Reşat Nuri Güntekin raporu (2)
Yüksek Kültür Bakanlığına
Emirleri üzerine Tiyatro mektebimizi esaslı bir incelemeden geçirdim. Düşündüklerimi arz ediyorum:
Tiyatro mektebinde gösterilmekte olan derslerin mahiyet [nitelikleri] itibariyle üç gruba ayrılması mümkündür:
I - Vücut terbiyesi dersleri
Ritmik jimnastik, akrobatik jimnastik, ses terbiyesi ve eskrim dersleri yekûnu haftada her sınıf için on saattir. Yirmişer dakikalık beş nefes alma temrini ile bu derslerin sayısı on beşe çıkmaktadır. Bu grup dersler teknik ve beynelmilel [uluslararası] mahiyette derslerdir. Kültür, dil ve millî hususiyetlerimizle alâkaları yoktur. Bu itibarla mütehassısın bu grup derslerdeki tam selâhiyet ve mes’uliyetini [yetki ve sorumluluğunu] tanımak vaziyetindeyiz. Bay Karl Ebert’in yaptığı program dahilinde kendi seçtiği Türk ve ecnebi elemanlarla normal şekilde yapılmakta olan bu derslerle ayrıca meşgul olmayı lüzumlu görmedim.
II Tiyatro tedrisatı [öğretimi]
Bugünkü vaziyet:
Meslek dersleri şimdilik mimik ve sahne talimlerinden ibarettir. Bunlar her sınıfta sekizer saat olarak gösterilmekte ve Fonetik ve Diksiyon muallimlerinin de iştirakiyle yapılan iki saatlik sahne talimi semineriyle on saate çıkmaktadır.
Mektebin can dersi hükmünde olan bu grup dersler evvelkilerin aksine olarak kültür, dil ve millî benlik ve hususiyetlerimizle çok yakından alâkalı derslerdir. Bu itibarla hiçbir ecnebi mütehassısın bunları tam muvaffakiyetle [başarıyla] okutmasına imkân yoktur. Diğer taraftan kendimizden de bu çok nazik işi tam ehliyetle üzerine alacak mütehassısı henüz yetiştirememiş olmamız bizi tiyatro davamızın en büyük müşkülü [zorluğu] ile karşılaştırmaktadır.
Çok ehemmiyetli olan bu meselede maruzatım [vereceğim bilgiler] bizzarure [mecburen] uzunca olacaktır
a) Mimik ve jest dersleri
Mimik ve jest derslerinde muallim talebeye bir nevi pantomim yaptırmakta lakırdı söylemeden yüz ve vücut hareketleriyle birtakım sahneler temsil ettirmekte ve ruh haletleri ifade ettirmektedir. Mesela: can sıkıcı bir haber getiren mektubu okuma, bir parlak mağaza vitrinini seyretme, kapıdan korka korka birisini gözetleme, elinde dolu bir su kovası bulunduğunu farz ederek ıkına sıkına yürüme ve saire… Dersler ilerledikçe bu pantomim müteaddit [birden fazla] talebe arasında daha komplike sahneler şeklini alıyor: mesela bir kadın mektup yazan kocasına sürpriz yapmak için yavaşça yanına yaklaşıyor, tam eliyle gözlerini kapayacağı sırada gözü yarı yazılmış mektuba ilişiyor, bu mektubun eskiden sevdiği bir kadına yazıldığını görerek meyus oluyor [üzülüyor]. Yahut sarhoş olarak eve gelen bir koca sofrayı kurulmamış görünce birdenbire kızıyor, fakat biraz sonra karısının içerki odada hasta yattığını fark ederek şaşırıyor, ayılır gibi olarak nedamet ediyor [pişman oluyor].
Bu dilsiz mimik ve jest talimleri tiyatro mektebi için en faydalı ve neticeli temrinlerdir ve derslerin bu kısmı Almanya ve Fransa’daki bir mektepte de böyle gösterilir.
Ancak şu çok mühim noktayı işaret mecburiyetindeyim ki muhtelif ruh haletlerini [ruhsal durumları] ifade eden bu mimik ve jestlerden bir kısmı umumi ve insanidir. Her yerde aynı şekilde tecelli eder [ortaya çıkar]. Ayağına basılan, eline iğne batan, yahut üzerine gelen bir otomobilden kaçan insanın reaksiyonları aşağı yukarı her yerde birdir. Fakat bu yüz ve vücut hareketleri birer beşerî [insani] reaksiyon şeklinden çıkınca, daha yüksek ve kompleks ruh haletlerinin şuurlu [bilinçli] ifadeleri olmağa başlayınca iş değişir. O zaman süje yalnızca insan değildir, millî hususiyetleri olan bir Türk yahut Almandır. Mesela korku, yahut pişmanlığın muhtelif nevi ve derecelerini duyup ifade etmekte Türk ile Almanın müşterek noktaları vardır. Millî hususiyetleri itibariyle ayrıldıkları noktalar da bundan daha az değildir. Halbuki hakiki bir sanat artistinin bu iki kıymetin (insanı ifade ve Türkü ifade kıymetleri) ikisine de aynı hakimiyetle sahip olması şarttır. Mütehassısımız yetiştirmek istediğimiz hakiki artistin insan cephesini işlemeğe kadir zannettiğim bir muallimdir. Fakat onun Türk cephesini işlemek, Türkün kendisini ve muhtelif tiplerini anlayıp duyarak sahneye çıkarttırmak işinde mutlak bir imkânsızlık ile karşılaşmaktadır.
Mütehassısı bu noktada yalnız ve yardımsız bırakacak olursak onun bizzarure [mecburen] her şeyi kendi bildiği gibi yapması, millî hususiyetlere karşı izalesi güç bir ihmal ve lakaydi [kayıtsızlık] ananesi [geleneği] yaratması ve neticede bize kısmen beynelmilel [uluslararası], kısmen Almana yakın, şahsiyetsiz ve orta kıymette artistler teslim etmesi tehlikesi vardır.
Bu tehlikeyi nasıl önleyebileceğimizi ve mütehassısa ne şekilde yardımımız mümkün olduğunu ilerde arz edeceğim.
b) Sahne talimi dersleri
Sahne talimi dersleri çocukların kendi aralarında hazırladıkları bası sahneleri oynamalarından ve mütehassısın gördüğü kusurları tashih etmesinden [düzeltmesinden] ibarettir.
Muallimin Türk olmamasındaki zarar bu derslerde evvelkilerden çok daha kuvvetle kendini göstermektedir. Zarar birkaç cihettendir.
Evvela: hazırlanacak sahnenin muallimin de bildiği sahnelerden olması zarureti. Bunlar münhasıran Şekspir [Shakespeare] ve Alman klasiklerinin piyeslerinden seçilmektedir.
Talebeye mektebin kuruluş tarihinden beri hazırladıkları sahnelerin birer listesini çıkarttım. Elimdeki cevaplara göre her talebe muallim yahut kendisinin intihap ettiği [seçtiği] sekiz on parça üzerinde çalışmıştır. Fazla heveslilerden bir ikisi sırf kendi kendilerine de birkaç parça yapmışlardır.
Hazırlanan parçalar ekseriyetle Şekspir’in (Otello, Makbet, On İkinci Gece, Jül Sezar, Venedik Taciri), Şiller’in [Schiller] (Hile ve Sevgi, Haydutlar), Göte’nin [Goethe] (Faust), Molyer’in [Moliére] (Malade Imaginaire), İbsen’in (Les Revenants) piyeslerinden hazırlanan küçük sahnelerdir.
İhtimamla ezberlenen ve uzun uzun hazırlanan bu metinler, maalesef çocukların öteden beriden buldukları birtakım tercüme piyeslerinden çıkarılmıştır. Hatta bunların arasında çocukların bizzat tercüme edip oynadıkları parçalar da bulunduğu, kendi hesaplarına memnuniyetle, fakat sanat ve tedrisat hesabına esefle görülmüştür. Bu parçaların tercümeleri fena, Türkçeleri fenadır. Talebemiz bu şekilde fena metin üzerinde çalışmağa devam edecek olurlarsa zaten iptidai [ilkel] bir halde olan dil ve zevkleri büsbütün körlenecek, fena itiyatlar teessüs edecek [alışkanlıklar edinilecek] ve kendilerini bir daha yola getirmek kabil olmayacaktır. Fena metinler çocuklarda yalnız dil zevkini dümura uğratmakla [köreltmekle] kalmayacak, doğrudan doğruya tiyatro dersleri için de bir muvaffakiyetsizlik amili [nedeni] olacaktır. Nitekim şimdiden olmağa başlamıştır bile. Çok karakteristik olduğu için bir müşahedemi [gözlemimi] nakletmeden geçemeyeceğim:
Talebeler Jül Sezar’dan bir parça oynuyorlardı. Mark Antuvan rolünü oynayan çocuğun Sezar’ın ölüsü karşısında verdiği nutku mütehassıs [uzman] çok sert ve sesini çok yüksek bulduğunu söyledi. Çocuk buna itiraz ederek oynama tarzını müdafaa etti [savundu] ve hoca ile talebe arasında bir küçük anlaşamamazlık sahnesi geçti.
Dikkat ettim her ikisi de haklı idiler. Talebe bu fena tercüme edilmiş metinde fikrin kendisindeki kudreti, güzelliği, nüansı göremiyor, bu dümdüz, alelade lakırdıların ancak bir fırtına gürültüsüne boğulmak şartiyle bir sanat güzelliği olabileceğini zannediyordu. (Kaboten denen sanatsız aktör, oynadığı eserin fikir, kendisinin lisan ve ifade cihetinden olan eksiğini daima teatral jest ve trajik sesle gidermeğe çalışır. Eski Manukyan mektebi aktörleri sırf bu vasıta ile halkı teheyyüc ve alâkadar etmeğe muvaffak olurlardı [heyecanlandırıp ilgisini çekmeyi başarırlardı].) Mütehassısa gelince, eldeki tercümenin çocuğa bir şey söylemediğini anlamıyor, bu fikirleri alçak ses ve tabii eda ile ifade etmenin daha sanatkârane olacağına boş yere iknaa alışıyordu. Müstait [yetenekli] bir talebenin İbsen’in “Les revenants”ından hazırladığı bir parça da yine bu yüzden bütün müessir [etkili] tabiiliğini kaybediyor ve lüzumsuz feryatlar, ihtilaçlarla [çırpınmalarla] bir melodram sahnesi halini alıyordu. Piyasada matbu [basılı] tercümeleri bulunan ve metinleri muallimlerce malûm olan [bilinen] piyeslerle iktifa [yetinme] mecburiyeti bizi şu fena netice ile de karşılaştırmaktadır: Arz ettiğim iki şartı haiz [içeren] piyesler yukarda isimlerini yazdığım meşhur eserlerden ibaret gibidir. Halbuki bunlar yüksek trajedi ve dramlardır. Trajedi şahsiyetleri paroxisme [kriz] haline gelmiş büyük heyecan ve ihtirasları ifade eden komplike şahsiyetlerdir. Bu şahsiyetleri tiyatroya yeni başlayan çocukların -hele bizimkiler gibi edebiyat terbiyesi geri olursa- anlamaları güç, ifade etmeleri daha güçtür.
Müptediler [yeni başlayanlar] evvela etraflarında gördükleri basit tip ve şahsiyetlerin basit hayat ve hareketlerini, basit haleti ruhiyelerini [ruhsal durumlarını] ifadeye çalışmakla işe başlamalıdırlar. Güzel koşmak ve atlamak için evvela doğru yürümesini öğrenmek şart olduğu gibi, yüksek ihtiras ifade etmek için de evvela basit duyguları tabii bir şekilde ifadeye başlamak şarttır.
Bu mesele hakkında mütehassıs Braun ile görüştüm. Kendisi de benim fikrimdedir. Fakat ne çare ki eser yokluğu karşısında önüne ne gelirse onu almak mecburiyetindedir.
(Burada not olarak arz edeyim ki büyük klasikler çok iyi tercüme de edilmiş olsalar bizim mektebimiz için muvaffakiyetli [başarılı] temrin [çalışma] metni vazifesini göremeyeceklerdir. Çünkü bu eserler ayrı bir medeniyet ve zihniyetin malıdırlar. Şaheser de tercümesinde tahrif caiz olamayacağı [değişiklik yapılamayacağı] için teşbihler, imajlar, tabirleri aynen Türkçeye geçirmek zarureti vardır. İyi bir tercüme bize sadece bir ecnebi eseri tanıtacak fakat ondaki fikirlerin birçoğunu bize benimsetemeyecektir. Bu takdirde de talebe kendi fikrine ve diline ait olmayan şeyleri ifade vaziyetinde kalacak ve bundan yukarda bahsettiğim teatral ve tantanalı ifade tarzı doğacaktır ki gayemizin tamamen zıddına [tersine] bir şeydir.)
Maruzatımı hülâsa edeyim [düşüncemi özetleyeyim]: Tiyatro derslerinde mütehassıs muallim kendi selahiyet ve ihtisası [yetki ve uzmanlığı] dahilinde olan kısmı iyi yapıyor ve bu noktadan talebemizin hayli ilerlemiş olduğunu da kabul edebiliriz. Fakat bilhassa sahne talimi derslerinde elde iyi metinler bulunmaması yapılan işe kalitesinden kaybettiriyor. Sahnede yapılan temrinlerde, muallim talebenin yalnız mimik, jest ve sesiyle meşgul olabiliyor, fakat işin en mühim unsuru olan söz bizzarure mühmel ve metruk [mecburen ihmal ve terk edilmiş olarak] kalıyor.
Bu bahsi bitirmeden şu noktayı da yine işaret etmek isterim ki tiyatroda ifade (expression) denilen şey bir kül, bir bütündür. Bu bütünün en mühim unsuru sözdür. Jest ve mimik, ses ve entonasyon onun (pratikte tefrik [ayrım] kabul etmeyen) tabileridir [ayrılmaz parçalarıdır]. Ses, jest ve mimik bütün hususiyetlerini ve renklerini sözden alırlar. Tiyatro temrinlerinde [çalışmalarında] bu elemanların hep bir arada inkişafı [gelişmesi] şarttır.
Mütehassısımızın Türk dilinin jenisini [dehasını] kavramış bir Türk olmaması tedrisatı [öğretimi] bu noktadan -vahim surette- aksatmaktadır.
Tiyatro tedrisatını ıslah çaresi
Dört beş sene evvel Bakanlığın emri üzerine yazmış olduğum raporda bir tiyatro mektebi kurmakta karşılaşacağımız en büyük müşkülün [zorluğun] bu olduğunu tafsilatıyla [ayrıntılarıyla] bildirmiştim. Bugün bir buçuk senelik tecrübe karşısında kanaatlerimiz daha kuvvetlenmiş bulunuyor ve bu vaziyetin pratik çaresi hakkındaki fikirlerimi müsaadeleriyle arz ediyorum:
Başka memleketlerde tiyatro mektebi, tiyatro sanatı teessüs ettikten [oluştuktan] ve birçok büyük artist nesilleri yetiştikten sonra kurulmuştur.
Oralardaki muallimin vazifesi sadece eskilerin mevcut tekellüm [konuşma], telâffuz, mimik ve jest modellerini yeni nesillere talim etmekten ibarettir. Tıpkı bütün ilim ve sanat mekteplerinde olduğu gibi.
Bize gelince, bizde henüz yüksek manasiyle ne sanat, ne sanatkâr teessüs edememiştir. Bizim kurduğumuz mektepdir ki bunları yaratmak vazifesini üzerine almak vaziyetindedir.
Bunun için bizim mektep Avrupa mekteplerinin bir taklidi olamamak ve yolunu kendi hususi hedefine gör