Ankara Radyosu
18 Mart 1945, Pazar
Saat: 10.00-11.00
Sayın dinleyenlerim,
18inci yüzyılın sonlarına doğru Avrupa milletlerinin dikkatini çeken bir kıta vardı ki devrin siyasî ve iktisadî olayları, insanoğlunu ister istemez bu kıta ile ilgilendiriyordu; herkes bu kıtanın kuzeyinde başlayan kalkınma, gelişme hareketlerini içten bir saygıyla gözlemliyordu. Eski Dünya’nın az zamanda sevgisini kazanmış olan bu kıta, yani Amerika, yalnız kuruluşu bakımından değil, aynı zamanda yer yüzünde o âna kadar cereyan etmiş olan hadiselerle kıyaslama bakımından da yepyeni hareketlere sahne olmaktaydı; “Yeni Dünya”, adına her bakımdan aday bir kıta olduğuna herkesi candan inandırıyordu. Onun içindir ki, Avrupalılara ve dünyanın her yerinden koşup gelen insanlara vatan olmaya başladığı tarihten itibaren geçen ilk 300 yıl içinde, hayat kavgasından, varlık uğrunda boğuşmaktan başka bir şeyi göze alamamış olan bu Yeni Dünya sakinleri için, fikir sahasında esaslı bir kalkınma, şüphesiz söz konusu olamazdı.
Nitekim siyasal egemenliğe kavuşma yolunda 1775 yılından 1783 yılına kadar devam eden kanlı bir kavganın zaferle sona ermesi, hele 1787 yılında kabul edilen cumhuriyet anayasasının memlekete getirdiği hürriyet ve huzur gibi insanoğlunu fikir sahasında da olgunlaşmaya iten nedenler, genç Amerika cumhuriyeti topraklarını kendine vatan bilen her insanı tek ülkü uğrunda bir araya toplamış, Eski Dünya’da aradığını bulamayan idealistlerden çoğunun Amerika’ya göç etmesine neden olmuştu. Önceleri kuzey Amerika’nın doğuya bakan sahili boyunca şerit gibi uzayıp giden kısmına yerleşen Anglosakson çoğunluk, Amerika’nın fikrî kalkınmasına ilk olarak önayak oldu; kıtanın yine bu kısmı, doğudan gelen eski bir medeniyetin feyiz dolu havasına gönlünü ve kollarını seve seve açtı; doğuda başlayan bu hayırlı hareket az zamanda batı taraflarına da yayıldı; nihayet genç Amerika, günün birinde tipik bir millîleşmenin vatanı olma şerefini de kazandı.
1789 Fransız ihtilâlini içten bir samimiyetle alkışlayan ülkelerin en başında Amerika geliyordu. Bu durum, öteden beri kuzey Amerika’ya hakim olan düşünce sisteminin yanında, Fransa’dan gelen fikir hareketlerinin de gelişmesine neden olmuştu. Zaten 1800 yılından çok daha önce kuzey Amerika’nın en büyük şehri olan Philadelphia, önemli olaylara sahne oluyordu. Nitekim 1776 yılının Temmuz ayında bu şehirde imzalanan bir anlaşmayla ilk olarak 13 devletin egemenliğe kavuşması, Amerika sakinlerini fikir sahasında başlayan önemli devrimlere hazırlayan ilk hamle oldu. O tarihlerde Amerika’nın hürriyete kavuşması yolunda canını fedaya hazır insanlar arasında becerikli, geniş anlamda anlayışlı, sanata inanmış devlet adamları yok değildi. Hattâ 1776 yılında ilan edilen egemenlik anlaşmasına ait belgeyi imza edenler arasında François Hopkinson adlı Philadelphia’lı bir sanat adamı vardı ki bu kişi tanınmış bir hukukçu ve iyi bir şair olduğu kadar da kuvvetli bir besteci ve hattâ “harpsichord” denilen bir müzik âletinin de yenileyicisiydi.
Yine Philadelpiha’da 1776 yılında yayınlanan egemenlik anlaşmasına imzasını koymuş olan Benjamin Franklin adlı bir kişi daha vardı ki, aslen Bostonlu olan bu kişi, yazar, diplomat, yıldırım çeken paratonerin mucidi olduğu kadar da ciddi bir müzik meraklısı, hattâ “harmonika” denilen müzik âletini ilk olarak ıslah eden bir bilim adamı olarak da tanınmıştı. Dahası 18. yüzyılın sonlarına doğru Amerika’da başlayan müzik kalkınmasına yardımı dokunan fikir adamları arasında Benjamin Franklin, yalnız Philadelphia’da değil, nakil vasıtalarının ve haber alma imkânlarının çok sınırlı olduğu devirde Eski Dünya’da bile sayılan ve sevilen bir insandı. O zamanlar ilk önce Amerika’da başlamış olan demokrasi hareketlerini kısa bir zaman sonra taklit etmeyi, hattâ uygulamayı başaran Fransızlar, Franklin adını her zaman hürmetle anmışlardır. Nitekim Napolyon’un 1798’de Mısır’da Abukir önünde Amiral Nelson tarafından batırılan donanmasının içinde, Franklin adını taşıyan bir harp gemisi de bulunuyordu.
1800’li yıllara doğru, nakil vasıtalarının nispeten gelişmiş olması, Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki seyahat imkânlarını bir hayli kolaylaştırmış olacak ki, Atlantik’i aşıp genç Amerika devletinin demokrat ruhlu idealistleri arasına katılmak isteyenlerin sayısı gitgide çoğalmıştı. Meselâ aynı tarihlerde, Viyana klasiklerinin büyük üstadı Mozart’a bir vakitler opera metinleri hazırlamış olan Lorenzo Da Ponte adlı tanınmış bir yazar, her iki dünyayı birbirine bağlayan nakil vasıtalarının mükemmelliği nedeniyle gittikçe kısalmakta olan mesafeyi tam 86 günde kat etmek suretiyle, 1805 yılında New York’a varmış, böylelikle Amerika’da sayısı henüz sınırlı olan sanat kurucuları arasına bir an önce katılmayı başarmıştı.
Sayın dinleyenlerim, işte egemenlik devriminden önceki tarihlerde, hayatlarını devamlı bir mücadele içinde geçiren Amerika’nın ilk sakinleri, aradıkları huzuru yalnızca dinî tevekkülde bulmuşlardı; bu yüzden Kuzey Amerika’nın faaliyeti, daha çok Eski Dünya’dan gelmiş olan dinî ilahilerle sınırlı kaldı. Bu ilahileri bir bakıma Amerika’nın en eski halk şarkıları olarak kabul etmek de mümkündür. 18. yüzyılın sonlarına kadar Amerika’da müzik faaliyeti, daha çok dinsel alanda kalmak üzere, amatörler elinde gelişti. Nihayet 19. yüzyılın başlarına doğru, Amerika’da doğmuş ve büyümüş müzik meraklıları elinde, ilk olarak sırf Amerikan karakterini yansıtan dinsel ve din dışı müzik eserleri meydana gelmeye başladı.
Diğer taraftan Amerika’da yine 18. yüzyılın sonlarına doğru klasik Batı müziğini halka geniş ölçüde dinletme imkânları de elde edilebilmişti. Nitekim 1780 yılında ilk önce Boston’da ortaya çıkmış olan konser organizatörleri, Avrupa’nın tanınmış müzik büyüklerinin eserlerini, tanınmış virtüozlarını Amerika’ya geniş ölçüde sokma imkânını sağladılar. Amerikan aydınları ile Batı sanat dünyası arasındaki teması ancak bu türden organizasyonlar sağlayabilmişlerdi. Hattâ 1765 yılına doğru Batı’nın Haendel gibi, Christian Bach gibi, daha çok İngiltere’de tanınmış ve sevilmiş müzik üstatları, Boston’da henüz oluşmakta olan yepyeni bir sanat çevresinde de tanınıp sevildiler. 1800’lü yıllara doğru Bach, Gluck, Haydn, Mozart gibi Orta Avrupa müzik üstatları da Amerika’da artık seviliyordu.
Ancak bütün bu hareketler, her şeyden önce bu demokrat kitlenin ruhundan doğan bir sanat sevgisiyle güç buluyor, aynı sevgi içinde olgunlaşma imkânını elde edebiliyordu. Onun içindir ki Avrupa sanatının yüzyıllar boyunca gelişmesini sağlamış olan iki önemli etkenin bu ülkede mevcut olamayışı, Amerika’da dev adımlarla büyümekte olan sanat sevgisinin sırf halkın ruhundan gelen sevgiyle beslendiğini ne güzel açığa vuruyordu. Batıda müzik sanatını koruyan iki etkenden biri: sanatın sırf prenslerin, asilzadelerin eğlenme arzularını tatmine yönelik bir araç olarak kabul edilmesi suretiyle himaye edilmesi durumudur. İkinci etken ise: Katolik kilisesi ile bu kiliseye bağlı olanların müzik sanatına vakit vakit gösterdikleri ilgi ve yardımdır. İşte bu türden gelişme etkenlerinden, yani Saray ve Kilise himayesindeki etkenlerden tamamen yoksun olarak gelişmeye devam eden Amerikan müzik faaliyeti, 18. yüzyılın sonlarına doğru artık herkesin kalbine yerleşen bir insanlık görevi olarak kabul edilmeye başlandı. Aradan henüz yüz yıl geçmemişti ki Lowell Mason adlı bir bestecinin ve tanınmış meslektaşlarının çabalarıyla, gerçek Amerikan müziğinin temeli artık büsbütün sağlanmış oldu.
Amerika’da halka serbest ve zengin bir müzik uğraşı sağlayan derneklerin kurulmaya başlaması, daha ziyade 19. yüzyılın başlarına tesadüf eder. Hattâ ilk olarak 1815 yılında Boston’da kurulmuş olan Haendel ve Haydn dernekleri, aynı zamanda mükemmel birer koro da meydana getirmişlerdi. Nihayet 1820 yılında Portland’da kurulan Beethoven derneği, bu büyük sanat adamının henüz yaşamakta olduğu yıllar içinde Amerika’da ne derece tanınmış ve sevilmiş olduğunu tam anlamıyla ortaya koymaktadır.
19. yüzyıl boyunca Amerika’da zengin ticaret adamlarıyla arazi sahiplerinin artması, konser, temsil, opera faaliyetine heyecan dolu bir hız verdi. Bu hal, müzisyenler arasında virtüozluk ilgisinin çoğalmasına yol açtı; sanat metaının satış değerini yükseltti; artık birer birer sanat yıldızları doğmaya başlamıştı. Hele bir süre sonra geniş ölçüde bir reklam döneminin başlaması, Amerikan konser tarihine doğru atılan ilk adım oldu. Nihayet sırf bu verimli hareketlerin sonucu olarak 1877’de New York’ta, 1881’deyse Boston’da birer senfoni orkestrası kuruldu. Oysa bu tarihlerden az önce, yani 1861 yılından 1865 yılına kadar devam etmiş olan Amerika iç savaşı sırasında, birçok vatan şarkıları ile vatan marşları da meydana gelmişti. Bu sıralarda dinlenilen içli halk şarkılarında, popüler özellikleri saklayan armonik bir kıvraklığa, devamlı olarak değişen bir melodi eşlik etmekteydi.
Şimdi sayın dinleyenlerim, böyle bir sonuca ulaşıncaya kadar Amerika’ya hakim olan halk melodisine, binbir kıvraklık içinde akıp giden halk ritmine örnek olmak üzere, popüler bir şarkı olarak herkes tarafından sevilen “Yankee Doodle” şarkısını dinleyelim. Burada “Yankee” tabiri, Kuzey Amerikalılara mizahi anlamda verilmiş olan bir addır. “Doodle” kelimesini de halk dilinde şarkı, türkü anlamına alırsak, Yankee Doodle “Amerikalının şarkısı” anlamına gelir.
Şimdi Amerikalı müzisyenlerden Kostelanetz tarafından orkestraya uyarlanmış olan bu şarkı, ne zaman ve kimin tarafından yazıldığı bilinmemekle beraber, İngiltere’de Glasgow’lu bir müzik yayımcısı tarafından 1800 yılına doğru basılmış olan bir şarkı kitabında ilk olarak yer almıştır. Kökeni bilinmeyen bu canlı melodi, Kuzey Amerikalılar tarafından uzun zaman millî marş olarak kullanılmıştır. Amerikalı besteci Kostelanetz bu kıvrak şarkıyı “Amerika Uvertürü” adıyla büyük orkestraya uyarlamıştır. Bu uvertürün ilk kısmında Yankee’nin şarkısı bütün canlılığıyla işitilir. Uvertürün ikinci kısmına, asil olduğu kadar da ilahi bir vakar hakimdir. Onu izleyen üçüncü ve dördüncü kısımlarda ise parlak, temiz ağız sazları pasajları dikkatimizi hemen çeker. Nihayet eserin bütünü, derin ve içli bir hava içinde sona erer. Bugün bile Amerikalıların millî bir marş olarak tanıdıkları Yankee Doodle adlı eseri şimdi Kostelanetz orkestrasından senfonik uvertür halinde dinleyelim:
1) Kostelanetz, Yankee Doodle (Amerika Uvertürü)
Sayın dinleyenlerim, şimdi de Amerikan müziğinin önemli şahsiyetlerinden biri olan besteci Carlo Menotti’nin bir eserini dinleyeceğiz. Amerika’nın bu önemli sanat adamı, kökeni itibariyle İtalyandır. Müzik eğitimi almak üzere Amerika’ya 17 yaşında gitmiştir. 1938 yılında Amerika Millî Radyo Şirketi tarafından radyo için bir opera yazması kendisine teklif edilmiştir. Bunun sonucu olarak “The old maid and the thief” adlı, yani “İhtiyar kız ve hırsız” isimli bir radyo operası yazılmıştır. Bu eser, Eski Dünya’nın klasik havası içinde gelişmiş olup, tematik işleme ve tonal yapısı bakımından bir tür Neoklasisizmi hatırlatır. Şimdi bu güzel eserin uvertürünü, şef John Barbirolli’nin idaresi altında New York Filarmoni Orkestrası’ndan dinleyelim:
2) Carlo Menotti, The old maid and the thief
Sayın dinleyenlerim, şu son dinlediğimiz eserle Amerika, müzik alanında devamlı bir modernleşmeye, hattâ bir tür modern millîleşme esasına gitmekle beraber, memlekette kurulmuş olan müzikal yapının az çok üç ayrı kaynaktan beslenebileceğini de unutmamak gerekir. Bu yapılardan birincisi, göçlerle beraber Eski Dünya’dan gelen müzikal ruh; ikincisi, Amerikan sanatında başlı başına bir inceleme konusu olan, zenci toplumuna özgü duyuş farkı, yani Negro duyguları; üçüncüsü ise, kıtanın en eski sakinleri olan Kızılderili’lere özgü etnografik yapıdır.
Amerika’da millî müzik sanatının, sırf bu egzotik toplumların kendilerine özgü motiflerini ve şarkılarını armonize etmek suretiyle meydana gelebileceğini iddia eden bazı Avrupalı eleştirmenler ne kadar açık bir zıtlığa düşmüşlerse, bunun aksini iddia edip egzotik unsurlardan faydalanmanın zarardan başka bir şey getirmeyeceğini iddia edenler de aynı zıtlığa düşmüşlerdir. Nitekim geçen yüzyılın sonlarına doğru Amerika’ya yolculuk yapmış olan ünlü Çek bestecisi Anton Dvorak, Yeni Dünya Senfonisi’nda Kızılderililerin temalarını kullanmak suretiyle Amerikalı bestecileri tek taraflı bir imkâna teşvik etmişti. Diğer taraftan Batının bir kısım müzik eleştirmenleri de, Kızılderili ve zenci duyuşlarının getireceği zararı dillerine dolayarak aynı tek taraflılığı göstermekten çekinmediler. Halbuki sosyal ve etnografik yapısı itibariyle birbirine benzemeyen insan kitlelerini bir araya toplamış olan Amerika’nın, sanatta millîleşme yoluyla modernizme gitmesi, biraz önce bahsettiğimiz üç ayrı yapının, icabında normal ölçüler içinde değerlendirilmesiyle ancak mümkün olabilecektir. Nitekim bu iş böyle olmuştur. Modern Amerikalı besteci, Eski Dünya’dan miras olarak aldığı müzik içeriğine zamanla egzotik güzellikleri de katma fırsatını kaçırmamıştır. Bu arada Negro ruhunun erişilmez ritim zenginliğini, yalnız dans müziğinde değil, aynı zamanda senfonik eserlerde bile değerlendirme imkânı elde edilmiştir.
Sayın dinleyenlerim, Amerika’nın eski zenci şarkılarına gelince: Müzik sanatında çok yetenekli olan zencilerin müziği, daha ziyade güneyin pamuk tarlalarında çalışan işçilerin tarlada çalışırken okudukları iş şarkıları ile dinî ilahilerdir. Yerel putperestlik özelliklerinin Hıristiyan inancı içinde bir çocuk saflığıyla devamından başka bir şey olmayan zenci şarkıları, günün birinde esir ticaretinin aleyhinde olan beyazları bile zenciler için eserler yazmaya itmiştir; bu suretle beyazlar tarafından yazılmış olan, ama zenci özelliklerini içeren birçok şarkı meydana gelmiştir. Böylelikle Eski Dünya’nın klasik, hattâ modern sanat görüşünden gelen özgür, bağımsız bir anlayış içinde yabancı güzelliklerden yararlanmasını bilen Amerikan bestecileri, en ciddi eserlerinde, zenci sanatının ruhu demek olan ritmin, daha doğrusu senkopun zaferini kutlamışlardır. Şimdi de sayın dinleyenlerim, “Steal away” adını taşıyan bir şarkıyı, Amerika’nın tanınmış bir zenci şarkıcısı olan Paul Robenon’dan dinleyelim. Burada doğrudan doğruya ruha hitap esen Negro duyuşu ne güzel ifade edilmiştir.
3) Steal away, Paul Robenon
Sayın dinleyenlerim, 19. yüzyılın sonlarına doğru zengin ve farklı kökenlerden gelen bir kitlenin bütün özelliklerini artık tam olarak anlamış, tahlil etmiş, bu özellikleri kendi eserlerinde bizzat değerlendirmiş olan Yeni Dünya’nın kuzeyli ve güneyli bestecileri arasında bulunan Moreau Gottschalk, William Fry, George Bristow, Stephen Emery adlı besteciler, günün birinde yeni Amerikan müziğini temsile yetkili birer şahsiyet olarak tanındılar. Nihayet yüzyılımızın başlarına doğru yetişen modern görüşlü besteciler, tipik klasik orkestra eserleri yanında, insan topluluğunun en güzel bir sembolü demek olan koro müziğine de bilhassa önem verdiler.
Şimdi sayın dinleyenlerim, Amerika’nın diğer tanınmış bir bestecisi olan Samuel Barber’ın “Orkestra için bir deneme” adlı eserini dinleyelim. Tamamiyle Eski Dünya ön-klasiklerinin yarattığı hava içinde gelişmiş olan bu eserin bütününe, soylu olduğu kadar da mistik bir ruh hakimdir. Burada orkestral yapı, kâh Brahms, kâh Wagner’vari bir ifade üslubu içinde yuvarlanmaktadır. Eserin sonunda ise sanatçı, daha ziyade ritmik öğelere yer vermiştir. Hele parlak bateri hamleleri, esere orijinal bir güzellik de vermektedir.
4) Samuel Barber, Orkestra için bir deneme
Sayın dinleyenlerim, 19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da, özellikle Fransa’da kendini hissettiren müzik yeniliği, Amerika’nın yetenekli bestecilerine de önemli örnekler vermekten geri kalmadı. Bunlardan uzun süre Avrupa’da kalmış ve Avrupalı üstatlar yanında besteci olarak yetişmiş bulunanlardan bazıları, Debussy eliyle kurulan Fransız ekolüne büyük bir ustalıkla uyum sağladılar. Başlangıçta eserlerini dinletecek kimseyi bulamayan bu enerjik sanat adamları arasında: Roy Harris, Aaron Copland, Paul Creston ve sair tanınmış besteciler ile bu sabah eserlerini dinleyeceğimiz George Gershwin ve Charles Ives gibi üstatlar da bulunmaktadır.
Hele bunların içinde kendinden çok bahsettiren Charles Griffes (1884-1920) adlı bir besteci daha vardı ki ölüme çok genç yaşta boyun eğmiş olan Griffes, belki de önemli bir şahsiyet olmaya aday olduğunun farkındaydı. Devrinin sanat eleştirmenlerinin geleceği hakkında parlak ümitler beslemelerine neden olan bu genç besteci, yazdığı şarkılarla, piyano sonatlarıyla, bir senfonik şiirle, flüt ve orkestra için yazdığı “Poem” adlı eseriyle, müzik modernizminin önderleri arasına katılmanın sırrına çoktan ermişti. Şimdi bu sanatçının “Beyaz Tavus” adlı orkestra eserini dinleyelim. Bu eserde Debussy etkisi kendini açık olarak hissettirir. Klasiklerin hacim, manzaralar, desen, simetri güzelliği yerine burada renk hakimiyetiyle karşılaşılır. Sanatçının arada bir Orta Avrupa’nın Wagner gibi, Liszt gibi büyük müzik mimarlarına de meylettiği gözden kaçmaz. Şimdi Griffes’in “Beyaz Tavus” adlı senfonik skeçini New York’taki Eastman Müzik Okulu’nun senfoni orkestrasından dinleyelim:
5) Charles Griffes, Beyaz Tavus
Sayın dinleyenlerim, geçen büyük dünya savaşının sonlarına doğru Amerika’da kendini hissettiren yepyeni bir müzik hareketi, artık bağımsız bir Amerikan ekolünün, hattâ bir tür Amerikan modernizminin varlığını sanat dünyasına tanımıştı ki bu durum kısa bir zaman içinde Avrupa müzik faaliyeti üzerinde bile etkili olmaya başlamıştı. Amerika’dan gelen bu yeni sesin temsilcileri arasında bulunan ve biraz önce adını verdiğimiz Charles Ives adlı besteci, istediği zaman klasik bir çehreyle görünebileceğini, şimdi dinleyeceğimiz eseriyle kanıtlamıştır. Yaylı sazlar için yazılmış olan bu eserin tahliline gelince, ültramodern diye nitelendirilen besteci, bu eserinde çok ağır, çok ciddi bir hava yaratmış, klasik bir hava içinde seyreden eserini tematik bir temel üzerine kurmuştur. Şimdi bu bestecinin yaylı sazlar orkestrası eserini Colombia Radyo Şirketi senfoni orkestrasından dinleyelim.
6) Charles Ives, yaylı sazlar için müzik
Sayın dinleyenlerim, zamanımızın Amerikalı operet bestecileri arasında tanınan önemli sanatçılardan biri de George Gershwin’dir. Bu kişi kendine göre bir ritmi olan Blues dansından aldığı motiflerle yazdığı “Rhapsody in Blue” adlı eseriyle, yani piyano ve orkestra için yazdığı konçertosuyla, çok ciddi ve ağır bir senfoni alanına girebileceğini kanıtlamıştır. Sanatçının bu eserinin tahliline gelince: Eser her şeyden önce Debussy empresyonizmi üzerinde gelişmiştir. Ritim alabildiğine çekicidir. Başlangıçta Blues motiflerini az miktarda sergileyen piyanonun esere girişi çok enteresandır. Burada Fransız üslubunun hakimiyetine rağmen, Liszt’vari parlak pasajlarla da karşılaşmak mümkündür. Piyano, Blues motiflerini çok güzel işleyip geliştirmiştir. Piyano ve orkestranın sırayla girişleri parlaktır. Son kısma doğru esere yine piyano hakimdir. Eserin en sonunda parlak bir senkop cümlesi içinde piyano ve orkestra elbirliği ederler. Bu suretle eser ritmik dalgalar halinde en parlak bir noktaya ulaşır ve bu noktada son bulur. Şimdi Gershwin’in “Rhapsody in Blue” adlı senfonik eserini baştan aşağı dinleyelim:
7) George Gershwin, Rhapsody in Blue
Sayın dinleyenlerim, yüzyıllar boyunca bu derece zengin eserler veren Amerikan müziğinin esaslı bir şekilde incelenmesi her sanatseveri çekici sorunlarla karşılaştırabilir. Şurasını da unutmamak gerekir ki, sanat benliğini her şeyden önce halkın ruhundan almış olan Amerika’da, müzik sanatının bugün muazzam bir endüstri halinde gelişme eğilimi göstermesinin doğal sonucu olarak, uzun yıllardan beri her yaş seviyesine hitap eden güçlü bir müzik terbiyesinin doğduğu bir gerçektir.