Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

BELGELERÇEŞİTLİ BELGELER

34 yıl önceye bakış

 

Cevad Memduh Altar

Cebeci çayırında 3 ev vardı. Bunlardan ortadaki Musiki Muallim Mektebi, sağdaki müdür evi, soldaki de kızlar yatakhanesi idi. Sonradan üçü de yıkılan bu binalardan sol taraftaki iki katlının vaktiyle Azerbaycan Elçiliği olduğu söylenirdi. Bu evlerden başka görünürde hemen hemen hiçbir şey yoktu. Eski Hamamönü mahallesi, Ankara’nın Cebeci’ye doğru son sınırıydı. Buradan hele geceleri mektebe dönmek oldukça güçtü. Saman Pazarı’ndan indikten sonra, koyu bir karanlığa dalmak ve bomboş bir tarlayı aşmak lazımdı. Mekteple Hamamönü arasında tek uğrak, Havuzlu Kahve’ydi. Bahçesini alçak bir duvar ve demir parmaklıklar çeviren bu kahvenin ta uzaktan gözleri alan lüks lambası, bizim için sanki bir deniz feneri gibiydi. Mektepten şehre, şehirden mektebe dönüşte hep o ışığı kollardık.

Bugün Devlet Konservatuvarı’na temel olan Musiki Muallim Mektebi, o tarihlerde 80 kadar öğrencisiyle tamamen kendi âleminde yaşayan bir mektepti. Burası, medeniyetin hayatı kolaylaştıran bütün imkânlarından mahrumdu. Hele erkekler yatakhanesine gidebilmek bir maceraydı. Bu kısım, mektepten yaya 10-15 dakika kadar uzaktaydı. Cebeci’nin Hatip Çayı kenarındaki eski bir tekke, yatakhane olarak kullanılıyordu. Mektebin taşıt aracı olarak dört atı, bir merkebi, bir paytonu, bir de yük arabası vardı. Bunlardan çift atlı yük arabası, yalnız şehirden erzak taşımakla kalmazdı, Cebeci çayırının bazen beli aşan çamuru yüzünden, öğrenciler gene bu araba ile onar onar yatakhaneye taşınırdı.

Mektebin dört ayaklı taşıtları arasında yer alan sevimli bir merkebin hizmeti de küçümsenmeyecek kadar önemliydi. Yalnızca yazları Cebeci çayırının havasından otundan fırsat düştükçe faydalanabilen bu çilekeş hayvanın kışları en mühim rolü, çamurlu gecelerde mektepten tekkeye nöbetçi öğretmeni taşımaktı. Sırtı boz harmaniyeli 10 yolcusuyla, koyu karanlıkta tekkeye doğrulan arabanın ya önünde ya da ardında bu merkep görünüverirdi. O esnada hayvancağız yalnız çamura batmakla kalmaz, aynı zamanda sırtında eli fenerli bir nöbetçi öğretmeni de birlikte taşırdı. Bu hizmet hemen kış boyunca sürer giderdi.

Hele mektebin müdüre mahsus paytonuna diyecek yoktu. Her tarafı sallanan bu araba, günün birinde oldukça şişman bir bayan öğretmeni Saman Pazarı’na çıkarırken, birdenbire içi çökmüş ve arabacı duyuncaya kadar zavallı öğretmen arabanın içinde koşmak zorunda kalmıştı.

Erkekler yatakhanesi, Hatip Çayı’na inen dik bir yamaç üzerine kurulmuş, ortası avlulu, kerpiç bir tekkeydi. Binanın çaya bakan tarafı, ancak koltuk değneği vazifesi gören payanda direkleriyle ayakta durabiliyordu. Üst kattaki genişçe sofa öğrenci yatakhanesi, sağdaki bir oda da öğretmen yatakhanesi olarak kullanılmaktaydı. Hele kışları pencere açamamak en büyük facia idi. Bazen kokunun her çeşidi, petrolü biten lambaların fitil dumanlarıyla da karışır ve sanki bıçakla kesilecek kıvama gelirdi. Sıhhi tesisat, gelenek uyarınca bahçeye konmuş, 50-60 öğrencinin yalnız yüzlerini yıkamaya yetecek kadar taşıma su, ancak omzu tenekeli sakalarla sağlanabiliyordu. Bu su, gene avluda sıralanan 20 kadar musluklu gaz tenekesine boşaltılırdı. Kışın bu tenekelerin donması, ayrı bir üzüntü konusu olurdu.

Bir kış akşamıydı. Gene tekkenin avlusuna öğrencilerimi yük arabasıyla getirmiştim. İşlerini bitirip teker teker yatakhaneye giden öğrencilerin sonuncusunu da beklemiş ve yatmıştım. Gece yarısı korkunç bir serinlik içinde gözlerimi açınca, başucumda ansızın parlak ve yıldızlı gökyüzünü görüverdim. Meğer bir uykudayken deprem olmuş, arkamızdaki kerpiç duvarın bir kısmı sessiz sedasız dereye uçmuş ve kışın parlak göğü bu yüzden yatak odamıza kadar girivermişti.

Bütün bu güçlüklere rağmen, Musiki Muallim Mektebi’nin sevimli havası içinde üzüntüye, kedere yer yoktu. Orada günün neşesi, Müdür Zeki beyin her zaman gülen yüzüyle başlardı. Yıllar boyunca bir kısmını kaybettiğimiz kıymetli öğretmen arkadaşlarımızın hepsi de vazifelerinin önemini gerçekten bilen kimselerdi. Bu yerine konamayan sanat öncülerini, başta rahmetli Zeki bey ile Veli Kanık hoca ve piyanist Sadrettin olmak üzere her zaman saygıyla anarım.

Zeki bey, zamanın bütün güçlüklerine tek başına göğüs gererek, Mızıka-yı Humayun’dan ne kaldıysa, İstiklal Savaşı’ndan sonra Ankara’ya taşımış ve sırf kendi inisiyatifiyle Musiki Muallim Mektebi’nin kurulabilmesi imkânını sağlamıştı. Gene bu mektep, yurdumuza ilk olarak birçok kıymetli müzik öğretmeni yetiştirmişti. Zeki beyin idare ettiği bu müesseselerden biri, zamanla Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, öteki de -kuruluşundan 11 yıl sonra- Devlet Konservatuvarı oldu. Konservatuvar ise, bu yıl 25. doğum yılını arkaya atarken, değerli besteciler, virtüozlar yetiştirecek seviyeye ulaştığını ispat etmiş, Devlet Tiyatrosu’nu, Devlet Operası’nı, Opera Korosu’nu, Opera Orkestrası’nı ve Opera Balesi’ni doğurmuştu. Bütün bunlara, Ankara’da vaktiyle kurulmuş olan Musiki Muallim Mektebi’nin başlangıç olduğu muhakkaktı. Vakıa Ankara’da bütün bölümleriyle bir konservatuvarın kurulması fikri, ilk olarak 1934 yılında Millî Eğitim Bakanlığı’nda yapılan toplantılardan sonra ortaya atılmıştı. Nitekim bu fikrin gerçekleşmesi, ancak Atatürk’ün demir iradesi sayesinde mümkün olmuştu. Bununla beraber, rahmetli Zeki beyin Ankara’da bir Musiki Muallim Mektebi’nin kurulması yolunda göze aldığı mücadelenin günün birinde başarıyla sonuçlanması, sonradan Devlet Konservatuvarı’nın kurulmasını sağlayan teşebbüslere de ışık tutan ilk fikir olma vasfını taşıdı.

Musiki Muallim Mektebi kurulmuş, aradan uzun yıllar geçmişti. Okulda tertiplenen müsamere geceleri, Cebeci’ye sığınan bu sanat yuvasının artık daha başka bir müessese haline getirilmesi gerektiğine, az zamanda herkesi inandırmıştı. Gene o günlerdeydi ki, Cebeci’deki okul binalarının yerine yeni bir binanın yapılacağını Zeki beyden işittim (yıl 1927). Zeki bey, hemen her gün, Taşhan’daki Millî Eğitim Bakanlığı’na taşınıyor, elde ettiği sonuçları akşamları bize anlatıyordu. Nitekim Gazi, gereken emri vermiş, rahmetli Bakan Mustafa Necati işe el koymuş ve bugünkü konservatuvar binasının inşasına başlanması artık bir tarih meselesi olmuştu.

1927-28 eğitim yılının sonlarına doğruydu, günün birinde mektebin arkasındaki bahçede birkaç yabancı görünüverdi. Yanlarına gittik ve bunlardan sarışın bir zatın Viyanalı mimar Prof. Egli olduğunu öğrendik. Haftalarca devam eden ölçüp biçmelerden sonra, bugünkü binanın, yanılmıyorsam Tahsin bey adlı bir müteahhide ihale edilmiş olduğunu öğrendik. 1928 yılında da arsaya önce taş, kum, çakıl gibi yapı malzemesi yığılmış, toprağın direnç denemeleri de yapıldıktan sonra temel kazılarına başlanmıştı. Fakat ağızda ağza dolaşan bir söz, bizi üzmüyor değildi. Söylenene bakılırsa, yeni bina 6 sınıflı bir muallim mektebi olarak yapılacakmış da, ileride Musiki Muallim Mektebi yaşamayacak olursa, binanın bir muallim mektebine kolayca çevrilebilmesi imkânı da böylelikle sağlanmış olacakmış. (!)

Nihayet temel atma günü de gelmişti. Bugünkü binanın arka sağ açısının temel kısmına, şişe içine konan bir hatıra yazısının törenle bırakılması gerekmekteydi. O gün hepimiz oradaydık. Önce nutuklar çekildi, kurbanlar kesildi, sonra da temele inildi, betonda hazırlanan kutu gibi bir yere, içinde yazı ve devrin parası bulunan bir şişe bırakılıp üzeri çimentoyla örtülüverdi. Yemekler yenmiş, şerbetler içilmiş ve o sevimli güne böylece son verilmişti.

Aradan geçen 32 yıl içinde, bu binanın bir öğretmen okuluna çevrilmesi kimsenin aklından geçmemişti. 1927 yılının idarecilerinin iyi niyetle yanıldıkları anlaşılıyordu. Nitekim maksada hiçbir vakit elvermemiş olan bu binanın zamanla sağına, soluna, arkasına ve en nihayet böğrüne eklenen binalar, bu endişenin yersizliğini ispat etmişti. Bugün artık Devlet Konservatuvarı’nın muhtaç olduğu çok daha büyük bir binanın yapılmasını gerektiren zaman da geldi çattı. Hattâ bu yeni binanın ileride başka bir amaca da yöneltilebileceğini düşünecek kadar ihtiyatlı bir neslin yerini büsbütün başka bir nesil aldı. O halde, Devlet Konservatuvarı ve onun doğurduğu müesseseler almış yürümüş ve memleketin büyük bir kültür açığını kapatmıştır. Elverir ki bu müessese 25. yıldönümünü anma vesilesiyle yeni amaçlara yönelirken, çoktandır hak ettiği yeni binaya bir an önce kavuşması imkânı da göz önüne alınsın. Yaşadığımız günlerin de yarına hatıra olacağına şüphe etmeyelim.

(Ankara, 1 Mart 1961)