(Ankara Devlet Konservatuvarı ve Türkiye Filarmoni Derneği tarafından 30 Nisan 1979 günü düzenlenen “Necil Kâzım Akses 70. Yıldönümü programı” çerçevesinde basılan kitapçıkta yer alan açık mektup.)
Sevgili kardeşim Necil,
Yetmişinci doğum yıldönümüne de sağlıkla eriştiğin için seni candan kutlar, daha nice yılları mutlulukla yaşamanı Ulu Tanrı’dan dilerim.
Ankara’da seninle ilk karşılaştığımız günleri unutmamız mümkün mü? Batıdan dönmek üzere olduğunu haftalardır işitiyor ve mukadder olan karşılaşmayı heyecanla bekliyorduk. Viyana Yüksek Müzik Akademisi’nin kompozisyon bölümünü bitirmişsin, Joseph Marx gibi zamanın büyük bir sanat adamı sana hocalık etmiş. Sonra Prag’a gitmişsin, orada da Alois Hába çapında bir büyük ile çalışmışsın. Bu iki müzik büyüğünün öyküsünü, ben yıllarca önceden biliyordum. Joseph Marx, Cumhuriyet’in hemen başlarında, İstanbul Belediyesi tarafından davet edilmişti. Belediye Konservatuvarını ve kentin müzik hareketlerini yakından izleyen Marx, belediyeye çok ilginç bir rapor sunmuştu. Praglı hocan Alois Hába’nın da tüm uğraşısını, Batıya bir çeyrek-ton müziği verebilme yolunda değerlendirmeye çalıştığını, daha Leipzig’daki tahsil yıllarımda işitmiştim. Bu büyük sanatçı da -haklı olarak- hepiniz gibi tonal müziğin monoton havasına baş kaldırmış, kendi bulduğu çeyrek-ton müziği ve onun piyanosu ile, Batıya yepyeni bir ses getirdiğine inanmıştı. Gerçi bu tutmamıştı; tutmamıştı ama, zamanına göre gene de önemli bir deneme olmanın niteliğini taşıyordu.
Seninle nihayet 1934’lerde Ankara’da karşılaştık, ideallerimizi birleştirerek saflarımızı güçlendirdik ve Ankara’da bir Devlet Konservatuvarının kurulması yolundaki çalışmalara emeğimizi kattık; aradan tam 45 yıl geçti.
Necil’ciğim; seninle yurt içinde, yurt dışında, ulusal müziğimizin özlü geleneklerimizden güç alarak çağdaş uygarlık düzeyine bir an önce ulaşabilmesi yolunda ortak çalışmalarımız oldu. Tek idealimiz, müziğimizin de, çağdaş bilimin uluslararası nitelikteki ortak tekniğinden yararlanarak, kendine özgü bir çoksesliliğe kavuşabilmesini ve böyle bir müziğin, uluslararası sanat dünyasındaki yerini eşit hak ve düzeyde alabilmesini sağlamaktı. Sen ve senin gibi düşünerek bu ülküye gönül verenler, inançlarınızdan en ufak bir özveride bulunmadan, işi ciddi tuttunuz, çoksesli Türk sanat müziğinin yaşama gereğince göz açmasına öncülük ettiniz; böylece Türk sanat müziği literatürüne bir Rey, bir Akses, bir Saygun, bir Alnar ve bir Erkin türü katılmış oldu; yurt içinde ve dışında “Türk Beşleri” diye anılmayı kendi emeklerinizle sağlamış oldunuz. Ve sen aziz dostum Akses, bununla da kalmadın, mesleğinin eğitim-öğretim yönüne de önem verdin ve 45 yıldır emeğini esirgemediğin Ankara Devlet Konservatuvarı’nda, yeni ve çağdaş Türk besteciliğinin ikinci, hattâ üçüncü kuşağını yetiştirmekte de aktif rol oynadın; ve çağdaş bestecilerimiz kadrosuna Nevit Kodallı, günümüzde New York’ta bir üniversitede geleneksel ve elektronik müzik profesörlüğü yapan Bülent Arel ve genç yaştaki ölümünün acısını yüreğimize gömdüğümüz Ferit Tüzün çapında çok değerli üç bestecimizi yetiştirip katabilmenin mutluluğuna da erdin; Atatürk ilkelerine dayalı ulusal-çağdaş müzik idealinin etkeni olanlar arasındaki yerini şerefle aldın.
Sevgili Akses; sen daha Türkiye’ye gelmemiştin, bizler, eserlerinin Batının konser programlarında da yer aldığını biliyorduk. Türkiye’ye döner dönmez bizlere ilk olarak “Ankara Kalesi” adlı senfonik eserini dinlettin. Bu eserle sen, ülkenin çağdaş kültür hazinesine sadece üst düzeyde bir eser katmakla yetinmiyordun, seslerle bir tarih de yazıyordun.
Sizlerin çalışmalarınızın ve elde ettiklerinizin en önemli yönü, sizlerle başlayan ve evrimini başarıyla sürdüren çağdaş Türk sanat müziğinin kuruluşuna temel olan seslerin, çoksesliliğe yanıt vermesindeki özelliktir. Bu yeni yapının taşları demek olan sesler, doğal olarak tonal bir kaynaktan beslenmiyordu ama Batı anlamında atonal de değildi. Hele Batının oniki-ton tekniği ile de hiçbir ilişkisi yoktu; şu ya da bu yöntemden de güç almıyordu. Çekoslovakyalı hocan büyük sanatçı Alois Hába’nın 24 eşit çeyrek-ses tekniğinin de sizlerin müziklerinizle en ufak anlamda bir ilgisi yoktu.
Evet, sizler, tampere yazı tekniğine özgü sesleri serbestçe değerlendirerek ve yerine göre çok zengin ritim türlerimizden de yararlanarak eser vermede üstün başarı elde ettiniz. Bazılarınız da Batılıyı aratmayacak kadar Batılı oldu; ama sen ve senin gibi düşünenler, geleneksel değerlerimizi, uluslararası sanat dünyasına mal etmenin ustası oldunuz ve öyle kaldınız. Böylece bireysel stillerinizden güç alan eserleriniz, dünya konser programlarında layık oldukları yerleri şerefle almakta gecikmediler; ve Atatürk’ün ulusal-çağdaş kültür ilkeleri de bu yoldan oluşup gerçekleşti.
Çoksesli çağdaş sanat müziklerinin dünyanın her yerinde uygulanabilmeleri, dolayısıyla uluslararası kültür alışverişine tampere aletlerle olanak sağlanması doğaldır. Onun içindir ki, ulusal ruhtan beslenen duygulanışları, yerel renkleri ve ritimleri, geleneksel özellikleri, eserlerinizde kendi oluşturduğunuz çokseslilikle değerlendirip geniş çevrelere yaymakta cidden başarılı oldunuz. Eserleriniz, yabancı memleketlerin orkestraları, solistleri, artistleri tarafından da tanındı, rahatça uygulandı ve bu başarı, yeni Türk eserlerinin dünyanın en uzak ülkelerine kadar gidebilmelerine olanak sağlamış oldu.
Şimdi sevgili Necil, sana burada herhalde evvelce de söylemiş olduğum iki önemli anımı hatırlatmadan mektubuma son veremeyeceğim:
1949 yılı, büyük besteci Frédéric Chopin’in ölümünün 100. yılı idi. Bu nedenle Varşova’da Uluslararası 4. Piyano Konkuru düzenlenecekti; ve Polonya Kültür Bakanlığı beni bu konkura gözlemci ve konferansçı olarak davet etmişti. Nitekim Varşova’da “Türkiye ve Chopin” başlıklı bir de konferans vermiştim. Bütün davetliler gibi ben de Bristol Oteli’nde misafir ediliyordum. Otelin restoranında, konuklara ayrılmış ikişer kişilik masalarda her gün yemeğimizi yiyorduk. Hiç unutmam, ilk gün benim masama iri yarı, yakışıklı, kibar tavırlı bir zat geldi; kendisini tanımıyordum, ama Avusturyalı olduğunu şivesinden anlamıştım. Bu zat benim Türk olduğumu anlar anlamaz, “Necil Kâzım Akses nasıl?” diye sordu. Şaşırdım ve biraz sonra onun hocan Joseph Marx olduğunu anladım. O da jüriye katılıyordu. Bir ay aynı masada arkadaşlık ettik. Marx, hep senden söz ediyordu; arada bir rahmetli arkadaşımız büyük besteci Ferit Alnar’a da değiniyordu; Marx sizlerden bahsederken hep kollarım kabarırdı, kıvanç duyardım.
Aradan yıllar geçti, arkadaşımız, büyük bestecimiz rahmetli Ulvi Cemal Erkin’le, UNESCO’nun bir toplantısına katılmak üzere Paris’e gönderilmiştik. Genel Kurul toplantısında ben de söz istedim ve Türkiye’deki çağdaş kültür çabalarından söz ettim, müzik alanındaki çalışmaları açıkladım; sıra sana ve eserlerine gelmişti, Marx ve Alois Hába ile olan ilişkilerini anlattım. Kürsüden henüz inmiştim ki, kalabalık arasından zayıfça, çelimsiz, gösterişsiz bir zat süzülürcesine çıkıp yanıma geldi, elini uzattı ve “İşte o Necil’in hocası Alois Hába benim” dedi. Böyle bir karşılaşmaya nasıl sevindiğimi tahmin edersin. Birkaç gün süren konferansta buluştukça hep senden söz ederdi; ve ben gene kıvanç duyardım.
Devlet Konservatuvarı’ndaki, Devlet Operası’ndaki ve öteki görevlerindeki çalışmaların sırasında, sanatçı ve yönetici olarak, doğru bildiğin yolda yürümekten şaşmadın. Hattâ başlangıçta yıldızının pek de barışamadığını sandığım büyük sanatçı Paul Hindemith bile, senin ve senin gibi düşünen değerli çağdaş bestecilerimizin ayak bastıkları yolun doğruluğunu kanıtlamakta gecikmedi ve sizlerle uyumlu bir işbirliği yapmaya özen gösterdi; eğitim-öğretimde tek umudumuz olan Ankara Devlet Konservatuvarı da kültür dünyamıza gözlerini böylece açtı.
Necil’ciğim, şimdilik bu kadar. Sevgili eşin, evlatların ve sanatınla, daha nice sağlıklı yıllara başarıyla erişmeni dilerken, gözlerinden öper, seni Tanrı’nın birliğine emanet ederim.
Cevad Memduh Altar