Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİMAKALELER

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

ATATÜRK VE MÜZİK SANATINDA REFORM

(Cevad Memduh ALTAR’ın Bilim ve Teknik dergisinin Aralık 1977 tarihli 121. Sayısında çıkan yazısı.)

            Atatürk’ün, ulusal kültürde devrim çabasını kanıtlayan son elli yılı birlikte yaşamış bir sanat yazarıyım. Onun içindir ki, bu elli yıllık öyküye emeği geçenler arasında yer alabilmiş olmanın mutluluğu içindeyim. Bu yazımda her şeyden önce Ata’nın kişiliğine değişik bir yoldan ulaşmak istiyorum; ve şu ibret verici tarihsel gerçeği gözlerinizin önüne sermekle söze başlıyorum:

            İstiklal Savaşı zaferle sonuçlanınca, İngiltere Lordlar Kamarası olağanüstü bir toplantı yapar; bu toplantıya bütün yabancı büyükelçiler de katılır. Kürsüye gelen İşçi Partisi Lideri Mac Donald, Başbakan Lloyd George’dan şu soruyu cevaplandırmasını ister:

            “Hükümete şunu sormak isterim: Hükümet, Anadolu’yu galip devletler arasında paylaşmak amacıyla, hazineden binlerce altın aldı. İstanbul ve Boğazlar Büyük Britanya’nın, İzmir Yunanlıların, Antalya ve yöresi İtalyanların, Adana ve yöresi de Fransızların olacaktı. Çok şükür ki bunların hiçbiri olmadı. Bu bölüşüm projesini, Mustafa Kemal’in süngüleri altüst etti. Bu konuyu hükümetin açıklamasını istiyorum.”

Bu soru karşısında büyük bir üzüntüyle kürsüye gelen Lloyd George, tam bir şaşkınlık içinde şu cevabı verir:

            “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda ancak bir dâhi yetiştirebiliyor. Şu talihsizliğe bakın ki, beklenen o dâhi bugün Türkiye’de doğmuştur. Elden ne gelir!”

İşte bu cevaba bütün İngiliz milleti baş eğdi, sonra da Lloyd George Başkanlıktan istifa etti.

            Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra Büyük Önder, önce insana yatırımın en başında gelen, akılda ve ruhta evrim ilkesine yöneldi ve insana özgü yaratma gücünün verimi olan Güzel Sanatların, bu arada özellikle Müziğin, çağdaş nitelikteki bir anlatım kapasitesine ulaşabilmesi çabasını ön plana alma gerçeğine inandı ve Cumhuriyetin kuruluşundan sonra öncelikle şu işlere el attı: İlk olarak Ankara’da bir Müzik Öğretmen Okulu kuruldu; kültürün tümüyle ilgili konuların zamanla oluşturulup geliştirilmesi çalışmalarına başlandı; İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, uzmanlarla güçlendirildi; Ulusal Resim ve Heykel Müzesi açıldı; Devlet Orkestrası geliştirildi; Ankara’da bir Devlet Konservatuvarı kuruldu; gerekli eğitim ve öğretim süreleri sonunda Devlet Tiyatrosu, Devlet Operası ve Devlet Balesi faaliyete geçirildi; etnik ve folklorik kaynaklardan gereğince yararlanılabilmesini sağlama yolunda, kurumlaşma prensibi öngörüldü ve önlemlere başvuruldu; yüksek yetenekli çocuklarımızın, güzel sanatların her kolunda yetiştirilebilmeleri için, yasal olanaklar sağlandı; akademik öğrenimlerini tamamlamış olan sanatçılarımız, yeni Türkiye’nin kültür elçileri olabilme yolunda harekete geçtiler ve daha nice olumlu sonuçların elde edilebilmesi olanakları üstünde önemle duruldu.

            Ata, önce (1934’te) şöyle demişti: “…Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir…”. Daha 1934 yılında, müzikte yenilenme zorunluluğu açısından bu değişmez prensibi inançla savunan Ata, yepyeni bir atılıma daha önderlik etmiş ve aynı yılın Ocak ayının 22’sinde, Millî Eğitim Bakanlığında, uzmanların katılmasıyla yapılan teknik bir toplantıda, butün 41. yılını da arkaya atmış olan Ankara Devlet Konservatuvarı ile ayrıca bir Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünün de kurulması düşüncesinde görüş birliğine varılmıştır. Bu toplantıya katılanlara zamanın Millî Eğitim Bakanının imzasıyla gönderilmiş olan çağrı mektubunda kısaca şöyle deniyordu: “…Ulu Reisicumhurumuzun işaretleri üzerine, yeni hız alan müzik devrimimizin temel davası, yurdumuzda ulusal müziğin kurulması ve ilerlemesidir. Bu büyük ülkeye varmak için tutulacak yollar, yapılacak şeyler vardır…”. İşte bu çağrıyla, önce Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kurulmuş, 1936 yılında da, hazırlıkları tamamlanan Ankara Devlet Konservatuvarı faaliyete geçirilmiştir. Nitekim bu ana sanat kurumuyla da zamanla yetinilememiş, geçen 40 yıl içinde İzmir’de ve İstanbul’da da birer Devlet Konservatuvarı kurulmuş, Devlet Tiyatroları değişik sahnelere sahip olmuş, İstanbul’da da birer Devlet Opera ve Balesi ile Devlet Tiyatrosu kurularak yıllardır çalışmalarını sürdürmüş ve Uluslararası İstanbul Festivali’ne katkıda bulunmuştur.

            Atatürk, yetenekli gençlerin son yıllarda karşılaştığımız kıvanç verici başarılarından yıllarca önce, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1936 yılı Beşinci Dönem toplantısının açılış nutkunda şöyle demişti: “…Güzel sanatlara da alâkanızı yeniden canlandırmak isterim. Ankara’da bir Konservatuvar ve bir Temsil Akademisi kurulmakta olmasını zikretmek, benim için bir hazdır. Güzel sanatların her şubesi için, Kamutayın göstereceği alâka ve emek, milletin insanî ve medenî hayatı ve çalışkanlık veriminin artması için çok tesirlidir”.

            1934 yılını izleyen yıllarda, güzel sanatlarımızın, çağdaş uygarlık düzeyine, özlü geleneklerimizden esinlenerek ulaşma çabası, daha da hızlanmıştı. Ne yazık ki, bütün bu başarıların öncülüğünü yapan genç kuşak sanatçılarımızın, içte ve dışta parlak zaferlere aday olduklarını kanıtladıkları yıllarda Ata, tohumlarını elleriyle attığı, bu insana yatırım çabasının mutlu ürünlerini göremeyecekti; çünkü başarı meyvelerinin derlenmeye başlanacağı döneme girmeden Ata’yı kaybetmiştik. Bu acı ölüm, her şeyden önce, yenilenmekte olan kültür geleneklerimiz için en büyük kayıptı; ama atılan tohumlar yeşermiş, yıllar boyunca özlenen meyveleri, 1940 yılından sonra derlenmeye başlanmıştı. Çağdaş bilimin uluslararası nitelikteki ortak tekniğinden güç alarak oluşup gelişen, yeni ve taze bir sanat kültürünün ilerleyişine, hiçbir engel düşünülemezdi ve bu tür engelleme önemlerinin bundan böyle de hiçbir etkisi olamayacaktır. Ancak gecikme ve geciktirilmeler olabilir, ama bütün bunlara sabırla, tahammülle, yani akılla karşı koymak gerekir ve er geç karşı konulacağına da kimsenin şüphe etmemesi, kutsal bir inanç olmanın niteliğini taşır.

            Dünyada insana, yani kültüre yatırım yapmış olan ülkelerin hepsinde, önce uluslararası sanat alanında yabancı kültürler arasındaki yerini eşit hak ve düzeyde almış bulunan yabancı sanat ve müzik eserlerini iyi tanıyıp gereğince tanıtmak ve bu tür eserleri eksiksiz uygulamakla işe başlanır. Uluslararası nitelikteki sanat alanına eşit düzeyde eser verebilmek ise, ancak çağdaş bilimin uluslararası değerdeki ortak tekniğinden yararlanarak yapılacak eğitim ve öğretimle mümkündür. Yani bu yoldan elde edilecek eserleri, kendimize olduğu kadar, uluslararası alana da mal edebilmemiz gerekmektedir. Bu böyle olursa, uluslararası değere ulaşmış çağdaş kültürüm var demektir. Bunun aksinden de, uluslararası nitelikteki kültür düzeyinde eşit hakla yer alamam, tanınamam anlamı ortaya çıkar. Çağdaş kültür dünyasındaki yerimi gereğince alabildiğim takdirde, Batı, hattâ tüm dünya beni, yani benim kültür geleneklerimden beslenen çağdaş yaratıcılığımı gereğince anlamakta gecikmeyecektir; yirminci yüzyıla yakışır kültürel varlığımı ister istemez benimseyecektir. İşte Ata’nın, ulusal ruh ve geleneklerimizden özünü alarak oluşturacağımız çağdaş kültürü elde edebilmemiz yolunda harcadığı insanüstü çabanın nedeni budur.

            Şimdi biraz da çağdaş kültür atılımlarımızın, içte ve dışta yarattığı verimli sonuçlara değinelim; 1939 yılında, yani Ata’nın ölümünden bir yıl sonra, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın üç yıllık öğrencileri, Türkiye’de ilk olarak Mozart’ın “Bastien ve Bastienne” adlı operasının (Singspiel) Ankara ve dolayısıyla Türkiye prömiyerini, güzel Türkçemizle ve üstün başarıyla gerçekleştirebildikleri için, zamanın ünlü yazarı rahmetli Halit Fahri Ozansoy, Son Posta gazetesindeki makalesinde şöyle diyordu: “…Türk zekâsının, ilim gibi, sanatın her dalında metodla çalışırsa, hep böyle başarılar yaratacağına şüphe yok. Buna o gece bir kere daha iman ettim”.

            Ankara Devlet Konservatuvarı öğrencileri, 1940 yılında, yani dört yıllık bir eğitim ve öğretimden sonra Türkiye’de ilk olarak ünlü İtalyan “verismo” türü bestecisi Puccini’nin “Madama Butterfly” operasının 2. perdesini başarıyla sahneye koymuştu. Bakınız bundan bir yıl sonra (Mayıs 1941’de) Puccini’nin, yine Devlet Konservatuvarı öğrencileri tarafından yalnız ikinci perdesi oynanmış olan “Tosca” operası için de yazar rahmetli Nahit Sırrı Örik şöyle demiştir: “…Geçen sene Devlet Konservatuvarı öğrencileri tarafından oynanan Madama Butterfly operasının ikinci perdesi bizleri Avrupa sahnelerine bile nasip olmayan bir hadise ile karşılaştırmıştı… Tosca’nın ikinci perdesini seyredenler, mukakkak ki, kurulması biraz geç kalmış olan Türk operasının artık sağlam temellere dayandığına inanarak salondan çıkmışlardır.” Aynı oyunları izlemiş olan zamanın ünlü yazarı Akagündüz de Ulus gazetesindeki makalesinde şöyle diyordu: “…Biz operayı, bir zümre için değil, bir millet için hazırlıyoruz…”.

            Aradan yıllar geçmiş, Ulusal Türk Operası repertuvarı, ulusal operamızın ilk örneklerini derleyebilme yeteneğini yavaş yavaş elde etmeye başlamıştı. Nitekim ilk olarak 1953 yılında, Devlet Operası sanatçıları, ünlü bestecimiz Ahmet Adnan Saygun’un, repertuvarın 1 numaralı eseri olan “Kerem” operasını, 22 Mart 1953 Pazar gecesi, büyük bir başarıyla sahneye konmuşlardır. Değerli müzikologumuz rahmetli Halil Bedii Yönetken, yurtta ilk olarak oluşan böylesine bir kültür olayı karşısında, Devlet Operası Dergisi’ne gönderdiği yazının sonunu şu kanı ile bağlamaktan kendini alamamıştır: “…Tam ve gerçek, dört başı mamur bir Türk operası temsili, Türk müzik tarihinde ancak “Kerem”in temsili ile mümkün olmuştur”. Ne var ki, Adnan Saygun, “Kerem”den de önce, gene ulu Ata’nın direktifleriyle küçük çapta iki opera yazmış, ama 1973 yılında tamamlayıp 1. Uluslararası İstanbul Festivali’nde, İstanbul Devlet Operası tarafından oynanmış bulunan “Köroğlu” operasıyla, ulusal opera repertuvarımızı ikinci büyük müzikli sahne eseriyle de zenginleştirmiştir.

            Kültür devrimlerimizin dış ülkelerdeki yankılarını belirtmek için de, kıvanç verici örnekler arasından birkaçını açıklamakla yetineceğim:

            Devlet Operası sanatçılarından ve başarılı virtüozlarımızdan bazıları, zamanla yurt dışına taşmayı başarmışlardır; Avrupa ve Amerika’nın belli başlı sahnelerinde alkışlanmışlar, yabancı basında göğüs kabartıcı eleştiriler almışlardır. Uluslararası operası literatürünün en önemli eserlerinden bazıları, üstün bir oyun yeteneği ile sahneye konmuştur. Bu tür eserlerin Ankara’daki ilk temsilleri, Atatürk Türkiyesi’nin, en büyük operaları bile oynayabilecek düzeye ulaşmış sanatçılara sahip olma yolunda geliştiğini uzak ülkelere kadar duyurmuştur. Şimdi bu gerçeğe çok önemli bir örnek verelim:

            Ünlü Çek bestecisi Bedrich Smetana’nın “Satılmış Nişanlı” operasının, İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru (1943’te) Ankara’da yapılan Türkiye prömiyeri, istilaya uğrayan, parçalanan, felaket içinde kıvranan Çekoslovakya’nın Londra’ya sığınan yöneticilerini ne derece etkilemiş olacak ki, sürgündeki Devlet Başkanı Dr. Beneş, Türkiye’ninMillî Eğitim Bakanına Londra’dan şu telgrafı çekmekten kendini alamamıştır: “Bu operanın, günün bilinen koşulları altında oynanmış olması, kanımca Türkiye’nin, tüm Çekoslovak ulusunun son derece takdirini gerektiren bir davranışıdır. Çekler, özellikle içinde bulundukları durumun nezaketi karşısında, böylesine bir hareket ve davranıştan ötürü, Türk milletine son derecede minnet ve şükran duyguları beslemektedir”.

            1958-1959 yılları konser sezonunda Ankara’ya davet edilen ünlü Alman orkestra yöneticisi Hans von Benda, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’yla yönettiği bir konserden sonra, zamanın Millî Eğitim Bakanına şöyle demiştir: “Türkiye bu çalışmalarıyla, büyük bir bunalım geçirmekte olan Batı uygarlığının savunulması sorumluluğunu da üzerine almış oluyor…”. Ne dikkate değer bir yorum! Türkiye, kırk yılda bir, tüm dünyayı kasıp kavuran bir savaşa katılmamayı nasılsa başarıyor da, kendi kültürel kaderini işleyebilme fırsatını elde edebiliyor; böylece görülmemiş bir bunalım içinde kıvranan Batı uygarlığının savunulması sorumluluğunu da üzerine almış oluyor, ya da üzerine almış bir ülke olarak tanımlanabiliyor! İşitilmemiş bir şey! İşte Atatürk devrimlerinin altın çağı! İşte Ata’nın, ulusal ruh ve yetenekleri çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırabilme çabasının, yabancı bir dille yorumu!

            Aradan henüz birkaç yıl daha geçmişti ki, günün birinde Devlet Operamız, uluslararası repertuvarın en üstün eserlerinden biri olan, büyük Alman bestecisi Richard Strauss’ın, Oskar Wilde’ın aynı adı taşıyan eserini işleyerek oluşturduğu “Salome” operasını sahneye koyabilecek düzeye gelmişti (1960). Richard Strauss 1949’da ölmüştü. Eserinin oynanmasından bir gün önce, oğlu Dr. Franz Strauss tarafından Devlet Operası Genel Müdürlüğüne gönderilen telgrafta aynen şöyle deniyordu: “…Türkiye, sahneye konması son derece güç olan bu eseri oynamakla, Batı kültüründeki gelişiminde yeni bir dönem açmış bulunuyor…”.

            Buraya kadar, Atatürk ile başlayan, çağdaş uygarlık düzeyine kültürde de ulaşabilme çabalarımızı ve bu arada çağdaş müzik devrimimizin oluşum ve gelişimi ile ilgili aşamaları, kademe kademe açıklayacak bir perspektifi gözlerinizin önüne sermeye çalıştım. Görülüyor ki, Ata’nın, çağdaş kültürümüzün doğuşuna beslediği inanç, her şeyden önce, yetenekli Türk gencinin başarı gücüne olan güvencinin ve müspet bilime beslediği sarsılmaz bağlılığın verimidir.

            Cumhuriyetin hemen başlarında (1923), müzik reformuna başlangıç olmak üzere davet edilmiş bulunan Avusturyalı büyük sanat adamı Joseph Marx, raporunun bir yerinde şöyle demişti: “…Türkiye…, ileri müzik sanatına önem veren bir ülke olarak, büyük rol oynamaya adaydır; Batı memleketlerinde okuyan Türk bestecileri, önemli eserler meydana getirmektedirler…”.

            İşte bu aşamalardan sonra geçen yıllar içinde, Ata’nın direktifleri altında gelişen hazırlıklar oldukça ilerlemiş ve her ülkede olduğu gibi bizde de bir Devlet Konservtuvarının kurulmasını gerçekleştirecek yolda esaslı adımlar atılmıştır; hattâ günün birinde, ünlü Alman bestecisi Paul Hindemith, sırf bu iş için Ankara’ya davet edilmiş, Ankara Devlet Konservatuvarı, Hindemith’in ve ünlü tiyatro ve opera uzmanı Carl Ebert’in uzunca yıllar süren çalışma ve gözetimi altında 1935-1936 yılında kurulabilmiştir.

            Paul Hindemith, Türkiye’de durumu iyice inceledikten sonra Bakanlığa sunmuş olduğu raporda şöyle diyordu: “…Bazı uluslara vergi olan müzik yeteneğinin, bu yolda uygulanması gereken değişmez ölçülere tamamen uyabilecek nitelikte olduğuna Türkiye’de şahit oldum. Türklerin müziğe olağanüstü oranda yetenekleri var, teknik başarının her türünü kolay benimseme bakımından sahip oldukları güç…, planlı bir reform uygulanması halinde, Türklerin az zamanda müzik alanında da yetkili bir ulus haline gelmesine olanak sağlayacaktır…”.

            Şimdi sizlere, Ata’nın ölümünü izleyen günlerde, üzüntü ile sarsılan yabancı birçok yazar arasından seçtiğim iki ünlü yazarın, büyük kurtarıcı, çoksesli çağdaş Türk sanat-müziğinin reformda önderi Ata’mız hakkındaki görüş ve kanılarını açıklamakla bu yazıma son vereceğim:

            Bakınız ünlü Belçikalı yazar Raymond Cartier, Ata’nın ölümü üzerine Le Nouveliste dergisinde yayımladığı makalede ne diyor: “…Devrin yüksek şahsiyetleri, kitaplarda, konferanslarda, Türkiye’nin asla değişmeyeceğini ilan etmişlerdi. Halbuki Türkiye ölmeden değişti, hem de kökünden ve baştan aşağı değişti… Bu nasıl oldu? Sadece oradan bir insan geçti. Orta boylu, herkes gibi yürüyen, bakışları ve gözlerinin ışığı müstesna bir adam… Onun adı Mustafa Kemal’dir…”.

            Atatürk ile görüşebilme olanağını zamanında elde etmiş olan ünlü Fransız yazarı George Benneb de Ata’nın ölümü günlerinde yayımladığı makalede, bu eşsiz insan hakkındaki düşüncesini şu satırlarla açıklamaktan kendini alamamıştır: “…Tarihte büyük bir diplomatın veya ünlü bir kumandanın hayatını okuduğumuz zaman, onun yüzünü, sözlerini, bakışlarını tahayyül etmekten zevk duyar ve kendi kendimize ‘Onu görsek, tanısak ne iyi olurdu’ deriz. Bugün Türkiye’nin mukadderatını idare eden büyük inkılâpçı Kemal Atatürk’ün heyecanlı hayatını yıllar geçtikten sonra hayranlıkla öğrendikleri zaman, hiç şüphesiz çocuklarımız da böyle düşüneceklerdir.

“Bize savaşlarından birini anlatıyordu. ‘Görüyorsunuz ya’ dedi, ‘birçok zaferler kazandım. Fakat bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duydum’.

“Cesaret ve zekâsından başka yüreği bu kadar alicenap olan böyle bir şefin yurdu için mucizeler yaratmış olmasına şaşılabilir mi?”

 

Cevad Memduh ALTAR
(Ankara, 1977)