
(Bütün Dünya, Sayı: 2001/04)
Dolu dolu yaşanmış uzun bir yaşam. Müzikolog, sanat tarihçisi, yazar ve çevirmen, araştırmacı, yönetici, eğitimci ve öğretmen, babam Cevad Memduh Altar. Eğitim sürecinden sonra 66 yıllık yoğun bir çalışma yaşamı ve 62 yıllık mutlu bir evlilik yaşamı. Bu üretken ve uzun yaşamı “Tanrı’nın bana en büyük lütfudur” diye değerlendirirdi.
Gerek evinde, gerekse iş yaşamında son derece disiplinli, titiz ve tertipli bir insandı. Sağlığına dikkat eder ve tüm kötü alışkanlıklardan kaçınırdı. Özel ve çalışma yaşamında programlı olmaya çok dikkat eder, bulunacağı yerde tam zamanında olmaya büyük özen gösterirdi. Randevusuna hiçbir zaman gecikmez, hattâ bulunması gereken yere mutlaka birkaç dakika önce giderdi. Tatil günü olsa bile sabahları çok erken kalkar, uykuda geçen zamanı boşa geçirilmiş zaman olarak görürdü. Giyimine son derece dikkat eder, tatil günlerinde bile kravatını takmayı ihmal etmezdi. Babam, gerek yönetici olarak, gerekse öğretmen olarak devlet hizmetindeki uzun çalışma yaşamında, ülkesinin ve devletinin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutmuş, doğruluk ve dürüstlük prensiplerinden hiç ödün vermemiş, bizleri de hep bu yönde davranmamız için uyarmıştır. O bizlere “Hangi işte olur olsun, insanın yaptığı şeyden dolayı önce vicdanı rahat olmalıdır” derdi.
Oturduğumuz tüm evlerde kendisine mutlaka bir çalışma odası yapmıştı. Evdeki bu çalışma odası onun için adeta bir “mabet”ti. Özellikle geceleri, çalışma odasında geç vakitlere dek çalışır, kitaplarını yazar, gazete ve dergiler için makaleler kaleme alır, çeviri ve araştırma çalışmaları yapar, talebeleri için dersler hazırlardı. Kütüphane ve çalışma odasının düzeni bizleri, hattâ konuklarını bile hayran bırakırdı. Çok okuyan bir insandı. Büyük bölümü yabancı dillerde yazılmış kitaplardan oluşan zengin bir kütüphanesi ve mesleğiyle ilgili bir de arşivi vardı. Eskiyen kitaplarına, onların ömürlerini uzatmak için bakım ve onarımlar yapardı. Böylece bizlere de kitap sevgisini aşılamıştı. Uzun yaşamında yayımlanmış dokuz kitap yazmış, dört kitap çevirisi yapmış ve davet edildiği birçok uluslararası kongreye katılarak buralarda bilimsel bildiriler sunmuştu. Ayrıca yurt içinde ve dışında birçok mesleki konferanslar da vermişti.
Çalışmak onun en önemli tutkusuydu. Ünlü Fransız düşünür Émile Littré’nin “İnsanın kendisine karşı olan görevi öğrenmek, başkalarına karşı olan görevi ise öğretmektir” deyişini kendisine adeta bir yaşam görüşü olarak hedef almış ve tüm yaşamı boyunca öğrenmeyi ve öğretmeyi, dolayısıyla da çalışmayı daima en ön planda tutmuştu. Çok sevdiği öğretmenlik mesleğini en son Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda lisansüstü öğrencilerine verdiği derslerle 1994 yılına dek heyecanla sürdürmüştü. İlerlemiş yaşına karşın hiçbir dersine gitmemezlik etmezdi. Ancak geçirdiği (hafif atlatılmış) bir trafik kazası nedeniyle son bir yıl derslerine, üniversite yönetiminin ricası ve izniyle evinde devam etmişti. Böylece öğrencilerinden ayrılmamış olması onu son derece sevindirmişti.
Ailesini, eşini ve çocuklarını çok severdi. Annesi ve babasına gösterdiği sevgi ve saygı da son derece etkileyiciydi. Bizlerin eğitim ve öğretimlerimizle bizzat uğraşırdı. Bu konudaki ilgisini çok ileriki yaşlarında torunlarına da aynen göstermişti. Küçükken bizlere fırsat buldukça kitap ve yazılar okurdu. Ben çocukken Ankara’da bir gazetede 1950’li yılların başlarında çıkan, gelecekte ayın ve gezegenlerin nasıl fethedileceğini anlatan bilimsel bir diziyi her gün keserek biriktirdiğini ve bana okuduğunu hiç unutmuyorum. Yemek sırasında ve birlikte olduğumuz öteki ortamlarda bizlerle sohbet etmeyi çok severdi. Anılarını anlatır, tarih, müzik, felsefe ve hattâ bilimsel konularda bizleri bizim anlayabileceğimiz bir dille aydınlatırdı. Böylece, konuşulan her konuda yeni bir şeyler öğrenirdik.
Aklın hislerin önünde olmasının gerekliliği ve aklın ancak iyiye, doğruya ve güzele ulaşma yönünde kullanılırsa yararlı olabileceğini, bilim gerçeğini ve laikliğin önemini, özgür insan kavramını, fikre ve düşünceye baskı demek olan dogmalara karşı olmayı, toleransı, saldırgan ve kaba kuvvet yanlısı olmamak kaydıyla karşı görüş ve fikirlerin bile olumlu yanları bulunabileceği gibi öğretileri ilk önce ondan bu sohbetler sırasında öğrenmiştik.
Babam bizleri küçük yaşlardan itibaren opera, tiyatro ve konserlere götürürdü. Ayrıca evde plaklardan dinlettiği müziklerle, özellikle “çoksesli” müziği sevip kavramamıza yardımcı olmuştu. Onun Türkçeyi çok iyi bildiği ve kullandığı bilinirdi. Yeni Türkçe sözcükleri kullanmaya özen gösterir ve kendini yenilemenin bilincinde olarak genç kuşaklarla daha iyi bir iletişim kurmaya çalışırdı. Zaten kendi mesleği olan tarihi ve özellikle Kurtuluş Savaşı’mızın tarihini çok iyi bilirdi. Dilimizi ve tarihimizi çok iyi bilmemiz gerektiğinin önemini de bizlere her zaman anımsatırdı.
Doğal olarak yurdunu çok severdi ve Mustafa Kemal Atatürk’ün de gerçek anlamda bir hayranıydı. O yüce insanı tanıma mutluluğuna erişmiş bir kişiydi. Ata’nın direktifleri doğrultusunda Türkiye’deki sanat kurumlarının kuruluş çalışmalarına yoğun bir biçimde katılmış olmaktan dolayı büyük bir mutluluk duyar ve o günlerle ilgili anılarını herkesle paylaşmaktan zevk alırdı. Bizler de bu anılarını büyük bir ilgi ve hayranlıkla kendisinden tekrar tekrar dinlerdik. Öğretilerinde, insan yaşamında “sevgi”nin önemini bizlere aşılamaya çalışırken, en yüce sevginin herhangi bir karşılık beklenmeden verilen sevgi olduğunu belirtir ve bunun en güzel örneğini de Mustafa Kemal’in o kısa yaşamında ulusuna vermiş olduğu sevgi olduğunu özelikle anımsatırdı.
Babam çok alçakgönüllü bir insandı. En iyi bildiği bir konuda bile alçakgönüllülüğü elden bırakmazdı. “Benim dediğim doğrudur” dediğini hiç anımsamıyorum. Bilmemeyi hiçbir zaman ayıplamaz, kişiyi öğrenmeye özendirirdi. Bunu yaparken de karşısındakini olabildiğince yumuşak bir dille ikna etmeye ve öğrenme konusunda cesaretlendirmeye çalışırdı. Gösterişi hiç sevmezdi. “Dünyada en zor şeyin haddini bilmek olduğunu” söyler ve “Kişi her şeyi bilebilir, ancak haddini bilmiyorsa hiçbir şeyi bilmiyordur” diye eklerdi.
Öğretmenlik mesleği onun yaşamının en önemli bir parçası, öğrencileri de yaşamının en değerli varlıklarıydı diyebilirim. Yaşamının büyük bir bölümünü hasrettiği öğrencilerine en iyi, en doğru ve en güzel bilgileri verebilmek için yoğun bir çaba gösterirdi. Aynı konunun tekrarı bile olsa, vereceği derslere önceden uzun bir hazırlık yaparak hazırlanırdı. Bir yandan konuları makinede yazılmış özet ders notları haline getirirken, diğer yandan da derslerle ilgili (resim, fotoğraf, dia gibi) görsel malzemeleri büyük bir titizlikle hazırlardı. Tüm bu yoğun çalışmaları, öğrencilerinin not tutmak yerine kendisini daha iyi dinlemelerini sağlamak için yaptığını belirtirdi.
Bu arada sanat tarihi derslerinin kimilerini, öğrencileriyle birlikte Anadolu’daki tarihî ve arkeolojik mekânlara giderek, konuları yerinde görerek işledikleri de olurdu. Hiç unutmam, Efes antik kentine öğrencileriyle yaptıkları böyle bir eğitim yolculuğu sonrası, o tarihte yağan yoğun yağmurlar nedeniyle taşan Küçük Menderes nehrinin antik kentin yanındaki ovayı basması ve suların kentin sınırına dek gelmesi nedeniyle, derslerini adeta antik çağda olduğu gibi deniz kenarındaki Efes kentinde yaptıklarını, bunun da öğrencileri açısından son derece ilginç olduğunu bizlere nakletmişti. Mezun ettiği öğrencileri, babamı her zaman aramışlar, onu hiçbir zaman yalnız bırakmamışlar ve onunla olan öğrenci-öğretmen ilişkilerini bu vefalı davranışlarıyla bir sevgi ortamı içerisinde hep devam ettirmişlerdi.
Yaşamında, evimize birçok müzisyen, yazar, düşünür, yerli ve yabancı kültür adamı ziyarete gelirdi. Bugün, o seçkin insanları görebilmek bile bizler için ne büyük bir şanstı diye düşünüyorum. Babam mesleği ve görevleri gereği sık sık yurt içinde ve dışında birçok gezilere çıkardı. Bu gezilerinde zaman bulursa, gittiği ülke ya da kentlerin ileri gelen önemli kişileri ile özel görüşmeler yapmaya özen gösterirdi.
Babam bir kültür adamı ve iyi bir konuşmacıydı. Diğer bir deyişle babam bir düşünce adamıydı. Ancak kendisi pozitif bilimlere de yoğun bir ilgi duyardı. Örneğin, uzay bilimlerine çok meraklıydı ve astronomi ile ilgili kitaplar okumayı çok severdi. Bu konuda amatör bir araştırmacı olarak evrenin gizlerini öğreten yabancı kitaplar okur ve öğrendiklerini bizlere de anlatmaktan zevk duyardı. 1960 yılında, Millî Eğitim Bakanlığında Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü görevini üstlenirken, davetli olarak resmî bir görevle gittiği Sovyetler Birliği’nde, mesleğiyle ilgili kültürel içerikli çalışma programını tamamladıktan sonra, Moskova yakınlarındaki Pulkova Rasathanesi’ni görmeyi istemiş ve Sovyet yetkililerce bu dünyaca ünlü kompleks kendisine gezdirilmişti. Ancak kendisinin güzel sanatlar dışındaki bu gezi isteğinin Sovyet yetkilileri oldukça şaşırttığını da gülümseyerek anlatırdı.
Evet, doksan üç yıllık yaşamını öğrenmek ve öğretebilmek tutkusuyla dolu dolu yaşamış bir kültür adamı olan babamı en iyi tanımlayabilecek sözcük “sevgi” sözcüğüdür diyebilirim. O, hayatı boyunca önce ülkesini, sonra da tüm insanları herhangi bir karşılık beklemeden sevmenin mutluluğunu yaşayabilmiş bir insandı.