Ulus
28 Mart 1946, Perşembe
Radyo Dergisi
1 Nisan 1946
Sayı: 52
Sanat âleminin büyük kaybı
Cevad Memduh Altar
Dün sabah ilk aldığımız haber bu oldu. Herkes gibi biz de bu habere önce inanamadık; telefonla sorup soruşturduktan sonra, haberin doğru çıkması hepimizi içten sarstı. Böylelikle yalnız bir dostu, bir sanat adamını değil, aynı zamanda tam 11 yıl bir arada geçen verimli bir kolaborasyonu da [işbirliğini de] tarihe devretmiş oluyorduk.
Dr. Ernst Praetorius, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefliğine bundan tam on bir yıl önce getirilmişti. Halbuki Millî Eğitim Bakanlığı 1934 yılında geniş ölçüde bir müzik reformuna başlamış bulunuyordu. 1935 yılında müzik işlerini organize etmek üzere tanınmış besteci Profesör Paul Hindemith’in angaje edilmiş olduğunu işittik. Gene aynı yıl içinde Millî Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Şube Müdürlüğüne tayın edildiğim vakit, Hindemith’i şahsen de tanımış, kurulması karar altına alınmış olan Devlet Konservatuvarı ile yeniden angaje edilmesi düşünülen Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasına Hindemith’in tavsiyesiyle angaje edilecek yabancı uzmanlara ait muamelelerle ilgilendirilmiştim.
Bu esnada orkestramız için de bir uzman şefin getirilmesi kararlaştırılmıştı. Kısa bir müddet Ankara’da kalmış olan Hindemith, angajman işlerini düzenlemek üzere Berlin’e döndükten sonra, Ağustos 1935 tarihli bir mektubunda şöyle diyordu: “…Dr. Praetorius’u elde etmeyi düşünüyorum. Bu zat Weimar’da on yıl genel müzik direktörü olarak çalıştıktan sonra, birçoklarının başından geçtiği gibi, 1933’te işinden çıkarılmıştır. Konser-tiyatro ve koro şefi olarak tanınmış olduktan maada, yorulmak bilmez bir insan ve bir orkestra mürebbisidir [eğitimcisidir]; mükemmel bir tahsil [öğrenim] görmüştür; 55 yaşındadır; bütün bunlara ilave olarak aydın bir insandır; kendisiyle herkesin anlaşıp geçineceği muhakkaktır. Klasik müziği olduğu kadar yeni müziği de idare etmesini bilir…”.
Bu mektuptan tam iki ay sonra Dr. Praetorius Ankara’da vazifeye başlamış bulunuyordu. Praetorius Ankara’ya ayak basar basmaz, doğru Cebeci’deki orkestraya gitmiş ve daha o gün (28.10.1935) şef değneğini eline alıp, orkestra ile yakından ilgilenmeye başlamıştı. Aradan bir hafta kadar zaman geçti, biz daha kendisini görmemiştik. Orkestra üyelerinin hepsi şeflerinden hudutsuz memnunluk göstermekte idiler. Derken merakımız zail oldu; Müzik Öğretmen Okulu Müdürü rahmetli Rauf Yener’in müdürlük evinde, onun şerefine verdiği bir akşam yemeğinde, Dr. Praetoius’u şahsen de tanımak fırsatını elde etmiş oldum.
20 Eylül 1880’de Berlin’de dünyaya gelmiş olan Praetorius, yüksek ihtisas tahsilini üniversite müzik doktorası da yapmak suretiyle neticelendirdikten sonra, yarım asra yaklaşan sanat hayatını daha çok orkestra şefliğine hasretmiş, vakit vakit idare ettiği opera temsillerinin ve orkestra konserlerinin gazete sütunlarına geçen tenkit yazılarıyla, az zamanda Orta Avrupa sanat dünyasında önemle tanınmıştır.
Dr. Praetorius’un Ankara’mızda geçen son 11 yıllık sanat hayatı bizi yalnız kudretli bir şefle değil, aynı zamanda ruhu tertemiz bir aile babası ile de karşılaştırmıştı. Çocuklarını yetiştirmiş ve meslek sahibi etmiş olan Praetorius, aile ve yuva sevgisini, aramızda bulunduğu müddetçe, ancak çok sevdiği orkestra üyelerine hasredebilmişti. Onu herkes, hepimiz bir hoca, bir baba gibi sevmiştik.
Dr. Praetorius orkestra sazlarından hemen hepsini çalmakta mahirdi. Konservatuvarımızda hocası olmayan herhangi bir sazın (yaylı veya nefesli) öğrencilerini hiç sormadan ona yükletmekte bizler ferahlık, o ise sevinç duyardı. Oda müziği provalarında kemanı da, viyolayı da çaldığını ve çeşitli ağız sazlarını tertemiz üfleyebildiğini gördüğüm zaman hayret etmiştim. Hele bazen piyanoya oturur, bir talebesine refakat eder, kabiliyetli sanat öğrencilerine maddi menfaat beklemeden ders vermekten zevk alırdı. Onun orkestra konser ve provalarına gelmediğini veya birkaç dakika gecikmeyle geldiğini gören yoktu desem hata etmemiş olurum. İşte Dr. Praetorius ancak bu yolda bir çalışma ile, az zamanda orkestranın bütün üyelerinin, talebelerinin kalbine yer etti. Diğer taraftan biricik orkestramızın sanat başarısı da, Dr. Praetorius’un canla başla çalışması sayesinde devamlı olarak yükseldi.
Bizler, ancak onun geleneğe dayanan şaşmaz idaresi ve orkestra üyelerimizin içten ve disiplinli çalışması sayesinde, bilhassa klasik repertuvarı zevkle dinleyebilme fırsatını elde etmiş olduk. Dr. Praetorius, Hindemith’in yukarıda bir fıkrası geçen mektubundaki görüşlerini cerh ederek [bozmadan] en ufak bir durum ihdas etmedikten başka, hepimize çalışkanlık örneği olmuştu. 1942’de Beethoven’in ölümünün 115. dönüm yılı için yapılan törende 9. Senfoni’nin Ankara’da ilk olarak çalınması ve bu büyük eserin memleketimizde de tanıtılması için sarf ettiği gayrette ne kadar samimi idi. 9. Senfoni broşürünü hazırlarken, Nurullah Taşkıran’a ve bana yaptığı yardımı hiçbir vakit unutamam. Nitekim Praetorius, bu büyük senfoni için basılan broşüre özene bezene hazırladığı bir yazıda şöyle diyordu:
“Türk milleti çok büyük bir alâka duyarak Fidelio’nun heyecanı ile sarsıldı ve kendini bu eserin heyecanına kaptırdı; 9. Senfoni’nin de aynı tesiri yapacağına hiç şüphemiz yoktur. Bütün dünya böyle umumi bir harp içinde çalkalanırken, bir memleketin barış ve kültür iradesini Fidelio ile 9. Senfoni’den daha tesirli bir vasıta ile anlatabilmesine imkân var mıdır? Temenni edelim ki, bütün insanların kardeş olacakları zaman, bizden artık uzak olmasın…”.
İşte yalnız bu satırlar Praetorius’un misafiri bulunduğu memleketimiz hakkında olduğu kadar, insanlık hakkında beslediği sevgi ve saygıyı da açıklamaya kâfidir. Son günlerde pek yakınlarına ölümden büyük bir tevekkülle bahsetmekte olan Dr. Praetorius kadar hiçbir kahramanı, bu özlenmeyen realiteyle bu derece bağdaşmış görmeye imkân yoktur. Bizzat bana, güler yüzle Cebeci sırtlarını göstererek: “Ben artık buraların yerlisiyim” diye imalarda bulunduğunu asla unutamam.
Memleketimizde uzun yıllar vazife görmüş birçok yabancı uzmana imtisal numunesi [örnek] olacak kadar Türkçeyi öğrenen Dr. Praetorius’un Türkiye’ye geldiği günden beri dilimize gösterdiği ilgi de üzerinde durulacak bir keyfiyettir. Praetorius başlangıçta Türk dostlarına mecburi olarak mektuplarını Almanca yazmış, fakat cevapların daima Türkçe verilmesini ısrarla rica etmiştir. Hele son yıllarda Türkçe olarak yazdığı resmî yazılardaki temizlik ve ifade doğruluğu, dilimize hakkıyla tasarruf eden bu yabancının samimiliğine herkesi hayran bırakmıştır. Dostlarının kendisine Türkçe olarak: “pir-i fani” diye hitap etmesinden büyük zevk duyan Praetorius’u, ne yazık ki hakikaten pir-i fani olmadan kaybettik.
Bizim için en kuvvetli teselli, onun zamanla kurmuş olduğu disiplinli çalışmaya bütün gayretimizle devam etme arzumuzdan başka ne olabilir?
Kederli ailesine olduğu kadar, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası üyelerine, onu ve sanatını sevenlere başsağlığı dilerim.