Devlet Konservatuvarı
yıllığında basıldı.
(1966)
Cevad Memduh Altar
Cebeci civarında üç kerpiç ev vardı. Bunlardan ortadaki Musiki Muallim Mektebi, sağdaki müdür evi, soldaki de kızlar yatakhanesi idi. Zamanla üçü de yıkılan bu evlerden sol taraftakinin vaktiyle Azerbaycan Elçiliği olduğu söylenirdi. Eski Hamamönü mahallesi, Ankara’nın Cebeci’ye bakan son sınırı idi. Geceleri buradan mektebe dönmek oldukça güçtü; Samanpazarı’ndan inip, koyu bir karanlığa dalmak, bomboş bir tarlayı aşmak lazımdı. Mekteple Hamamönü arasında tek durak, Havuzlu Kahve idi. Bahçesini alçacık bir duvar çeviren bu kahvenin geceleri ta uzaktan göz kamaştıran lüks lambası, bizim için deniz fenerinden farksızdı. Mektepten şehre, şehirden mektebe dönüşte hep o ışığı izlerdik.
Devlet Konservatuvarına temel olan Musiki Muallim Mektebi, o tarihlerde kendi dünyasını yaşayan bir sanat yuvası idi; medeni araçların çoğundan yoksundu. Geceleri okulun erkekler yatakhanesine gidebilmek bir macera idi. Cebeci’nin Hatip çayı kenarındaki eski bir tekke, yatakhane olarak kullanılıyordu. Okulu dış dünyaya bağlayan taşıt aracı olarak da dört at, bir merkep, köhne bir payton, bir de yük arabası vardı. Bunlardan yük arabası, yalnız şehirden erzak taşımakla kalmazdı; Cebeci çayırının dizi aşan çamuru yüzünden öğrenciler bu araba ile onar onar yatakhaneye taşınırdı. Bu arada hayvanların en sevimlisi olan merkebin hizmeti önemliydi. Cebeci çayırının havasından, otundan yalnız yaz ayları faydalanan bu çilekeş merkebin görevlerinden biri de çamurlu gecelerde mektepten tekkeye nöbetçi öğretmeni taşımaktı. Boz harmaniyeye sarınmış on yolcusuyla tekkeye doğrulan arabanın ya önünde ya ardında hep bu merkep yürür ve sırtındaki eli fenerli öğretmeni düşürmeden taşımaya son derece gayret ederdi.
Mektebin müdüre mahsus paytonuna da diyecek yoktu. Her tarafı sallanan bu arabanın döşemesi, şişman bir bayan öğretmeni Samanpazarı’na taşırken birden çökmüş ve ayakları yere değen öğretmen, sürücü duyuncaya kadar, tekerleklerin hareketine ayak uydurmak zorunda kalmıştı!
Okulun erkekler yatakhanesi olan eski tekke, Hatip çayına inen dik bir yamaca kurulmuş, ortası avlulu kerpiç bir evdi; binanın çaya bakan yönü, ancak payanda direkleriyle ayakta durabiliyordu. Üst kattaki sofa, öğrenci yatakhanesi, sağdaki oda ise öğretmen yatakhanesi olarak kullanılmakta idi. Kış boyunca pencere açamamak fena bir şeydi. Bazen kokunun her çeşidi, petrolü biten lambaların fitil dumanlarıyla da karışır, sanki bıçakla kesilecek kıvama gelirdi. Yatakhanenin sağlık tesisatı, avluya dizilmiş yirmi kadar musluklu gaz tenekesinden ibaretti. Kışın tenekelerin donması, ayrı bir üzüntü olurdu.
Bir kış akşamı idi; öğrencilerimi tekkenin avlusuna merkep sırtında gene yük arabasıyla taşımıştım. İşlerini bitirip yatakhaneye çıkanların sonuncusunu da beklemiş ve ben de yatmıştım. Gece yarısı korkunç bir serinlik içinde gözlerimi açınca, parlak ve yıldızlı gökyüzünü başucumda görüverdim. Meğer biz uyurken deprem olmuş, arkamdaki kerpiç duvar dereye uçmuş, kışın parlak göğü yatak odama kadar girmişti.
Her şeye rağmen Musiki Muallim Mektebinde üzüntüye yer yoktu. Günün neşesi, müdür Zeki Beyin güleç yüzüyle başlardı. Yıllardır çoğunu kaybettiğimiz öğretmenlerin hepsi, görevlerinin önemini gerçekten kavramış kişilerdi. Bu adları ve hatıraları unutulmaz hocaları, başta viyolonist Zeki Bey, Veli Hoca [şair Orhan Veli’nin babası], piyanist Sadrettin, Ahmet Muhtar Ataman olmak üzere her zaman saygı ve rahmetle anarım.
Zeki Bey, zamanın güçlüklerine göğüs gererek, Mızıka-i Humayun’dan kalanı Ankara’ya taşımış, ayrıca Musiki Muallim Mektebi’nin kurulabilmesi imkânını da sağlamıştı. Bu okul, zamanla kıymetli müzik öğretmenleri yetiştirdi. Zeki Beyin yönettiği kurumlardan biri, daha sonra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası adını aldı. Musiki Muallim Mektebi de kuruluşundan 11 yıl sonra, Devlet Konservatuvarı oldu. Konservatuvar, bu yıl 30’uncu doğum yılını arkaya atarken, değerli besteciler, virtüozlar yetiştirecek seviyeye ulaştığını ispat etti ve az zamanda Devlet Tiyatrosu’nun, Devlet Operası’nın, Opera Korosu’nun, Opera Orkestrası’nın ve Opera Balesi’nin kuruluşunu da sağladı. Bütün bu hareketlere Ankara’da Zeki Beyin gayretiyle kurulmuş olan Musiki Muallim Mektebi’nin başlangıç olduğu muhakkaktır. Gerçi Ankara’da bir devlet konservatuvarının kurulması fikri, 1934 yılında Millî Eğitim Bakanlığında yapılan uzmanlar toplantısında ilk olarak ortaya atılmış ve bu fikrin gerçekleştirilmesi, ancak Atatürk’ün önderliğiyle mümkün olabilmiştir.
Musiki Muallim Mektebi kurulmuş, aradan birkaç yıl da geçmişti. Okulda tertiplenen müsamereler, Cebeci’deki bu sanat yuvasının bir konservatuvar haline getirilmesi gerektiğine az zamanda herkesi inandırmıştı. Gene o günlerde, Cebeci’deki üç kerpiç evin yerine yeni bir binanın yapılacağını Zeki Beyden işitmiş ve sevinmiştik. Zeki Bey hemen her gün Ulus’taki Millî Eğitim Bakanlığına taşınıyor, elde ettiği sonuçları akşamları bize anlatıyordu: Gazi gereken emri vermiş; Bakan Mustafa Necati işe el koymuş; bugünkü binanın yapımına hemen başlanacakmış.
Günlerden bir gün, okulun arka bahçesinde birkaç yabancı görünmüştü ki, yanlarına gitmiş ve aralarındaki sarışın zatın Viyanalı ünlü mimar Prof. Egli olduğunu öğrenmiştik. Aralıklarla sürüp giden ölçüp biçmeden sonra, binanın yanılmıyorsam Tahsin Bey adlı bir müteahhide ihale edilmiş olduğunu işittik. Birkaç hafta sonra da arsaya taş, kum, çakıl, kireç gibi yapı malzemesi yığılmış, toprağın direnç denemeleri de yapıldıktan sonra ilk kazma vurulmuş, kurbanlar kesilmişti. Fakat o sıralarda ortaya çıkan bir rivayete de üzülmemeye imkân yoktu: güya yeni bina 6 sınıflı Muallim Mektebi olarak yapılıyormuş da, ileride Musiki Muallim Mektebi yaşamayacak olursa kolayca Muallim Mektebine çevrilebilecekmiş!
Temel atma günü de gelmişti. Bugünkü binanın arka sol açısına bir hatıra yazısının şişe içinde bırakılması gerekiyordu. Hepimiz heyecanla orada idik; evvela nutuklar söylendi, sonra da çukura inildi. Beton zeminde hazırlanan kutu gibi bir yere içinde yazı ve devrin parası bulunan bir şişe kondu ve üzeri çimento ile örtülüverdi. İki yıl içinde yapı tamamlandı ve meydana gelen bina, o zaman çıkan rivayetlerin tamamen aksine, Türkiye Cumhuriyeti’nin önce Musiki Muallim Mektebi, sonra da Devlet Konservatuvarı olarak tanındı ve şerefli bir hizmeti bütün gücüyle devam ettirmeye gayret etti.
Devlet Konservatuvarının yarattığı kardeş kurumlar da zamanla gelişip olgunlaşmış, memleketin kültür açığını kapatma yolunda azimle savaşmıştır. Hattâ Devlet Konservatuvarı, 39’uncu yıldönümünde, sanatta ileri amaç ve ilkelere yönelirken, çoktandır hak ettiği yeni binaya bir an önce kavuşması zorunluluğunu açıkça ortaya koymuş bulunuyor. Yaşadığımız günlerin de yarının hatırası olacağını unutmayalım.
(15.4.1966)