziğin, çağdaş hayatı her yönüyle dile getirebilecek çoksesli bir müzik olmasına kesinlikle inanmıştı.
           Bu konuda ünlü Hint ÅŸairi Rabindranath Tagore’un (1861-1941) görüşü de büyük önem taşımaktadır. Ata’nın yukarıda açıklanan kanısına tümüyle paralel bir görüşe sahip olan bu ünlü ÅŸair de, yaÅŸadığı ülkenin teksesli musikisini yakından tanıyor, çok seviyor, sadece lirik ve alabildiÄŸine ÅŸiirsel bir duyguyu yansıtan Hint musikisini Batı müziÄŸi ile kıyaslarken, yorumlarına oldukça isabetli bir anlam kazandırmakta baÅŸarılı oluyordu.
           Atatürk’ün “yalnız, musikinin türü göz önüne alınmaÄŸa deÄŸer!” ilkesinden güç alan sanat anlayışı ile, Tagore’un, Uzak DoÄŸunun ve Batının müzik türleri üzerindeki görüşünü yan yana gözden geçirmenin oluÅŸturacağı gerçek, zamanla kurallaÅŸmış sanatların uluslararası nitelikteki çaÄŸdaÅŸlaÅŸma düzeyine isabetle eriÅŸebilmelerini mümkün kılacak inisiyatiflerin zorunluluÄŸunu tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. Nitekim Ata, yukarıda da deÄŸindiÄŸimiz ulusal-çaÄŸdaÅŸ bir müzik hakkındaki görüşünde şöyle demektedir:”Musiki hayatın neÅŸ’esi, ruhu, sevinci ve her ÅŸeyidir. Hayat musikidir. Bir ulusun yeni deÄŸiÅŸikliÄŸinde ölçü, musikide deÄŸiÅŸikliÄŸi alabilmesi, kavrayabilmesidir. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyiÅŸleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre iÅŸlemek gerekir!”.
           Buna karşılık Tagore da Uzak Doğu ile Batı müziklerini kıyaslarken, Batı müziği için şöyle demektedir:
           “Böylece açıklamak istediÄŸim etki, zengin bir görünüş, hayat denizinin sonsuz gölge ışık görüntüleri arasında bitmez tükenmez bir hareketle inip çıkan dalgaların görünüşü – Bütün bunların yanında, karşıt bir görünüş de var: dümdüz bir evrenin, sakin ve masmavi bir göğün görünüşü, uzak ufuklarda, tüm sessizliÄŸiyle sonsuzluÄŸu hatırlatan bir halin görünüşü… BaÅŸkaları ne derse desin, maksadımı tam olarak açıklayamasam bile, tekrar söyleyeceÄŸim ÅŸey ÅŸudur: Ne zaman Batı müziÄŸinin etkisi altında kalsam, kendi kendime hep şöyle derim: Bu, romantik bir müzik, bu sanatta ölümlü hayatın kendisi musiki olmuÅŸ.
“Hint musikisinde de bu özellikleri anlatma yolunda bazı deneyler yapılmış olup olmaması bir yana, bu müziÄŸin yapısında söz konusu özelliklere daha az rastlanmakta ve aslında bu türlü unsurlar bulunmamaktadır. Bizim naÄŸmelerimiz, yıldızlı gecelere ve seherin ilk ışığına bir ses katar, bulutların koyu gölgesine gizlenen, gökleri karartan bir acıdan, ormanlara sızan baharın tam bir mest oluÅŸ içinde geçen o sessiz neÅŸ’esinden söz eder.”
           Yukarıda Tagore’un her iki dünya arasındaki müzik farklılıkları açısından oluÅŸturduÄŸu yorum ile Atatürk’ün çoksesli çaÄŸdaÅŸ bir müziÄŸin ne gibi anlatım unsurlarını içermesi gerekeceÄŸi hakkındaki düşünceleri arasında hemen hemen hiçbir ayrılık görülmemektedir. O halde böylesine bir yaklaşım içinde Ata’mız, ulusal sanatlarımızı ve özellikle müziÄŸimizi uluslararası nitelikteki evrenselliÄŸe bir an önce eriÅŸtirme çabasına yön veren olaÄŸanüstü bir devrimcidir; Rabindranath Tagore ise, gerçeÄŸi olduÄŸu gibi anlatmaya içtenlikle özen gösteren, duygulu bir müzik dostudur.
           Atatürk’ün, Gelenek-Kültür Dinamizmi’ne katkısını, çaÄŸdaÅŸ bilim ve felsefenin ünlü kiÅŸilerinin görüş ve kanılarıyla kıyaslamaya geçmeden önce, biraz da Ata’ya özgü enerjik hamlelerin felsefesini dile getirmiÅŸ olan büyük düşünürümüz Ziya Gökalp’i incelemenin daha doÄŸru olacağı bir gerçektir. Hiç şüphe yok ki, Ata’nın müzikte yenilenme ilkesi de, Ziya Gökalp’in klasik-pozitivist temel üstünde oluÅŸturduÄŸu “gelenekte yenilenme” ilkesini, ideal-pozitivist, hattâ bir bakıma pragmatist açıdan kanıtlar niteliktedir.
           Ziya Gökalp, Ata’nın -yukarıda deÄŸinildiÄŸi gibi- “müzikte deÄŸiÅŸimin, bir ulusun tümüyle yeni deÄŸiÅŸikliÄŸine ölçü olacağı” prensibine paralel bir yorumu, kendine özgü yenilenme felsefesinde dile getirmiÅŸ ve Birinci Dünya Savaşındaki yenilgimizin acılı günlerinde ve Gazi Mustafa Kemal’in kurtuluÅŸ yolunda Samsun’a ayak basmasından bir yıl kadar önce (1918) şöyle demiÅŸtir:
           “Her biri bağımsız ve mutlak bir varlığa sahip olan kurallar (kaideler), oturdukları yerlerde oturdukları gibi kalırlar ve bir gelecek yaratamazlar. Gelenek (anane) ise, yaratma ve geliÅŸme demektir. Çünkü gelenek, çeÅŸitli anları birbirleriyle kaynaÅŸmış bir geçmiÅŸi, hareket ettiren bir güç gibi, arkadan ileri doÄŸru iten bir akıma sahiptir ki, sürekli olarak yeni geliÅŸimler ve eÄŸilimler doÄŸurur. Gelenek, tek başına doÄŸuran ve yaratan bir güç olmakla birlikte, kendisine aşılanan yabancı yeniliklerde, damarlarındaki hayat suyundan feyiz alarak canlanır ve bayağı taklitte olduÄŸu gibi çürüyüp düşmez.”(2)
           Ziya Gökalp’in yukarıda verilen yorumundaki “yabancı yenilikler” kavramının özü, Ata’nın her ÅŸeyden önce önem verdiÄŸi eÄŸitim öğretimin getireceÄŸi yeniliklerin kültüre ve sanata katkısı, sonra da uluslararası kültür ve sanat karşılaÅŸmalarında, dıştan içe yansıyabilecek deÄŸiÅŸik türlerden yararlı etkenler anlamına gelmektedir; ve sanat dünyamızda bu yoldan meydana gelmiÅŸ iki olaÄŸanüstü yenilenmenin ilki, 19. yüzyıl baÅŸlarında, tek boyutlu minyatür sanatının yerini almaya baÅŸlayan perspektifli yeni Türk resim sanatı, ikincisi ise teksesli klasik Türk musikisi ile memleket folklor müziÄŸinin doÄŸrudan ya da dolaylı etkisi altında, ya da büsbütün serbest esinleniÅŸlerle oluÅŸan çoksesli ulusal Türk sanat-müziÄŸidir.
           Şimdi de Atatürk’e özgü Gelenek-Kültür Dinamizmi ile Ziya Gökalp’in gelenek ve kültürde evrim felsefesi ve Batının bazı ünlü yazar ve düşünürlerinin dünya görüşleri arasındaki yaklaşım noktalarını saptamaya çalışalım ve önce ünlü tarihçi ve sanat bilgini Jacop Burckhardt’ı (1818-1897) ele alalım. Bu Alman kökenli İsviçreli bilgin, önce Alman Romantizminin, sonra da İtalyan Rönesansı’nın getirdiÄŸi klasik düşüncenin etkisi altında kalarak yorum ve yargılarına yön vermiÅŸ, olgunluk yıllarında ise, yaÅŸadığı çaÄŸa göre yepyeni bir dünyanın oluÅŸmak üzere olduÄŸu tezini savunmuÅŸ ve bu dikkate deÄŸer görüşte haklı olduÄŸu zamanla daha iyi anlaşılmıştır.
           Jacop Burckhardt, kültürde evrim konusuna deÄŸinirken eriÅŸtiÄŸi aÅŸamada, yalnızca Ziya Gökalp’e oldukça paralel bir konuyu savunmakla kalmamış, aynı zamanda Atatürk’e özgü evrim felsefesinin çaÄŸdaÅŸ kültürdeki yerini, Atatürk’ün anlayışını tümüyle kanıtlar nitelikte bir görüşe baÄŸlamakta da baÅŸarılı olmuÅŸtur. ÖrneÄŸin Burckhardt, kültürün evrimsel çabasını engelleyen baÅŸlıca faktörleri daha 1905 yılında yayımlamış olduÄŸu “Dünya Tarihi İle İlgili Yorumlar”(3) adlı kitabında tüm açıklığıyla ortaya koymuÅŸ, dolayısıyla kültürde ve sanatta laisizmin önemini kendine özgü yorumuyla dile getirerek, şöyle demiÅŸtir:
           “İnanç, zamanla geleneÄŸe dönüşerek, evrimsel geliÅŸim ve deÄŸiÅŸime baÄŸlılığı ne kadar güçlü olursa olsun, kültüre yardımcı olma gücünü yitirir ve geleneÄŸe tutsak düşer. İşte böylesine bir tehlike, özellikle din ve devlet iÅŸlerini birbirinden ayrı tutamayan yönetimlerde alabildiÄŸine büyük boyutlara ulaşır; din ile devletin ortak güç oluÅŸturdukları dönemler ise, kültürün zincire vurulduÄŸu dönemlerdir.”
           Ziya Gökalp ile Burckhardt’ın yukarıdaki yorumları dikkatle incelenince, “gelenek” teriminin her ikisinde de karşıt anlamlarda kullanılmış gibi görünmesi, çeliÅŸkiye benzer bir durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Oysa Ziya Gökalp’e göre, kaide (kural), Burckhardt yorumundaki “katılaÅŸmış geleneÄŸin” karşılığıdır. O halde Burckhardt’a göre ancak katılaşıp sertleÅŸmemesi gereken geleneklerin, Gökalp’e özgü gelenek anlayışını karşılaması gerekeceÄŸi tabiidir. Bu böyle olunca da, çağımızın her iki düşünürünün “katılaÅŸmış, oldukları yerlerde oldukları gibi kalan ve bir gelecek yaratamayan gelenekler”in, yani deÄŸiÅŸmezlik niteliÄŸini elde etmiÅŸ kaidelerin (kuralların) yorumunda eksiksiz birleÅŸmiÅŸ oldukları açıkça görülmektedir.
           ÇoÄŸunluÄŸun genellikle “bilgi birikimi” olarak nitelediÄŸi “kültür”, Ata’ya göre, sonu olmayan bir geliÅŸim çabası içinde etkinliÄŸini uluslararası planda da en azından eÅŸit hak ve düzeyde sürdürmeyi amaç bilen bir “düşün” (tefekkür) felsefesi ve ancak bu tür felsefeden güç alan düşünsel bir evrimin algılanışıdır. Burada kesin sonuç, statik deÄŸil, ancak dinamik bir eÄŸitim ve öğretimden beslenen atılımlarla elde edilmektedir; ve böylesine bir çaba, bir ulusun, zincirleme oluÅŸan kültür aÅŸamalarına eriÅŸebilmesine de imkân saÄŸlayan bir “düşün-uÄŸraÅŸ” sistemidir; bu tür bir “düşün-uÄŸraÅŸ” sistemi de , gelenek, kültür ve sanatta, çaÄŸdaÅŸ bilimin uluslararası nitelikteki ortak tekniÄŸine uygun düşen pratik oluÅŸumlara da ışık tutan bir “algılama felsefesi”dir.
           Atatürk’e özgü geliÅŸim çabasının çaÄŸdaÅŸ kültürdeki yerini yorumlamada, aynı duyguyu biraz deÄŸiÅŸik açıdan ele alan ünlü psikolog Wilhelm Wund (1832-1920) ise, kültürü şöyle yorumlamaktadır:“Kültürde eriÅŸmiÅŸlik, insanoÄŸlunun her ÅŸeyini olduÄŸu gibi, kanı ve yargı güçlerini de gereÄŸince iÅŸleyip geliÅŸtirme yolunda, önce kendini tanıması, kendine egemen olması, doÄŸayı tanıması ve daha ileri aÅŸamada, doÄŸayı insanlığa yararlı olma yolunda etkilemesiyle mümkündür.”
           Pozitivist-hümanizma’ya dayalı natüralist-monist bir düşünü ve dolayısıyla akılcı bir anlayışı benimseyen filozof Friedrich Jodl (1849-1914) ise, kültürün olaÄŸanüstü etkinliÄŸine olan inancını açıklarken şöyle demektedir: “Biz, insanları, bu güçlü harekete [kültüre] sevgi besleme yolunda eÄŸitmeliyiz; iÅŸte böylesine bir uÄŸraÅŸtır ki insanları duygulu bir toplum düzeyine, ilkel bir düşünden, sınırsız bir düşün gücüne ulaÅŸtırmıştır. Binlerce yıllık birikimin zenginliÄŸi, yalnız kültürle elde edilmiÅŸtir ve gene kültürle dünyamıza mal edilecektir. Biz o kültürün içinde yaÅŸayıp kaynaşıyoruz, onun dışında kalınca da bir hiç oluveriyoruz.”
           Friedlich Jodl, bu yorumunda, dinamik bir kültürün, bizleri duygulu bir toplum düzeyine, ilkel bir düşünden sınırsız bir düşün gücüne ulaÅŸtırmakta olduÄŸu gerçeÄŸine iÅŸaret etmektedir; böylece Jodl, gene de Atatürk’ün yukarıda yer yer deÄŸinilmiÅŸ olan düşüncelerinin özünde yatan gelenek ve kültürde dinamizm ilkesini savunmakta ve dolayısıyla insanoÄŸlunun kültürde yenilenme çabasını, aktif bir düşün gücü ile deÄŸerlendirmeye devamının zorunlu olduÄŸunu açıkça ortaya koymaktadır.
           Ata’ya göre, “bir ulusun yeni deÄŸiÅŸikliÄŸi”ne katkıda bulunacak temel ilke, yani ulusal müziÄŸin, teknikte ve formda olduÄŸu kadar, anlatım gücünde de geliÅŸip olgunlaÅŸmasını kesintisiz saÄŸlayacak tek faktör, çağın gereklerine uygun olarak yenilenmedir; yani ulusal-çaÄŸdaÅŸ yapıya her ÅŸeyden önce anlatımda ışık tutacak olan çoksesliliktir. Nitekim Ata, bu yoldan elde edilen çoksesli ulusal Türk sanat-müziÄŸine duyduÄŸu özlemi dile getirirken, ünlü filozof Friedrich Hegel’in (1770-1831) önemini her zaman koruyacak olan sanat anlayışını, ideal-pozitivist düşün açısından yenilercesine arınmış bir yargıya dönüşmüştür. Buna göre Ata’nın müzik sanatına yöneltmiÅŸ olduÄŸu bir yorumu, Hegel’in gene aynı konuda oluÅŸturduÄŸu bir yorumla birlikte incelemenin, konuya daha da görünür bir perspektif kazandıracağı muhakkaktır; ve Ata şöyle demektedir:
           “Bugünkü Türk kafası, musikiyi düşündüğü zaman, insanlara basit ve geçici heyecan verecek musikiyi aramıyor. Müzik dendiÄŸi zaman, yüksek duygularımızın, hayat ve hatıralarımızın ifadesini bulan bir musiki murad ediyoruz. Bugünkü Türkler, musikiden diÄŸer yüksek ve hassas cemiyetlerin beklediÄŸi hizmetleri bekliyor!”
           Hegel de Ata’nın bu inancına oldukça paralel bir anlamda oluÅŸturduÄŸu sanat felsefesini açıklarken, şöylesine önemli bir anlayış üstünde durmuÅŸtur:
           “Sanat, hayatın yorumu olduÄŸu kadar, tarihin açık felsefesidir de. Çünkü sanat, insan ruhunu en derinden titreten ÅŸeyin ne olduÄŸunun habercisidir; ve gerçeÄŸe eriÅŸme yolunda göze alınan savaÅŸlardan baÅŸarı ile çıkan, temiz ve yüce bir sevgiyi, ya da Tanrısal varlığı, saf bir deyiÅŸle dile getiren de sanattır!”
           Kültür tarihinde yukarıda açıklanan uyarıcı yargılar yer alırken, üstün bir sanatın, bu tür gerçeklerin gereği gibi bilincine varmakla elde edilebileceğine ve çoksesli Türk sanat-müziğinin, ulusal ve uluslararası kültür karşılaşmalarında layık olduğu yere, ancak çağdaş bilimin ortak teknik ve estetiğinden esinlenerek oluşacak yeni bir teknik ve estetikle erişebileceğinden şüphe etmek mümkün mü?
           Ulu Önder Atatürk, güzel sanatların, yaşanılan çağın anlamına her bakımdan uyum sağlaması gerçeğine ne derece gönülden bağlanmış olacak ki, özellikle ulusal-çağdaş bir müzik sanatında yenilenmenin, bir ulusun yenilenme çabasına ölçü olacağı ilkesi üstünde önemle durmuş, uygarlık tarihine şu eşsiz yargıyı armağan etmiştir:
           “Bir ulusun yeni deÄŸiÅŸikliÄŸinde ölçü, musikide deÄŸiÅŸikliÄŸi alabilmesi, kavrayabilmesidir!”
           Buraya kadar araÅŸtırılıp yorumlanmaya çalışılan Atatürk’e özgü Gelenek-Kültür Dinamizmi, gerek felsefesi, gerek bu felsefenin pratik uygulamalara yön vermede oluÅŸturduÄŸu aÅŸamalar, ne yazık ki, kültürde yetersizliÄŸin sonucu olan bazı yanlış teÅŸhislerin meydana gelmesine sebep olmaktadır. Şöyle ki, aslında doÄŸanın evrim yasasının ürünü olan ileriye yönelik hareketler, geçmiÅŸin inkârı ve özlü gelenek ve kültürümüzü hiçe saymaya yönelik tehlikeli uygulamalarmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Tümüyle yanlış olan bu tür görüşler, Atatürk’ün yön verdiÄŸi yenilenme hareketi içinde, çaÄŸdaÅŸlaÅŸmada öze dönüşün devrimi olan çabaları fark edememenin görüşüdür! Böylesine bir devrim, kültürde ileri düzeye ulaÅŸmış ülkelerde olduÄŸu gibi bizde de, geçmiÅŸi reddederek deÄŸil, ancak geçmiÅ