Cevad Memduh ALTAR
Altmış beş yıllık gerçek dostluğun güvencesiyle olacak, ben onu, aramızdaki yakın ilişkiler içinde sadece Adnan diye anmaktan büyük haz duyardım. İşte şimdi kültür dünyamız Adnan’ı kaybetti.
Geniş anlamlı, derin içerikli, evrensel boyutlu eserleriyle yalnız yurt içinde değil, uluslararası Forum’da da dehasını kanıtlamış bir bestecimizdi Ahmet Adnan Saygun. Ulusal kültürümüzü, zengin ve renkli geleneklerimizi, özlerinden kopmadan çoksesli sanat-müziğine dönüştürmede olağanüstü bir yeteneğe sahipti; ama onun çoksesliliği, kendine özgü yaratıcı kişiliğinden güç alan, yurdumuzun etnik ve folklorik hazinelerinden beslenen, bize göre olduğu kadar, uluslararası sanat dünyasına da ses veren bir çokseslilikti. Onun için Adnan Saygun, böylesine bir hareketi, yalnız Macaristan’da değil neredeyse tüm dünyada tek başına başlatmış olan ünlü besteci Béla Bartók’u (1881-1945) çok takdir ederdi ve onunla hayatı boyunca çok yakın bir dostluk ilişkisi içindeydi.
Bartók, yalnız Macar kültürü ve folkloru bakımından değil, araştırma ve incelemelerini değişik ulusların halk müzikleriyle ilgili özellikleri doğrultusunda değerlendirmede de başarılı oluyordu; nitekim Bartók, Balkan ülkeleri ile Kuzey Afrika’da aynı konuda yaptığı araştırmalardan çok şey öğrenmiş ve eserlerine Balkan folklorunu konu yapmada hayli başarılı olmuştu. Saygun, memleketimizin zengin folklorunu Bartók’a yakından tanıtmaya özen gösterirdi ve Bartók’un 1936 yılında incelemeler yapmak ve üç konferans vermek üzere Ankara’ya gelmesinde Saygun’un büyük rolü oldu. İşte büyük bestecinin yurdumuzu ziyaretinde, Saygun, zamanın ünlü halk ozanı Tamburacı Osman Pehlivan’ı Bartók’la tanıştırdı ve onunla birlikte yurdumuzun çeşitli yörelerinde halk müzikleri derlemelerine çıktı; bu çalışmalar bizim için de çok yararlı sonuçlar verdi ve Bartók’un Anadolu’muzun folklorunu çok yakından tanımasına imkân sağladı. Prof. Saygun’un, Bartók’un Türk folkloru ile ilgili araştırmalarını da kapsayan Macarca yazdığı bir kitabın Macaristan’da basılmış olduğunu da kendisinden duymuştum.
Saygun’un, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşuna Prof. Carl Ebert (1887-1980) ile birlikte büyük ölçüde emeği geçmiş bulunan ünlü besteci ve müzik pedagogu Paul Hindemith’le anlaşamaması, hiç şüphe yok ki ulusal müziğimize evrensel doğrultuda yön verme yolunda göze aldığı uğraşta, haklı olarak, Bartók’a duyduğu büyük ilgi ve yaklaşımdan ileri gelmekteydi ve bu tutumunda bir bakıma haklıydı. Nitekim Saygun böylesine bir ideal doğrultusunda zamanın Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan ile yaptığı çetin bir tartışma sonunda derhal Bakanlık emrine alınmış ve Ankara Devlet Konservatuvarı’ndaki görevinden uzaklaştırılmış (1936), bu beklenmedik olay hepimizi can ve yürekten üzmüştü. Bu durum karşısında olayı soğukkanlılıkla karşılamada da başarılı olan Saygun, evini İstanbul’a nakletmiş ve İstanbul Belediye Konservatuvarı tarafından kurumun kompozisyon öğretmenliğine atanmıştı. Aradan iki yıl kadar bir zaman geçmişti ki (1939) Saygun, yanılmıyorsam o tarihlerde Halk Partisi Genel Sekreteri olduğunu sandığım, ünlü maarifçilerimizden Nafi Atıf Kansu tarafından Ankara’da Halk Evleri denetmenliğine tayin edildi.
Adnan Saygun’un o tarihlerde özellikle kompozisyona verdiği önem ve bu doğrultuda giriştiği yeni arayışlar, folklor ve etno-müzikoloji alanlarında esaslı araştırmalara dönüşmüştür. Kaldı ki gene aynı süreler içinde Batıda sanat-müziğine özgü yöresel türler yaratıcı sanatçının esin kapasitesini geniş oranda etkilemeye başlamış ve bu durum, ulusal geleneklerden güç alan sanat-müziklerinin, uluslararası Forum’da evrensel nitelikleriyle de layık oldukları yerleri eşit hak ve düzeyde alabilmelerine imkân sağlamıştır; ve bizim Saygun’umuz da kısa bir süre içinde etnik ve folklorik kökenli sanat-müziğinin dünyadaki sayılı temsilcilerinden biri olarak tanınmaya başlamış ve bestecimizin bu tür eserleri Avrupa’da ve Birleşik Amerika’da da ilgiyle izlenmeye başlanmıştır (1947-1985). Hattâ birkaç yıl önce Birleşik Amerika’da düzenlenen festivallerden birinin açılış töreni, Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu”ndan seçilen bir bölümün icrasıyla gerçekleştirilmiştir; Saygun’un bu eseriyle ilgili Telif Hakkı (Copyright) ve eseri icra etmek üzere başvuran kurumlara basılı nota malzemesi kiralama türünden işler, eseri basma ve dağıtma hizmetini anlaşmalar gereğince üzerine almış bulunan “Southern Music Publishing Co. Inc. – new York” basımevi tarafından yürütülüp sonuçlandırılmaktadır.
1930’lu yılların başlarında, özellikle Macaristan’da ilk olarak Belá Bartók ve yakın meslek arkadaşı Zoltan Kodaly (1882-1967) tarafından oluşturulup geliştirilen ve özellikle etnik müzikle ilgili zengin kaynaklardan beslenen sanat-müzikleri, Saygun’u da gönülden etkilemiş ve bestecimizin bu tür eserlerinin zamanla ulusal repertuarımıza olduğu kadar, uluslararası evrensel literatüre de katkıda bulunması, başarılı sonuçlar vermiştir. Batıda çoksesli sanat-müziği günümüzde de etnik-folklorik sanat-müziğine paralel olarak varlığını, Johann Sebastian Bach’dan (1685-1750) bu yana, dinamik bir oluşum ve gelişim süreci içinde sürdürmüş ve sürdürmeye devam etmektedir.
Özellikle hazırlıklı, yani aydın kafalara mesaj veren her iki sanat-müziği türünden, tarihsel yaşantı açısından, daha kıdemli olanının yorumunun, aşağıda açıklandığı gibi yapılmasının daha az hatalı olacağı kanısındayım; şöyle ki:
Varlığını, günümüzün çağdaş, daha doğrusu klasik ve modern Batı müziği hareketlerinde yüzde yüze oldukça yakın bir oranda koruyan iki yüz elli yıllık çabalar (Tampere, Atonal, Dodekafonik v.b. sistemler), Batıda Antik-Kültür’ün, Rönesans’ın ve Aydınlanma Dönemi’nin birbirini izleyen etkileriyle oluşup gelişen ortak bir kültüre sımsıkı bağlanmıştır; ve gene bu çabalar, insanın, dinamik bir gelişim süreci içinde olgunlaşmasını amaçlayan, bilgide, kültürde, hattâ yerine göre Pozitif-Metafizik’te de üstünlük prensibinden pay almasına kesinlikle özen göstermektedir.
Saygun, 1928 yılında öğrenim görmek üzere Millî Eğitim Bakanlığınca -kazandığı konkur gereği- Fransa’ya gönderilmiştir. Ve Paris’te Schola Cantorum adlı müzik okulunda, zamanın ünlü bestecisi ve hocası Vincent d’Indy’nin (1851-1931) yanında kompozisyon öğrenimi görmüştür. Saygun gene aynı okulda, Eugène Borrel ile Füg, Paul le Flem ile Kontrpuan, Amedee Gaston ile Chant Gregorien, Souberbielle ile Org çalışmıştır. 1931 yılında yurda dönen Saygun, çalışmalarını kompozitör, etno-müzikolog ve kompozisyon hocası olarak sürdürmüştür. Saygun’un başlıca eserleri şunlardır:
Beş Senfoni, Deyiş (Dictum) (yaylı sazlar ve orkestra için), Concerto da Camera, Ayın Raksı, Bir Orman Masalı, Orkestra için Varyasyonlar, 3 Yaylı Sazlar Kuvarteti, Nefesli Sazlar İçin Kentet, keman, piyano ve viyolonsel için çeşitli kompozisyonlar, ses ve piyano ya da orkestra için Lied’ler, yalnız Koro için eserler, orkestra eşliğinde keman, viyola ve viyolonsel için Konçertolar, 1. Ve 2. Piyano Konçertoları, Yunus Emre Oratoryosu (yazmaya başladığı tarih 1943), 1 perdelik Özsoy operası (1934), 1 perdelik Taş Bebek operası (1934), 3 perdelik büyük-opera türünde Kerem operası, 3 perdelik büyük-opera türünde Köroğlu operası, 3 perdelik Gilgamış dramatik destanı, Atatürk ve Anadolu’ya Destan.
Prof. Ahmet Adnan Saygun, 1931 yılından bu yana Ankara ve İstanbul’daki konservatuvarlarda kompozisyon öğretmenliği yapmış, 1934 yılında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefliği görevini yükümlenmiş, genç kuşak bestecilerin yetişmesine büyük emeği geçmiş, 1960-66 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığının Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğiyle görevlendirilmiştir.
Dünyaca tanınmış yabancı sanat vakıfları tarafından kendisine oda müziği ve senfonik eserler de sipariş edilerek ödüllendirilen Saygun, çeşitli ülkeler ve bu yıl da Sevda-Cenap And Müzik Vakfı tarafından onur madalyaları ile şereflendirilmiştir.
Saygun, çoğu müzik eğitimi ile ilgili olarak birçok eser de yayımlamıştır; ve bunların arasında yer alan ve “Atatürk ve Musiki, O’nunla Birlikte, O’ndan Sonra” başlıklı eser olağanüstü önem taşımaktadır; ve eserin sadece başlığı bile, Saygun’un hayatı boyunca üzerinde önemle durduğu sorunların oluşturduğu duyarlılığın açık seçik ifadesidir.
Prof. Saygun’un kompozitör olarak sahip olduğu özellikler arasında yer alan önemli bir nokta da, monodik-modal üslupta meydana getirilen klasik sanat musikimizi, eski ve özlü makamlara bağlı yönleriyle çok iyi bilmekte ve bu kültürü, eserlerinde yerine göre üstatça değerlendirmiş olmasıdır. Nitekim Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu”nun 1. bölümünde geçen, Bas partisi için yazılmış bir Aria’nın, en önemli makamlardan biri olan Bestenigâr makamında meydana getirilmiş olması, bestecinin bu konudaki üstatlığının da güçlü bir kanıtıdır. Ve Saygun’un bu tür uygulayışlardaki başarısı, klasik kültürün, dinamik bir oluşum düzeni içinde, özünden kopmadan evrenselleşerek, Doğu-Batı sentezinin en güçlü örneklerini oluşturabileceğini de kanıtlar niteliktedir.
1940 yılında Ankara’da Ses ve Tel Birliği’ni kuran Saygun, bu kuruluşu Atatürk ilkeleri doğrultusunda değerlendirmede de başarılı olmuş ve bu kurum sonradan Sevda-Cenap And Müzik Vakfı’na dönüştürülmüştür. Bu Vakıf da, Atatürk’ün ulusal kültürde ve özellikle ulusal müziğimizde çağdaşlaşma ideali doğrultusundaki sarsılmaz inisiyatifini, günümüzde müzikle birlikte çeşitli sanat ve kültür hareketleriyle değerlendirmede de tüm gücüyle uğraş vermekte ve başarılı olmaktadır.
Prof. Saygun ile olan yakın ilişkilerim içinde, beni gönülden mutlu kılan bir konu da, onun “Kerem” operası gibi büyük-opera türünde yazmış olduğu eserin, Ankara Devlet Operası ve Balesi tarafından 1953 yılında sahneye konmasına ve 3 perde ve 8 sahneden oluşan bu operanın başarıyla oynanmasına, o tarihlerde kurumun genel müdürü olmam dolayısıyla benim de hizmetimi katarak sorumluluk üstlenmiş olmamdır; ve aynı yılın İstanbul’un fethinin beş yüzüncü yıldönümü olmasından ötürü, “Yunus Emre Oratoryosu”nun İstanbul prömiyerinin de Ankara Devlet Operası tarafından, gene benim genel müdürlüğüm zamanda seslendirilmiş olmasıdır.
Prof. Adnan Saygun’un, büyük Türk mutasavvıfı Yunus Emre’nin divanındaki şiirlerinden seçerek 3 Bölüm halinde bestelediği ve icrası 75 dakika süren “Yunus Emre Oratoryosu”nun Türkiye prömiyeri, 25 Mayıs 1946 tarihinde Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin büyük salonunda, Saygun’un yönetimi altında yapılmış ve zamanın devlet erkânı tarafından da dinlenmiş olan bu büyük eser, salonu dolduran kalabalık bir dinleyici kitlesi tarafından uzun uzun heyecanla alkışlanmıştır.
Eserin Fransa prömiyeri, Yunus’un şiirlerinin ünlü Fransız müzikologu Eugène Borrel (1876-1961) tarafından yapılan Fransızca çevirisi ile 1947 yılında Saygun’un yönetimi altında Paris’te önce radyoda, radyo orkestrası, korosu ve solistlerinin icrayı olağanüstü düzeyde gerçekleştirmeleriyle yapılmış, sonra da eser, aynı yıl gene Paris’te Lamoureux Orkestrası ile Saint Eustache korosu ve solistleri tarafından Saygun’un yönetimi altında, Pleyel Salonunda tekrarlanmıştır.
Oratoryo’nun W. Beale tarafından yapılan İngilizce çevirisi ile icra edilen Birleşik Amerika prömiyeri ise, 25 Kasım 1958’de, zamanın ünlü orkestra şefi Leopold Stokowsky’nin (1882-1974) yönetimi altında, Symphony of Air Orkestrası’nın ve New York Devlet Üniversitesi Yüksek Öğretmen Okulu’nun korosu (Crane Chorus) ve solistlerinin katılmasıyla, New York’taki Birleşmiş Milletler binasının büyük salonunda yapılmış ve eser aynı yılın 14 Aralık günü Saygun’un yönetimi altında Crane College’da tekrarlanmıştır. Oratoryo’nun gerek Paris’teki, gerek New York’taki icrasının yabancı basındaki yankıları büyüktür ve kıvanç verici niteliktedir. Bu çok önemli yorumlardan birkaçının olsun burada sayın okurlarıma sunulmasından önce, Saygun’un bu büyük eseri yazarken Yunus’un divanından seçtiği şiirlere yönelik duyarlılığına da değinmekte yarar gördüm; ve şimdi Saygun’u dinleyelim:
“…Yunus Emre’nin, “Aşk gelicek cümle eksikler biter” mısraıyla ne engin bir özlemi dile getirdiğini, ne özlü bir varışın kapılarını ardına kadar açıp, huzurun “Nur” dolu âlemini gözler önüne serdiğini artık içimde duyuyordum. O zaman bu aranışı, sürçmeleri, çileyi ve varışı, kendime özgü bir Oratoryo anlayışı içinde verebileceğimi düşündüm… bu anlayışıma uygun şiirleri, Yunus Divanı adı verilen şiirler dergisinden seçtim. Kiminden birkaç dörtlü, kiminden birkaç mısra aldım… On üçüncü ve on dördüncü yüzyıllarda yaşamış olduğu anlaşılan Yunus Emre’nin şiirlerini, O’na aykırı düşmeyecek bir hava içinde musikiye yansıtabilmek kolay bir iş değildi. Solistler, koro ve orkestra için çokseslilik tekniğiyle yazacağım bu eserde en küçük bir sürçmeyi Yunus affedemezdi. Tamamiyle makamî bir anlayışın hakim olduğu, içinde yer yer kendime göre şekillendirdiğim ilahilerin bulunduğu bu yazı, bu yüzden geleneklerimize dayanıyor demektir. Geleneklerimize ait unsurları, geleneklerimizin dışında kalan bir çokseslilik ile bağdaştırmak… Bu hiç de kolay bir iş değildi. Ama Oratoryonun 1964’teki ilk icrasından sonra Türk ve yabancı aydınlar bir yana, Anadolu’nun küçük şehir ve kasabalarında yaşayan türlü meslek ve yönlerdeki kimseler ile bana kendi gönüllerince mektup yazan, belki de köylerinden hiç ayrılmamış Türk köylüsünde gördüğüm, beni son derece heyecanlandırmış olan olumlu ilgi, gözlerimi Yunus’a huzurla kaldırabileceğim ve O’na: İşte şimdi anlıyorum ki, sana ihanet etmemişim, diyebileceğim kanısını bana verdi… Çağlar gelir geçer, çağlarla birlikte insanlar da gelir geçer, ama evrim, yaşayışta evrim, ruhlarda evrim, sonsuzluğa doğru yürür gider. Bu sonsuzluk yolunda sanat, ancak bu evrim havası içinde oluşacak, sanat adamı eserlerini bu hava içinde verecektir.”
Şimdi de, sayın okurlarıma, Saygun’un vefatını izleyen günlerde bizim basınımızda yayınlanan değerli yazıları okumuş olabileceklerini göz önüne alarak, “Yunus Emre Oratoryosu”nun dış ülkelerde de icra edilmiş olmalarından ötürü yabancı basınlarda yayınlanan bazı yorumların önemli noktalarını sunmak istiyorum:
Fransız Radyosu yayını, 3 Nisan 1947, Paris: “…dinlediğimiz her şey çok asil… Burada hiçbir bayağılık görünmüyor… Sayın Saygun’un eserini vücuda getiren asalet ve asilce davranış, onun üstatlığının en iyi kanıtıdır.” Louis Masson
Nouvelles Littéraires, 10 Nisan 1947, Paris “…Yunus Emre’de varlığını ister istemez benimseten ve birliği sağlayan amacın yüceliği, tembelce çözümleri beğenmemeyi ve egzotizme, tarihe, sistemli modernizme haz duymayı kolaylıkla sağladı. Bu eser, ulusal özellikleri ve dünyamıza yönelişindeki üslubu ile takdiri hak etti ve Paris kamuoyu bunu kuvvetle hissetti…” Marc Pincerle
Daily Mail, 3 Nisan 1947: “…Genellikle lirik olan şiirler, basitliği ve folklorik karakterinden dolayı kompozitöre kabiliyetini gösterme imkânını veriyor. Ve bu da sıcak, renkli bir enstrümantasyonla belirtilmiş oluyor.”
Musical Quarterly, Ocak 1959, New York: “…Böylesine bir deklamasyon, melodik yaratıda bir zayıflık oluşturmuyor, tersine, eser güzel melodiler ile dolup taşıyor ve bunların çoğu pentatonik bir incelik taşıyor ki bu da şiire uygun düşüyor. Uluslara özgü örfler ve âdetler ile, Batı müziğinin uzlaştırıcı karakteri, Oratoryonun dördüncü bölümünde çok güzel ve etkileyici pasajların meydana gelmelerine imkân sağlıyor. Yunus Emre müziğindeki yoğun ulusal karakter ya da yepyeni bir sentezi eskiyle birleştirme gayreti, Bartók müziğinin halk müziğinden yararlanarak oluşturduğu ezgilere benzemektedir. Ve Yunus Emre daha evrensel bir stile sahiptir. Eserin şiiriyeti ve dramatik amacına yönelik bütünlüğü, stil uygunsuzluklarını yenmekte ve dinleyiciyi genel bir asalet ve ruh yüceliği ile baş başa bırakmakta." Franklin B. Zimmermann
Weser Kurier ve Bremer Nachrichten gazeteleri, 15 Nisan 1985; Frankfurter Rundschau gazetesi, 29 Mayıs 1985 (Bremen Radyosunca Bremen’deki Glocke Salonunda, Alman ve Türk dinleyiciler önünde, eserin Almancaya çeviri metni ile icra edilen Yunus Emre Oratoryosu, Tekin Gırkız, Ayhan Baran, Gabriele Fontana ve Cornelia Bergen gibi Türk ve Alman ses sanatçıları, yani solistleri, Kuzey Batı Alman Filarmoni Orkestrası ve Kuzey Alman Radyosu Korosu tarafından, orkestra şefi Prof. Hikmet Şimşek’in yönetimi altında gerçekleştirilmiştir.): “…Artık biz de, Avrupa’da az tanınan, ancak lirik Türk şairleri üzerinde büyük etkisi olan Ortaçağ şair ve mutasavvıfı Yunus Emre’nin derin felsefesi ve büyük dil gücü hakkında bilgi sahibi olmuş bulunuyoruz… 1907 yılında doğan ve bugün Türk bestecilerinin üstadı olarak nitelenen Ahmet Adnan Saygun, Max Meinecke’nin Almancasını düzenlediği bu olağanüstü şiirleri, bazı romantik çağ sonrası tınıları ile Beethoven, Brahms, Schmidt’i anımsatan Avrupai bir müzik ile donatmış. Bazı melodik hatlarda folklorik ögelere rastlamak mümkün olduğu halde, ritmik ögelerde folklor daha az kullanılmış. Bununla birlikte Saygun, ustaca hakim olduğu oratoryo formunu, zengin değişimlerle değerlendirmiş. Müzik, birinci bölümde her şeyden önce buruk bir flüt solosu ile de simgelenen, içe dönük hüznü ifade ediyor. İkinci bölüm özellikle uzun, sık ve coşkun sıralamalarla, insan gönlünün Tanrı sevgisiyle nasıl yanıp tutuştuğunu gösteriyor, sevgi dolu bir coşku ve ilahi yüceliş içinde yanan bu ateş, İnsan’ı Tanrı sevgisiyle birleştiriyor. Saygun, Oratoryosunun bölümlerini, her ölçüsü içtenlikle dolu bir müzikle örtülü ve sözlerin anlamını tamamlayan birer koralle bitiriyor…”.
Sayın okurlarım, işte biz bu Saygun’u kaybettik; daha doğrusu Saygun ölümsüzlüğe, yani kendi evrenine güç etti, her şeyi ile ölümsüzleşti. Onun anlamlı kişiliği, özgün eserleri genç kuşaklara örnek oldukça, ulusal müziğimizin evrensel ideale gereğince erişebilmesi yolunda harcanacak çabalardan daima başarılı sonuçlar elde edileceği muhakkaktır; bundan kimsenin şüphesi olmasın.
(Gayrettepe, 25 Ocak 1991)