Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİKONFERANSLAR

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

I. OPERA VE BALE KONGRESİ

Kültür Bakanlığı
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü

I. OPERA VE BALE KONGRESİ
16-17-18 Mayıs 1989
(Cevad Memduh ALTAR’ın irticalen yaptığı konuşma)

            Sayın Bakanım, sevgili meslektaşlarım ve sevgili konuklarımız,

            Çok mutluyum. Bundan elli yıl kadar önce Cumhuriyetimizin kurucusu aziz Ata’nın teşebbüsleriyle kurulmuş olan Devlet Konservatuvarı’nın ve konservatuvarların meyvelerini, ürünlerini toplayıp bir Türk operası oluşturmanın verdiği sevinçle ve mutlulukla bugünü yaşamak herkese nasip olmuyor. Ama ulu Tanrı bana bu imkânı bugüne kadar sağladı. Hem Atatürk gibi tarihe sığmayan bir büyük yol göstericinin rehberliği altında başlamış olan sanat reformlarına emeğini katan, o uğurda hizmet veren bir kişi olarak aranıza katılmanın mutluluğuna erdim, hem de elli yılı aşan bu süre içerisinde bu büyük kültüre emek verme imkânını elde ettim. Bunu bana bağışlayan devletime, milletime, büyüklerime huzurunuzda minnet ve şükranla eğilmeyi vazife biliyorum, sevgili dinleyicilerim.

            Biraz evvel sayın Bakanımın söyledikleri o güzel sözler beni daha da duygulandırdı, daha da sevindirdi. Hiçbir zaman umutsuz değildim, hattâ umudum daha da filizlendi, yeşerdi. Onun için o güzel sözlerden dolayı sayın Bakana şahsî teşekkürümü arz ediyorum huzurunuzda.

            Sevgili dinleyenlerim, kültürler kanunla olmaz. Kanunla ancak kültürleri oluşturacak kurumlar meydana getirilir; ama ondan da önce bireylerin ve onların oluşturduğu toplumların düşünsel evrimde, yani düşünsel gelişimde elde ettikleri kültürel birikimlerin yardımıyla kültürler meydana gelir. Bireyin ve bireylerin oluşturduğu toplumların edindikleri kültürel birikimlerin psikolojik dürtüleriyle, kültürün oluşum çabası kendiliğinden güçlenir, kültür politikaları böylece oluşur. Hiçbir kültür politikasını kanunla, nizamla ortaya koyamazsınız. Ama toplumun, o toplumun bireylerinin, genellikle oluşturduğu ve toplumların zaman içinde elde ettikleri kültürel, bilimsel ve ruhsal yaşantıların psikolojik dürtüleri gerekli atmosferi  yaratır ve böylesine yaratılmış bir atmosfer gelişir gider. İşte sanat tarihi böylece oluşur, kültür tarihi böylece oluşur.

            Atatürk’ümüzün 1934 yılı Büyük Millet Meclisi’ni açıl nutuklarında söyledikleri ve hiçbir devlet büyüğünden işitmediğim bir yorumları var. Biliyorsunuz, aynen şöyle: “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir”. Ne kadar önemli bir söz… Kültürlerin tarihini satır satır araştırmış olan şu naciz arkadaşınız, Ata’nın bu sözüne eşdeğerde hiçbir söz bulamadı. Bunda mübalağa etmiyorum. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü her şey olabilir, bilimin bütün kolları olabilir, psikoloji olabilir, sosyal bilimler olabilir, doğa bilimleri olabilir… Ata’mız ne diyor? Büyük Millet Meclisi’ne bir görev ilham ediyor ve burada bir ulusun yeni değişikliğine ölçü olarak müziği ele alıyor. Bunun büyük mânâsı var, çünkü müzik bir dildir, bir milletin kültür dilidir. Ama sembolik bir dildir. Konuşulan dille ifade edilemeyen şeyler sembolik dille daha başka türlü ifade edilir. Yalnız ne var ki bu müziğin sembolik diline muhatap olacak kişilerin de o dili anlayacak yeteneğe sahip olmaları lazımdır. Onun için müzik kendini arar. Diller de genellikle öyledir. Diller geliştikçe, edebiyatlarını oluşturdukça, o dili, o edebiyatı anlayacak muhatap bekler. O muhatap olmadıkça dil ölü bir dildir. Muhatabı olmayan müzik de ölü bir dil gibidir. Ama bizde öyle olmadı. Ben görüyorum. Adım adım, biraz zorluklarla, güçlüklerle ilerliyoruz ve her vardığımız aşamada, kültürün her ulaştığı aşamada, müziğimize muhatap olabilecek kafalar, zihinler, psikolojilerle birlikte gelişiyor.

            Sevgili dinleyenlerim, konumuz opera. Müzik sanatının birçok kolları arasında kendine göre bir özelliğe sahip olan yepyeni bir sanat türü. Ama bu sanatın oluşup gelişmesi, sanatların öteki kollarının da ortak bileşimiyle meydana geliyor. Bir opera eserinin meydana gelmesinde müzisyenin oynadığı rol çok büyük, çünkü o eserin yaratıcısı müzisyen. Böyle bir eseri sahneye koyacak rejisörün oynayacak artiste ihtiyacı var. O eseri oynayacak artistin, yanı başında rejisöre ihtiyacı var. Ve daha nelere ve nelere ihtiyaç var. Bunu operacılar çok iyi bilirler. Fakat iş bununla da bitmiyor. Sahne lazım, sahnenin dekoru lazım. O zaman ressam, heykeltıraş, mimar ve süsleme sanatları işin içine giriyor. Onun için operaya en güzel terimi büyük Alman bestecisi Richard Wagner bulmuş ve şöyle demiş: “Gesamtkunstwerk”, yani sanatların bileşimiyle meydana gelen bir sanat. O halde opera eşittir sanatlar bileşimi! Burada her sanatçının emeği var, her sanatçının rolü var. Başka hiçbir sanat, kendi dışındaki sanatçıyı yardımcı olarak göremez kendi içinde!

            1935-36 yıllarında Atatürk’ün çok ciddi ve yakından takipleriyle kurulmuştur Devlet Konservatuvarımız. İftihar ederim bu kurumla. Yanlış bir düşünce vardır, onu bir kongrede şiddetle reddettim. Atatürk Devlet Konservatuvarı kurmamış da Batı musikisi konservatuvarı kurmuş! Bu tamamen yanlıştır. Atatürk çağdaş kültürle ulusal müziğimizin gelişmesini yapabilecek bir kurumu, yani Devlet Konservatuvarımızı kurmuştur. İşte bu konservatuvar kuruldu Ankara’da, 1935-36 yılında. Genel Atatürk’ümüzün 1924 yılında, yani Cumhuriyeti kuruşundan bir yıl sonra oluşturdukları ve bugün 66. yılını da başarıyla idrak eden Musiki Muallim Mektebi, yani Müzik Öğretmen Okulu da var. İlk hocalığım oradadır, Batıdan döndükten sonra. Bütün mesele, okul yaşamındaki çocuklarımıza çağdaş Türk musikisini, yani çağdaş okul müziğini çağdaş metodlarla öğretecek pedagogların yetişmesi için bu Müzik Öğretmen Okulu kurulmuştur, Cumhuriyetin kuruluşundan bir yıl sonra. Hem de o okulun içindeki sınıflardan seçilen geçlerle kuruluyor Konservatuvar.

            Oturuyor işte aramızda, Mesude şurada, Devlet Operası’nın temel taşlarından biri Mesude Çağlayan burada aramızda oturuyor. (Alkışlar) Bu evladımızla kıvanç duyuyorum. Onun yanında da Belkıs Aran oturuyor. (Alkışlar) Saadet İkesus da orada. (Alkışlar) Özür dilerim, gözlerim o kadar iyi görmüyor, seçemiyorum, daha birçok emekleri geçmiş evlatlarımız burada. Hele Opera’nın eriştiği yeni-çağ döneminin Mesut İktu’ları da burada. İktu bugün Opera’nın müdürlüğünü yapıyor. Daha Manizade’ler de var. Bu değerli, evlatlarımız etrafımı alıverdiler kapıdan içeri girerken. Ne kadar sevindim bilemezsiniz. Daha var, var, var… Bu bir servettir. Bu bir elli yılın, insanlık tarihindeki çok kısa bir süresidir; bir dakika gibi kısadır. Bunlar, yetiştirdiği genç kuşak Türk sanatçıları, mesleklerine sımsıkı bağlı olan evlatlarımız. Onun için onlara yöneliyorum, bu evlatlarımızı kucaklamak, öpmek istiyorum. Yollarında azimle, inançla ilerlemelerini kendilerine tavsiye ediyorum. Bakanımızın biraz önceki konuşmaları bu işe ışık tutuyor, ben de mutlu oluyorum!

            Atatürk’ün operaya büyük ilgisi vardı. Kendilerini çok yakından tanıyabilmenin mutluluğuna erdiğim o büyük insan, âdeta Akademi niteliği taşıyan sofralarına da katıldığım, tarihe sığmayan o büyük insan, operayı çok seviyordu. Yurt dışında seyrettiği operaları hiç unutmamıştı. Meselâ Tosca operasını ve bu operadaki aryaları çok seviyordu. Günün birinde, 1936’da Batıdan davet edilen Prof. Carl Ebert ve zamanın Millî Eğitim Bakanı, yani Maarif Vekili Saffet Arıkan bey ile birlikte Cebeci’deki Musiki Muallim Mektebi’nin, yani Müzik Öğretmen Okulu’nun müdür odasındaydık. Başbakan İsmet İnönü de oraya geldiler. Saffet Arıkan bey, Prof. Ebert ile opera konusunda konuşuyordu ve Carl Ebert’e şöyle dedi: “Sayın Cumhurreisimiz soruyorlar, Türkçe metinle bir opera ne zaman oynanacak? diye”. Ankara’ya Carl Ebert yeni gelmişti, henüz bir sene olmamıştı çocuklarımızla uğraşalı. Ebert şöyle bir durdu, cevap verdi: “Beş yıl sonra”. Ve Saffet Arıkan beyin, “Bunu sayın Cumhurreisimize söyleyebilir miyim?” demesine, “Söyleyebilirsiniz” dedi Carl Ebert. İnanın sayın dinleyenlerim, içimde bir ürperti belirdi. Allah, Allah!... Müzik sanatı İtalya Rönesansı’nda öteki plastik sanatlar, yani Görsel Sanatlar Rönesansı’ndan da yüz yıl sonra Rönesansını idrak etmiş. Michelangelolar, Leonardo da Vinci’ler, Rafaello Santi’ler gelmiş, daha müzikte bir şey yok. Yüz sene geçmiş, Palestrina ile Müzik Rönesansı başlamış Bu kadar geç gelişen bir sanat ve onun çok güç bir kolu olan opera, bizim memleketimizde açtığımız Devlet Konservatuvarı’nın beşinci yılında, çocuklarımız tarafından uygulanabilsin! Allah Allah! Red de edemiyorum, çünkü bunu Carl Ebert gibi dünya çapında bir uzman söylüyor. Ama inanın bana, yanlış düşünmüşüm.

            Nitekim beş sene de geçmemişti, Türkçe metinli opera oynandı! Fakat Atatürk’ün kasdettiği Türkçe opera, acaba Türkçe olarak yazılmış bir opera mı, yoksa bütün memleketlerde yapıldığı gibi evrensel nitelikteki opera literatüründen alınmış bir örneğin metni değiştirilerek Türkçeleştirilmiş opera mı? Ben tahmin ediyorum ki Ata’mızın kasdettikleri şüphesiz birinci şık idi, onun için ve en mühimi birinci şık idi ama oraya gitmeden evvel Batıdaki örnek eserlerin bazılarını bilmemiz, dinlememiz gerekiyordu. Yani dünya çapında, dünya repertuvarına yerleşmiş olan bir eserin, başka memleketlerde de yapıldığı gibi bizde de librettosunun Türkçeye çevrilmesi suretiyle okunması gerekiyordu. Ama öteki iş büyük işti ve onun üzerine önemle el koymak gerekiyordu.

            İşte büyük bestecimiz Adnan Saygun’un “Özsoy” operası bu şekilde meydana geldi. İran Şehinşahı Rıza Şah Pehlevi 1934’te Türkiye’ye geldiler. Askerdim, bir manevra oldu, Haliç Maltepesi’ndeki bu manevraya yaver olarak katıldım. Atatürk, Şehinşah gelmeden birkaç ay önce, iki komşu milletin öz ve ortak bir soydan oluşturdukları iki kardeş boy anlayışına dayanarak “Özsoy” operasını yazdırıyor. Yazara konuyu kendisi buluyor, böylece kendi mitolojimizden ve İran mitolojisinden aldığı bir konuyu değerlendiriyor. İki kardeş millet için ortak bir tema meydana getiriyor. İnanın bana, bu eserin sahneye konmasına daha üç dört ay var, her gün Münir Hayri Egeli diye tanınmış olan devrin bir yazarı Çankaya’ya çağrılıyor. Ata ona, “Nereye geldin? Göster bana” diyor ve sonra da “Hayır, bu işi şöyle yapacaksın” diyor ve bazen de kalemi alıyor, siliyor, livrenin kendisini değiştiriyor. Diyebilirim ki “Özsoy” operası büyük bestecimiz Ahmet Adnan Saygun’un ilk operasıdır, Atatürk’ün o güçlü yardımıyla yazılmış bir livre oluveriyor.

            Ben bunlara şahit oldum. Bunları benden, yani ilk elden dinliyorsunuz, ikinci üçüncü ellerden değil. Hattâ hiç unutmam, Rıza Şah Pehlevi’nin memleketine dönüşünden, hattâ vefatından uzun yıllar sonra, oğlu Şehinşah Ankara’ya geliyor. Yanında da ilk hanımı Süreyya ile birlikte. Devlet Konservatuvarı’nı görmek istiyor. Şehinşah’ı ben karşıladım. Sahnede çocuklarımız bir opera provası yapıyorlardı. Şehinşah’ın arkasında oturuyordum. Genç adam provayı hayranlıkla izledi, seyretti. Şöyle döndü bana, “Ne kadar üzgünüm” dedi, “rahmetli babam bunları yapmak istiyordu ama ah o mollalar, buna engel oldular. Biz bu işi yapamadık” dedi. İşte bunu İran Şehinşahı’nın ağzından duydum, sizlere bugün naklediyorum.

            Nihayet 1939 senesinde, Carl Ebert’in söylediği beş seneden de bir sene noksan, Devlet Konservatuvarı opera öğrencileri, yani Devlet Konservatuvarı Opera Stüdyosu öğrencileri, içinde benim de bulunduğum dört kişilik bir heyetin, librettoyu Türkçeye çevirmek suretiyle meydana getirdiği Bastien ve Bastienne” adlı, Mozart’ın on üç yaşında yazdığı bir Singspiel’ini, yani Şarkılı Oyun’unu büyük bir başarıyla sahneye koydu. Ve aradan bir yıl geçti, bu kez iki operanın önce ikinci perdeleri oynandı. Önce Madame Butterfly”. İşte ilk Madame Butterfly Mesude Çağlayan burada, aramızda. Ondan sonra Tosca” operası… Temelin taşı artık yerine konmuştu. Bu taşı yerinden oynatacak hiçbir güç tasavvur edilemez. Çünkü günümüzde müspet bilime hiçbir güç karşı koyamaz. Ama geç kalınabilir. İşte sayın Bakana burada bir ricam olacak. Sayın Bakanım, gecikmeyelim. Bazı engeller var, gecikiyoruz. Gecikmeyelim! (Alkışlar)

            Sevgili dinleyenlerim, işte bu elli yıl içerisinde, inanınız bana, Türk bestekârları yirmi kadar opera yazdı. Bunu biliyor muydunuz? Söyleyeyim sizlere, bakın yüzlerce yıl önce bu konuda neler olmuş?.. Yani Rönesans’dan yüz yıl sonra gelen Müzik Rönesansı’nın yanında, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen elli yıl içinde (elli yıl dünyaya özgü zaman anlayışı içinde bir andır, bir an bile değildir belki de), Cemal Reşit Rey, rahmetli büyük sanatçımız altı kadar opera yazdı. Ahmet Adnan Saygun, iftihar ediyoruz kendisiyle, beş opera besteledi. Onlara “Beşler” diyorlar ki ben onları öncüler olarak niteliyorum, bunlardan Necil Kâzım Akses, Nevit Kodallı, Sabahattin Kalender, Ferit Tüzün, Cengiz Tanç, Çetin Işıközlü, Okan Demiriş de operalar yazdılar. Acaba bunların hepsi oynandı mı? Hayır, hayır! Maalesef oynanmadı. Pek azı oynandı. Meselâ Cemal Reşit Rey gibi büyük bir besteciyi, dünya çapında tanınmış bir kişiyi, ki Amerika’ya her gittiğimde bana ilk sordukları adam Cemal Reşit Rey oluyor, onun operalarının en önemlileri, “Sultan Cem”, oynanmamıştır, “Zeybek”, o da oynanmamıştır, “Çelebi”, oynanmamıştır. “Çelebi” hele, ele alınmıştı da… Ama biz Cemal Reşit Rey’i, gene söyleyeceğim, panelde de söylemiştim, neyle tanıyoruz? Operetiyle tanıyoruz. Ayıp değil mi bu? Nedir operet? Operet bir eğlence türüdür, sahne müzikleri arasında. Niçin ben Cemal Reşit Rey’in bir operasını bugüne dek göremeyeyim?

            Sonra Ahmet Adnan Saygun, “Özsoy” operası, biraz evvel bahsettim. “Taşbebek”. Millî kaynaklardan alınıyor çoğu bunların. İçinde evrensel literatürden alınan bir iki tanesi de car. Bu da olacak. Kültürel birikim onu da icap ettiriyor. Biraz evvel Bakanımız söylediler; Kültürler yan yana ortak bir bileşim meydana getirirler, duyurdular. Saygun’un Kerem operası, büyük-opera türünde yazılmıştır. Büyük-opera, büyük bir mekanizma halinde sahneye konan bir eserdir ve benim Devlet Operası Müdürlüğüm zamanında sahneye konmuştur. “Köroğlu” operası, ilk olarak İstanbul’un 1. Festivalinde oynanmıştır, büyük-operadır. Saygun’un “Gılgameş” epik dramı henüz sahneye konmamıştır. Elbette günün birinde Devlet Operamız “Gilgameş” destanını sahneye koyacaktır. Necil Kâzım Akses’in “Bayönder” operası, Atatürk’ün Ankara’ya ayak bastıklarının 15. yıldönümü için yapılan bir tören için yazılmıştır. Nevit Kodallı’nın “Gilgameş” destanı, opera olarak yazılmıştır ve oynanmıştır. Nevit Kodallı’nın, Van Gogh’un 100. ölüm yıldönümü dolayısıyla yazmış olduğu “Van Gogh” operası Brüksel’deki Millî Opera’nın repertuvarına kabul edilmiştir. Ben, Directeur General’lleri ile konuştum. Evet, Kodallı’nın “Van Gogh” operası repertuvarımızdadır, dedi bana. Bu da bir türk için, bir Türk tarafından yazıldığı için, bence evrensel bir Türk operasıdır. Sonra Sabahattin Kalender, “Nasreddin Hoca”, “Karagöz” ve “Deli Dumrul” operalarını yazmıştır. İki tane Deli Dumrul operamız var. Bir tanesi Sabahattin Kalender’in, ikincisi Cengiz Tanç’ın. Ferit Tüzün’ün Anadolu’nun antik öykülerinden aldığı “Midas’ın Kulakları” operası; çok enteresan ve çok güzel bir eser. Kaç defa oynanmıştır? Çetin Işıközlü’nün “Ağrı Dağı Efsanesi” adlı operasının prömiyeri geçenlerde Ankara’da büyük başarıyla yapıldı. İftihar ettim. Sonra değerli bestecilerimizden Cengiz Tanç’ın “Deli Dumrul” operası, hâlâ sahneye konmamıştır. Okan Demiriş’in meydana getirdiği üç opera, “IV. Murat”, “Karyağdı Hatun” ve “Yusuf ile Züleyha” operaları. Bu eserler de başarıyla sahneye kondu.

            Sevgili dinleyenlerim, bu için başından beri oluşumuna emeği geçmiş bir arkadaşınız olarak can ve yürekten kıvanç duyarak söyleyebilirim ki, Atatürk gibi dünya çapında bir büyüğün Cumhuriyeti kurduktan sonra güçlü bir irade ile ele aldığı güzel sanatlara ve özellikle müzik sanatına yönelik reformlar az zamanda olağanüstü nitelikte ürünler vermiştir. Bu büyük ve eşsiz öndere çok şey borçluyuz. Bugün burada, huzurunuzda bu Kongreyi düzenleyen sayın Bakanımıza, Ankara Devlet Operası Genel Müdürüne ve bu çok yararlı Kongrenin meydana gelmesine emekleri geçen bütün değerli meslektaşlarıma gönülden şükranımı arz ederek, gönülden kıvanç duyarak sözlerime son veriyorum. (Alkışlar)