Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİÇEVİRİLER

“Tercüme Dergisi”nde
yayımlandı;
1964, 77-80

Alman edebiyatının kadın şairlerinden
Bettina Brentano’nun
1810’da Viyana’da Beethoven’i şahsen tanıdıktan sonra
yakın dostu Goethe’ye yazdığı mektup

Çeviren: Cevad Memduh Altar

 

Viyana, 28 Mayıs

            Sana şimdi anlatacağım insanı görünce, bütün dünyayı unuttum, o hâtıra aklıma geldikçe dünya da benden uzaklaşıyor – evet, uzaklaşıyor. Ayaklarımın ucunda biten ufkun beni kubbesiyle örterken, kendimi senden gelen bir nur denizinde buluyorum, dağlar, dereler üstünden sessizce sana uçuyorum. –Ah, ne olur, güzel gözlerini kapa, bir an olsun içimde yaşa, aramızdaki mesafeyi, millerce uzaklığı, uzun zamanı da unut. –Seni en son gördüğüm yerden bana bak; -eğer orada olabilseydim, bütün bunları sana olduğu gibi gösterebilirdim! –Dünyayı bir an için beraber seyredince, derin bir dehşet beni sarıyor, sonra arkama, o yalnızlığa bakınca bütün olup bitenler bana ne kadar yabancı geliyor. Nasıl oluyor da bu ıssız çölde gene yeşeriyorum, çiçekleniyorum? –Bana bu sıcaklık ve mutluluk nereden geliyor? –Aramızdaki sevgiden geliyor, esasen bu sevgi içinde kendimi ben de o kadar hoş buluyorum ki, eğer yanında olabilseydim, bütün bunları ödemek için her şeyimi verebilirdim. –Sana şimdi anlatmak istediği insan Beethoven’dir ki, o’nun yanında dünyayı da seni de unuttum; hattâ aklım ermiyor ama, (bunu belki de kimse anlamaz ve bana inanmaz) o’nun, bütün insanlığın bilgisini geride bırakmış olduğunu söylersem, o’na acaba yetişmemiz mümkün müdür? dersem, hata etmemiş olurum. –Ben bunda şüpheliyim; ruhundaki o kudretli, o yüce muamma, o’nu en yüksek kemale ulaşma yolunda olgunlaştırıncaya kadar, o’nun sadece yaşaması, evet o’nun en yüksek gayesine ulaşması lazım; işte o zaman, bizleri hakiki saadete bir basamak daha yaklaştıracak olan ilâhi ilmin anahtarını elimize verecektir.

            İtiraf edeyim ki, şuurlu tabiatın esası olan ilâhi sihre imanımı sana borçluyum; Beethoven de sanatında bu sihirle uğraşıyor; o’nun sana bu konuda öğreteceği her şey yalnızca o sihirdir; her iş yüksek bir varlığın kuruluşudur ve böylece Beethoven de kendisini, ruhsal hayatta, yeni bir duygu esasının kurucusu olarak tanıyor; ne söylemek istediğini ve gerçeğin ne olduğunu artık bütün bunlardan sen kendin bulup meydana çıkarırsın. Kim o’nun yerini tutabilir? O’nun yaptığı şeyleri kimden bekleyebiliriz? Bütün bir insan gayreti, tıpkı bir saat gibi o’nda işliyor, yalnız o, duyulmayan, yaratılmayan şeyleri, kolayca kendinden bulup ortaya koyuveriyor; güneş doğmadan ilâhi işinin başında olan, güneş battıktan sonra kendini bile göremeyen, yiyeceğini unutan ve günlük hayatın verimsiz kıyılarına sürüklenirken, vecd ve ilham akıntısı tarafından çekilip uzaklaştırılan Beethoven, sanki dünya ile temas etse ne çıkar? Kendisi de şöyle diyordu: “Gözlerimi açınca, feryat etmeye mecburum, çünkü gördüğüm şeyler dinime uymuyor; o dünya ki müziğin, bütün hikmetlerin, bütün felsefenin üstünde, en yüksek bir gerçek olduğunun farkında bile değil; müzik öylesine bir şaraptır ki, insanı yeni yaratışlara sürükler, ve ben de insanlara bu yüce şarabı sıkan ve onları ruh sarhoşu eden Bacchus’um; onlar tekrar ayıldıkları zaman, çok şey elde ettiklerini görürler ve buldukları şeyleri, yanlarında getirip kıyıya sererler. –Hiçbir dostum yok, kendi kendime yaşamaya mecburum; ama biliyorum ki, Tanrı bana yakındır, tıpkı benim sanatıma mensup olanlara yakın olduğu gibi, o’na hiç korkmadan yöneliyorum, o’nu her zaman tanıdım, o’na inandım, müziğim için de bir korkum yok, o hiçbir vakit kötü akıbete düşmeyecektir; o’nu kim anlarsa, başka insanların uğradığı bütün çöküntülerden kurtulur”. Bunların hepsini bana Beethoven söyledi, o’nu ilk görüşümde, içimde öylesine bir saygı hissi uyandı ki, bana karşı ne içten bir yakınlıkla açılmıştı. Ona göre, tamamen önemsiz bir insan telakki edilmem de mümkündü; buna ben de şaşmıştım, çünkü bana o’nun hep insandan kaçtığını, hiç kimse ile konuşmadığını söylemişlerdi. Beni o’na götürmeye korkmuşlardı, o’nu yalnız başıma aramaya mecbur kaldım; o’nun sıra ile saklandığı üç evi vardı, bunlardan biri şehir dışında, biri şehirde, üçüncüsü de Bastei’da idi. Ben o’nu Bastei’deki evin üçüncü katında buldum, haber vermeden içeri girmiştim, piyanosunda oturuyordu, adımı söyledim, çok samimi davrandı ve bana o anda bestelemiş olduğu bir şarkıyı dinlemek isteyip istemediğimi sordu. –Sonra de öyle sert, öyle acı bir tavırla şarkıyı okumaya başladı ki, ıstırap, dinleyeni hemen tesiri altına alıyordu, bu şarkı “O memleketi tanıyor musun?” şarkısı idi, heyecanla “Güzel değil mi?, harikulade güzel! Onu bir kere daha okuyacağım” dedi. İçten alkışlarım o’nu sevindirmişti. “İnsanların çoğu iyi bir şey karşısında rikkate gelir, ama böyleleri, sanatkâr mizacına sahip olmayan kimselerdir; sanatkâr ateşli olur ama ağlamaz” dedi. Sonra, gene o sıralarda bestelediği bir şarkısını daha okudu: “Sonsuz aşkın gözyaşlarını silmeyin”. –Bana eve kadar eşlik etti ve yolda sanata dair çok güzel şeyler anlattı; bu arada fazla yüksek sesle konuşuyordu, ve yolda giderken duruyordu, o’nu anlayabilmek için gayret sarfı gerekiyordu, öyle büyük bir ihtirasla ve o kadar şaşırtıcı bir şekilde konuşuyordu ki, sokakta olduğumuzu unutmamam gerekiyordu; o’nun, bizde akşam yemeği için düzenlenen büyük bir toplantıya benimle beraber geldiğini görenler pek şaşırmışlardı. Yemekten sonra, kendisinden istenmeden piyanoya oturdu, uzun uzun ve harikulâde çaldı, sanki gururu dehası ile birlikte kaynıyordu; böylesine bir heyecan ânında ruhu anlaşılamayan şeyleri yaratıyor, parmakları ise mümkün olmayanları yapıyordu. –O günden beri her gün geliyor, yahut ben o’na gidiyorum. Bu bakımdan toplantıları, galerileri, tiyatroları, hattâ Stefan kulesini bile ihmal ettim. Beethoven de şöyle diyordu: “Ah, sanki oralara gidip de ne göreceksiniz? Ben gelir sizi alırım, akşama doğru Schönbrunn caddesinde gezeriz”. Bugün o’nunla, baştan aşağı çiçek vermiş, harikulâde güzel bir bahçeye gittim, bütün limonluklar açıktı, koku insanı uyuşturuyordu; Beethoven, güneşin bunaltıcı sıcağında durdu ve şöyle dedi: “Goethe’nin şiirleri yalnız özü bakımından değil, ritmi bakımından da bende büyük bir etki yaratıyor, ve ben, sanki kendini ruhların tesiriyle en yüksek düzeye yücelten ve âhengin sırrını esasen kendinde taşıyan o dil ile, eser yazmak isteğine, heyecanına kapılıyorum. Böyle olunca, ilhamın en heyecanlı ânında, melodiyi her yana boşaltırım, onları kovalarım, ihtirasla onlara yetişirim, onların kaçtığını, çeşitli heyecanın yarattığı bir kesafet içinde onların kaybolduğunu görürüm, taze bir ihtirasla onları gene yakalarım, onlardan ayrılamam, ani bir vecd içinde, onları modülasyonlarla çoğaltırım ve ancak son dakikada o ilk müzikal düşüncenin zaferini kutlarım; gördünüz mü işte bir senfoni!, evet, müzik, fikir hayatından his hayatına geçişte, en yüce bir aracıdır. Ben bu hususta Goethe ile görüşmek istiyorum, acaba bana hak verir mi? –Melodi, şiirin hissî hayatıdır. Bir şiirin, fikre dayanan özü, melodi ile his haline gelmez mi? Mignon şarkısında, Mignon’un tamamen hisse dayanan ruh haletini melodi ile yaşamaz mıyız? Ve bu yaşayış, insanı yeni yaratmalara zorlamaz mı? –Böylelikle ruh, hudutsuz bir anlama doğru umumileşmek istediği içindir ki, bu durumda her şey, her yönden, en ilkel anlamdaki müzik fikrinden doğan, aksi takdirde dağılıp kaybolmaya mahkûm olan bir his yatağına boşalır; işte âhenk de budur, senfonilerim de bunu açıklar, böylelikle çok cepheli şekillerin yoğurduğu bir hamur, yatağında gayeye kadar akar gider. Bu durumda bütün ruhî hallerde, sonsuzluğun, tükenmezliğin, her yönden kavranmazlığın yer almış olduğu açıkça sezilir; kaldı ki ben, kendi eserlerimde, hep başarı duygusunun tesiri altında kalmama rağmen, zevkimi, müzikal inançlarımı, dinleyenlerin zihinlerine iyice sokarak sonuçlandırdığımı sandığım şeylere, son davul darbesiyle, tıpkı bir çocuk gibi, yeniden başlamanın ebedi açlığını çekerim. Goethe’ye benden bahsediniz, ve ona benim senfonilerimi dinlemesini söyleyiniz, bu takdirde müziğin daha yüksek bir bilgi dünyasına götüren manevi bir geçit olması bakımından bana hak verecektir, insanı saran bu dünyayı anlamak istemeyen de gene insandır. – Müziği esas cevheriyle kavrayabilmek için, ruhun ritminden faydalanmak gerekir, bu cevher insana seziş verir, kutsal bilgilerin ilhamını yöneltir ve ruhun bu cevherden duygu yoluyla aldığı şey ise, ruhi marifetin bedenleşmiş şeklidir. Tıpkı hava ile yaşandığı gibi, ruh da bu cevher ile yaşar ama onu ruhun yardımıyla kavrayabilmek büsbütün başka bir iştir; -ruh, hissî gıdasını bu cevherden elde etme yolunda geliştikçe, onunla mutlu bir anlaşmaya varma yolunda da gelişir. –Fakat az insan bu gayeye varabilir, çünkü binlerce kişi vardır ki aşk uğrunda evlenirler de aşk bunların bininde de bir defacık olsun gerçekleşmez, tıpkı bu insanların, kendilerine aşkı iş edinmiş olmaları gibi, daha binlerce insan vardır ki müzikle meşguldürler de ondaki gerçeğe ulaşma imkânını elde edememişlerdir; ahlâk anlamının yüce delilleri her sanata olduğu gibi, müzik sanatına da temeldir, her gerçek buluş bir ahlâk kemalidir, -insan kendini müziğin açıklanması imkânsız kanunlarına terk etmekle, bu kanunlar sayesinde, ruhunu terbiye edip yönetmektedir ki, müzikteki gerçeği fışkırtıp akıtabilir, sanatın sırf kendine bağlı prensibi de işte budur; sanattaki gerçeğin sırrına ulaşmak, nefsi ilâhi varlığa terk etmektir, işte bu varlık, zaptedilemeyen güçlerin hareketine sükûnetle hükmeder ve böylelikle hayale en yüce faaliyeti verir. Onun için sanat, her an uluhiyeti temsil eder ve insanla arasındaki bağ ise dindir, sanat yoluyla elde ettiklerimiz, bize tanrıdan gelen şeylerdir, ilâhi ilhamdır, bu ilham, insan gücüne, ulaşacağı hedefin ne olduğunu gösterir.

            Marifetin bize neyi vereceğini bilemeyiz; sımsıkı kapalı tohum, sürmek, idrak etmek, idrak ettiğini açıklayabilmek için, yaş, elektrikî hararete sahip olan bir zemine muhtaçtır. Müzik, içinde ruhun yaşadığı, düşündüğü, yarattığı elektrikî bir zemindir. Felsefe, müzikteki elektrikî ruhtan doğan bir beyandır; musikinin her şeyi ilkel bir usûle göre kurma isteği, felsefe yoluyla önlenir, ve ruh, müzikle yarattığı şeyi, kendi kendine yaratabilme gücünden mahrum olmakla beraber, böylesine bir yaratış içinde gene de mutludur, ve her gerçek sanat yaratışı da bundan dolayı bağımsızdır, sanatkârdan daha güçlüdür ve meydana geldiği anda gene ilâhi varlığa döner; bu varlıkta bile yalnız insana bağlı kalır ki böylelikle sanat, ilâhi varlığın insan ruhundaki aracılığına şahadet eder.

            Ruha âhenk ile münasebeti sağlayan müziktir. Soyut bir fikirde, ruhî yakınlığın bütününe bağlı olmanın duygusu vardır; onun için müzikte her fikir, âhengin tümü ile en içten, en bölünmez bir yakınlığa sahiptir, yani bir bütündür. Elektrikî olan her şey, ruhu müzikal, akan, fışkıran bir yaratmaya doğru harekete geçirir. Ben de elektrikî bir tabiate sahibim. –İspatı kabil olmayan idrakimle hesaplaşmaya mecburum, aksi takdirde tecrübeden vazgeçebilirim. Eğer beni anladınızsa, Goethe’ye benden yazınız, ama hiçbir sorumluluğu kabul etmem, ve onun beni aydınlatması isterim”. –Sana hepsini anladığım kadarıyla yazmayı o’na vaat etmiştim.- O beni, kalabalık bir orkestranın yaptığı büyük bir provaya götürdü, geniş ve aydınlatılmış olan salonda bir locada yalnız başıma oturmuştum, tek tük ışık parıltıları aralıklardan, budaklardan sızıyor ve bunlar, mutlu ruhlarla dolu samanyolları gibi, renkli ışık kıvılcımlarından doğan bir akıntı halinde ileri geri raks ediyordu.

            İşte orada, bu fevkalâde büyük ruhu, sanki kıtasını idare edermiş gibi görüyordum. Ey Goethe! Hiçbir imparator, hiçbir kral, kendi gücüne ve bütün kuvvetin kendinden doğduğuna, biraz önce bahçede ilhamlarının yerini arayan bu Beethoven kadar emin olamazdı; o’nu hissettiğim gibi anlamış ve sonra her şeyi öğrenmiştim. O, işinin başında tam kararlı bir insandı, hareketleri, yüzü, yarattığı eserin mükemmelliğini ifade ediyordu; her hatayı, her yanlış anlamayı evvelden önlüyordu, hiçbir nefes iradî değildi, her şey ruhunun muhteşem huzuru ile en basiretli bir faaliyetle sonuçlanıyordu. –Bu aklın, ileri kemalinde, bütün dünyaya hükmederek yeniden geleceğine dair kehanette bulunmak pekâlâ mümkündü.

            Dün akşam bunların hepsini yazdım, bu sabah da o’na okudum, bana “Bunu ben mi söyledim? Öyleyse saçmalamışım” dedi. –yazıyı bir kere daha dikkatle okudu ve yukarısını çizip, satırların arasına bazı şeyler yazdı, o’nun için mühim olan şey, o’nu anlamandı.

            Beethoven’e, kendisine karşı duyduğun hayranlığa şahadet edecek olan seri cevabın beni çok sevindirecek. Esasen müzik üzerinde konuşmak öteden beri kararımızdı, evet, ben de öyle istiyordum, ama Beethoven’in tesiriyle, bu iş için yaratılmamış olduğumu da artık anladım.

                                                                                              Bettine

Adresim: Erdbeergasse’deki Birkenstock’ların evidir, mektubun burada daha ön dört gün içinde beni bulabilir.

 

 

Goethe’nin bu mektuba cevabı:

            Mektubun, sevgili çocuk, mutlu bir anda bana geldi; büyük ve güzel bir doğayı, başarısıyla olduğu kadar gayretiyle, ihtiyaçlarıyla olduğu kadar yeteneğinin zenginliğiyle anlatabilmek için hayli çaba harcamışsın; böyle gerçekten dâhi bir ruhu içten duyabilmem bende büyük bir haz yarattı. O’nu herhangi bir sınıflamaya tâbi tutmadan anlayabilme yolunda heyecana ulaşmak, ruhsal bir hesaplama sanatına bağlı olmakla beraber, sendeki bu ani boşalmanın anlatmak istediği şeylere hiçbir itirazım yok; bilakis kendi tabiatimin, bu çok cepheli açıklayışın tanıttığı şeylere içten bağlı olduğunu sana şu anda kesin olarak söyleyebilirim; alelâde bir insan aklı, belki de bunlara itiraz edecek bir şey bulabilir, fakat insanüstü kudrete sahip olan bir kimsenin anlattığı şeyler önünde, bu işlerden az çok anlayan birinin ancak saygı duyması gerekir, ve o’nun duygularıyla yahut bilgisiyle konuşması aynı şeydir; bu durumda Tanrılar hükmediyorlar ve geleceğe yönelen bir fikir gücünün tohumunu serpiyorlar demektir ki, bu tohumların da ancak engelsiz gelişme yolunda feyizlenmesini temenni etmek gerekir, ta ki tohumlar böylece gelişip umumileşebilsin, insan ruhunu saran sis işte o zaman dağılıp gidecektir.

            Beethoven’e benim içten gelen saygılarımı söyle, bilsin ki fikir ve duygu teatisi bakımından şüphesiz büyük fayda sağlayacağına emin olduğum şahsî tanışmayı temin için her fedakârlığı yapmaya memnuniyetle hazırım; belki o’na o kadar sözünü geçirirsin de hemen her sene gittiğim ve o’ndan bazı şeyler dinleyip öğrenebilme yolunda en iyi ilham perilerinin gelmesi ihtimali olan Karlsbad’a bir yolculuğu göze alır; o’nu aydınlatma arzusu ise, benden çok daha üstün düşünüşe sahip olanlar için bile bir cinayettir, çünkü o’na kendi dehası ışık verir ve bir şimşek gibi o’nu hep aydınlatırken, karanlıkta kalan bizler daha günün nereden doğacağının farkında değiliz.

            Beethoven’in benden bestelediği iki şarkıyı rahat okunabilir bir şekilde yazıp göndermek lûtfunda bulunması, beni son derece sevindirecektir; bunları dinlemeyi çok isterim; eski bir duygunun etkisi altında yazılmış olan böyle bir şiirin, (Beethoven’in çok doğru olarak söylediği gibi, melodi ile yepyeni bir ifade içinde duyurulması, benim için ziyadesiyle müteşekkir kalacağım en sevinilecek bir zevk olacaktır. Bana verdiğin haberlere ve bana olan bu lûtufkâr davranışına son olarak bir kere daha en içten teşekkürlerimi sunarım; her işte istediğin başarıyı elde ederken, her şey sana aydınlatıcı, sevinç dolu bir zevk olurken, bütün bunların senin, hattâ dostlarının arasında sayılmam menfaatini müdrik olan benim için de sonsuza kadar devamını istemekten başka bir dileğin ilavesine artık lüzum var mı? Onun için, yerini böyle ne kadar sık değiştirsen de ve etrafındaki şeyler ne kadar değişip güzelleşseler de, o her zamanki büyük vefanı benden esirgeme.

            Dük de sana selam söylüyor, kendisini büsbütün unutmamanı temenni ediyor. Karlsbad’da Üç Zenciler’de kaldığım müddetçe, herhalde senden daha haber alırım.

6 Haziran 1810                                                                                 Goethe