
(Bütün Dünya, Sayı: 2001/04)
Cevad Memduh Altar’ı tanımış olmak önemli değil. Önemli olan, tüm yaşamı boyunca fikirlerini, düşüncelerini, büyük önder Atatürk’e bağlılığını sanatçı kimliğinin ardında tüm meslek yaşamına taşımış olması, onun kişiliğini benimsemiş olabilmemiz ve onun çizdiği yolda gidebilmiş olmamız. Sanırım önemli olan bu.
İnsanlığın hizmetine adanmış, şan, şeref dolu 93 yıllık bir ömür… Hangi Cevad Memduh Altar’ı anlatmaya çalışayım size?
Çoksesli Batı müziğinin Türkiye’de yerleşmesine büyük katkıları olmuş, aydınlanmacı Cevad Memduh Altar’ı mı? Türk tarihinin en hassas ve en önemli dönemlerinin bizzat içerisinde yaşamış, Atatürk’ün yakınında bulunmuş bir tarih Cevad Memduh Altar’ı mı? Müzik konusunda büyük otorite, büyük sanatçı Cevad Memduh Altar’ı mı? Doksan yaşında bile Anadolu yakasından vapurla Fındıklı’daki üniversitesine hep aynı heyecanla giden eşsiz eğitimci Cevad Memduh Altar’ı mı? Ya da, 13 yaşındaki bir çocuk geldi diye, seksen küsur yaşında ayaklara kalkan, evine gelen küçük konuğuna, tüm karşı koymalara karşın kapının dışına dek eşlik eden İstanbul beyefendisi, insan Cevad Memduh Altar’ı mı?
Hayır, bunların hiçbirini anlatmayacağım, anlatamayacağım. Çünkü Cevad Memduh anlatılamazdı, ancak yaşanırdı. Onu hiç görmemiş, tanımamış birisine onun gözlerindeki ışığı, gönlündeki aydınlığı, bedenindeki enerjiyi anlatabilir misiniz? Cevad Memduh’u anlatmaya çalışmak böylesine boşa bir çaba. Onun için bu yazımda ben, yalnızca ondan söz edebiliyor olmanın onurunu taşımak için, sizlere dost ağabeyim Cevad Memduh Altar’ı anlatmak, sizlerle paylaşmak istiyorum duygularımı.
Onu ilk tanıdığımda 80’li yılların başlarıydı. Bir akşam bize yemeğe gelmişti. Ben 13-14 yaşlarındaydım. Babam beni kendisine tanıştırmış ve benim gitar çaldığımı söylemişti. Çok ilgilenmişti ve sormuştu: “Bana da bir şeyler çalar mısın?”
Doğrusu, ben o yaşlarda, eve gelen konuklara gitar çalmaktan hiç hoşlanmıyordum, sürekli bu konuda ısrar edildiğinden olsa gerek her halde. Ne var ki, bugün gibi anımsarım. Cevad Memduh’a gitar çalmak fikri hiç de sevimsiz gelmemişti bana ve büyük bir keyifle yapmıştım o işi. Üstelik “Ne tonton bir insan” diye düşünmüştüm. Onu tanımamın ne kadar önemli bir olay olduğunu ve “tontonluğunun” onun meziyetler listesinde yalnızca kısacık bir satır olduğunu doğrusu pek anlamamıştım o zamanlar.
Bize o ilk gelişinin üzerinden bir yıldan az zaman geçmişti. Bir gece evde Selim ile ikimiz yalnız oturuyorduk. Gecenin nispeten ilerleyen bir vaktiydi, saat 23.00’e geliyordu, telefon çaldı. Açtım, gayet kibar bir ses babamı istedi. Ben oğlu olduğumu, kendisinin evde olmadığını söyleyince o ses, “Remzi’ciğim nasılsın? Ben babanın arkadaşı Cevad” dedi ve hemen “Gitar nasıl gidiyor?” diye sordu. Yanıt verdim, karşıdan hemen müziğe dair bir başka soru geldi. Telefonu kapattığımızda saat 23.00’ü epey geçmişti. Seksenini aşkın o canlı tarih ile daha 15’ine gelmemiş çocuğun sohbeti yarım saati aşmıştı. Buna o zaman bile şaşırmıştım. Zaman ilerledikçe ve bunu düşündükçe şaşkınlığım daha da artmıştı. İlerleyen yıllar içinde onu daha iyi tanımaya çalıştım.
Bu olayın üzerinden yıllar geçti, Kendisini iki kez daha gördüm. Bunlardan asla unutamayacağım bir tanesi 80’li yılların sonlarına doğru, AKM’de müzik üzerine bir toplantı dinlemeye gittiğimdeydi. Hoş bir rastlantı, kendisinin konuşmacı olduğunu bilmiyordum. Toplantı da epey hararetli bir toplantıydı. “Klasik Türk müziği mi iyidir, yoksa klasik Batı müziği mi?” gibi tartışmaya çok açık bir konusu vardı. Herkes sırayla bir tebliğ sunuyor, bir önceki tebliği ise şiddetle eleştiriyordu. Kısacası herkesin kaleminden kan damlıyordu. Sonunda söz sırası kendisine geldi. Onun biçemi hiç de diğerlerininki gibi değildi. Üstelik de o, bu konularda taraf olmuş bir insandı. Ne var ki anlatıyor ama karşısındakileri de dinlediğini her haliyle belli ediyordu. Eleştiriyor, ama kimseye saygısızlık etmiyordu. Ve sonunda her halinden, bulunmaz bir bilgi birikimini eşsiz bir nezaketle taşıdığı o kadar belli oluyordu ki. Konuşma bitti, bir anlık derin bir sessizlikten sonra salon patladı. Alkışlar, bravo sesleri her tarafı kapladı. Sanki bu insanlar, biraz önce o birbirlerini kıyasıya eleştiren, üstelik bakışlarıyla birbirlerini pek de sevmediklerini açıkça ortaya koyan o insanlar değillerdi. Hocanın bilgisi, sevgisi ve nezaketi karşısında daha fazla direnememişlerdi.
Doksanlı yıllardan sonra onunla olan görüşmelerimiz gittikçe azalan sıklıklarda olmaya başladı. Sağlığı iyiydi ama uzun süreli toplantılarımıza katılamıyordu. Yine de bir arada olduğumuzda gittikçe artan yorgunluğunu görmemek olanaklı değildi. Ama o yine de bizlerle birlikte olmak istiyordu ve her gelişinde de, başka bir sözü, başka bir davranışıyla beni şaşkınlıklar içerisinde bırakıyordu. Bu gelişler azalarak sürdü. Toplantılarımızda ya da bayramlarda görüşüyorduk. Ta ki alışverişe çıktığı bir gün o lanet bisiklet onun üzerine yıkılana dek. Bunu da atlattı ama bir daha asla eskisi kadar iyi olmadı.
Bir gün arkadaşlarımız kendisini ziyaret ettiklerinde konuşmaları banda kaydettiler. Bizler de akşam onu videodan izleyip özlem gidermeye çalıştık. Bu onu son görüşümüz oldu. Hastalığı arttı. Haberlerini sürekli alıyordum. Hiç gitmedim ziyaretine; hayalimde hep o eski hali kalsın istedim. Öyle de oldu…
Düşünüyorum, onu nasıl anlatırım, hangi özelliği ile kısaca tanımlarım diye. Çok iyi konuşurdu ama bence bu en önemli özelliği değildi. Çok bilirdi ama onu o yapan bilgisi değildi. Değerli bir sanatçı, sevgi dolu bir eğitimciydi ama nice benzerlerinden farklı değildi. İyi bir aile babasıydı, birçok iyi aile babası gibi. Evet, canlı bir tarihti ama başkaları da vardı onun gibi.
Anlatılamayacak denli nazikti, zarifti. O, çağdaş bilgiler düzeyinde düşünceleri ve tutarlı davranışlarıyla bir aydındı. Antik çağda ölçülülük, ortaçağda Tanrı buyruklarını yerine getirme, Rönesans’ta insanlığa güven, yeni çağda kamu yararını kişisel çıkarından üstün tutma, günümüzde kendi kendini aşma gücü olarak tanımlanan erdem: işte Cevad Memduh Altar… O, tüm çağların tanımlarını içerir.
Cevad Memduh Altar, artık aramızda yok. 14 Eylül 1902 tarihinde İstanbul’da başlayan, 24 Mart 1995 tarihinde yine İstanbul’da sona eren bir yaşam… Arkasında sayısız yapıtlar, sayısız hayranlar bırakarak.
Bizlere düşen, onda vücut bulmuş değerleri yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak. Biliriz ki ışık taşıyan eller değişse de, taşınan ışık ölümsüzdür ve bu sayede bir kez daha haykırma hakkını elde ederiz: “Hiçbir şey ölmez, her şey yaşar” diye.
Ne demiş Konfüçyüs: “Bir insan ölünce ölmez, çünkü başka insanlar onun adını zaman zaman dile getirerek onu yaşatırlar. Fakat bir gün, bir yerde, birisi onun adını son kez söyler. İşte o zaman insan ölür.”
Cevad Memduh Altar sonsuza dek yaşayacak. Ölmez anısı önünde saygı ile eğiliyorum.